-Türk siyasal tarihi açısından önemli olan husus, hemen her dönemde kurucu yetkinin eşitlikçi ve rekabetçi üslup yerine, hiyerarşik bir yöntemle kullanılması ve toplumun anayasa tartışmasının dışında tutulmasıdır.
-ABD örneğinde başkanlık, Birleşik Krallık örneğinde de parlamenter sistem, aslında çok daha evrensel bir kategori olan çoğulcu hukuk devleti arayışlarının bir mekân ve belirli bir zaman çerçevesinde geliştirilmiş dolayısıyla tarihsel yanıtlarından ibarettir.
-Birey keşfedilmiştir demek, bireyin ait olduğu gruplar ve taşıdığı inançtan bağımsız olarak bir değer ifade ettiğini benimsemek demektir. Her insan, her birey, birbirinden bağımsız olarak bir değer ifade eder. Bu anlayışın doğal sonucu olarak da özgür ve özerktir. Bu bağlamda, bireyin içinde bulunduğu toplumla kendisi arasında bir ayrılığın daha açık bir ifadeyle çelişkinin varlığını bile iddia edebiliriz. Bu birey aynı zamanda yalnız, dünya uğraşında kendi yetenekleriyle baş başa olan bir varlıktır.
-Geleneksel toplumda hukuk, toplumsal statüleri esas alarak, yani bireyi ait olduğu grup veya taşıdığı inanç çerçevesinde değerlendirmek suretiyle yapılan düzenlemeleri içerir. Kişi, toplumsal hiyerarşideki yerine göre çok farklı yargı mercilerinin yetki alanına girer ve farklı kurallara göre davalarını çözümler. Hukuk hem coğrafi alan üzerinde hem de toplumu oluşturan insanlar arasında parçalı (segmentaire) bir görünümdedir. Birey, ortaya çıkan sorunların çözülmesinde ait olduğu segmentin üyesi sıfatıyla değerlendirilir. Bireylerin toplumsal statülerini temel alan hukuk sitemi daha Orta Çağ’da bile özellikle ticaretle uğraşan burjuvaziyi hep rahatsız edici olmuştur. Onun için gerekli olan, çok geniş bir coğrafya üzerinde geçerli, rastlantılara yer vermeyen, ilişkilere giren bireylerin statülerini değil, ilişkinin niteliğini esas alan bir hukuk sistemiydi. Bu da bireyin toplumsal mümkünden bağımsız olarak hukuk süjesi niteliğiyle görülebilmesi gereğini doğuruyordu. Hiçbir ayrım gözetilmeden herkes, önceden nitelikleri açıkça belirtilmiş ve sonuçları kesin ilişkilere girebilmeliydi. İşte bu noktada özgür birey anlayışı, Orta Çağ’dan itibaren toplumsal gelişmenin öncü alanlarını oluşturan kentlerin ihtiyaçlarına uygun düşüyordu.
- “Hum”u yalnızca Müslümanlarla sınırlandırmak ya da “Hum”dan dinsel cemaati ne olursa olsun bütün ahaliyi anlamak, zihniyet farklılıklarına göre belirlenen değişik yorumlardı. Bu arada kafalarda kimi belirliyor olursa olsun, “onlar”a danışma fikrini bile zor benimseyenler vardır. Fetva Emini Halil Efendi’nin anlayışı örneğin böyledir. Abdülaziz’in hal’edilmesi için “çarşaf çarşaf fetva” vermeye hazır Halil Efendi, halkın eğilimlerinin yansıyacağı bir meclis önerisi karşısında olağanüstü bir ürkeklik gösterir.
-Neresinden bakılırsa bakılsın Kanun-i Esasi hiç değilse ilan tarihi itibariyle özünde dış siyasetin, dış baskılardan korunma amacının bir vasıtası olarak belirginleşiyor. Mahmut Celalettin Paşa’da Mithat Paşa’nın Kanun-i Esasi’nin ilanını, “dıştan yapılan tekliflerin güzellikle savuşturulmasına tesirli bir çare” olarak gördüğünü belirtir. Kanun-u Esasi’nin ilanı Aralık 1876’da her yönüyle bir hikmet-i hükümet işidir. Bosna, Hersek ve Bulgaristan’a yarı özerk rejim isteyen Tersane Konferansı heyetine inandırıcı bir öneri götürme siyasetidir. Hiç değilse Osmanlı yönetiminin büyük çoğunluğu açısından Kanun-u Esasi’nin temelde yatan amacı budur.
-Osmanlı yönetiminde Tanzimat’la başlayan, klasik şeriat idealinin yanı sıra, bir bakıma o eski idealle çatışan yeni bir idealin doğmasına tanık oluyoruz. Bu da “alem-i medeniyetin terakkıyatı hazırası”na(çağdaş uygarlık düzeyi) ulaşma idealidir. Siyasetin meşrulaştırılmasında, artık şeriat kalıplarının yanı sıra bir de çağdaş uygarlık düzeyi kavramı kullanılmaktadır. Abdülhamid’in açış nutkunda bu ifade, Meclis-i Mebusan’ın varlık gerekçelerinden biridir. O zamana kadar Meclis-i Mebusan’ın bulunmaması, terakkiyat-ı hazıraya ulaşılamamış olunmasının nedenleri arasında geçer. Bu bağlamda Meclis-i Mebusan yeni ülkünün mütemmim cüzüdür.
-Midhat Paşa, Kanun-u Esasiyi ilan eden sadrazamdır. Sadarete getirilişinden çok kısa bir süre sonra ilan ettirdiği Anayasa’nın 113.maddesine dayanılarak Abdülhamid tarafından yurtdışına sürülmüştür. Kanun-u Esasici Mithat Paşa, daha ortada 113.madde olmadığı halde, Kanun-u Esasi muhaliflerini anayasacı “liberaller”in basındaki coşkulu alkışları arasında, İstanbul dışına muhakemesiz sürdürmek için direten kişidir.
-Siyasal örgütlenme modeli olarak kuvvetler ayrılığı ilkesinin üzerinde bulunduğu zemin, farklılaşmış toplum katlarının yakın görünüme geçmiş özerk birey anlayışının ve ana grupları oluşturduğu sivil toplumun birlikte dokudukları bir örgüdür. Bu örgü aynı zamanda içkin değerlerin yaygın olduğu, misyoner tutumların fazla prim yapamadığı çoğulcu ve bu anlamda da muhafız bölüğüne oranla disiplinsiz bir toplum yapısı demektir. Daha doğrusu, bu toplumun disiplin üslubu çok farklı ölçüler çerçevesinde kuruludur. Dışa dönük özerk birey geleneğiyle bu toplum, özgürlüğü ve toplumsal bütünlüğü bir arada örgütleyebilmiştir.
-Kuvvetler ayrılığının bir anayasal ilke olarak ortaya çıkışı, Montesquie’nün ünlü yapıtının yayını ile başlar.1748’de ilk kez yayımlanan Kanunların Ruhu çok kısa zamanda bütün Avrupa’da ve Atlantik ötesinde kendisine en fazla yollama yapılan bir yapıt oldu. On sekizinci yüzyıl sonundan başlayarak hızlanan anayasacılık hareketlerinde, bu yapıt hemen bütün kurucu meclis kürsülerinden adını duyurmayı sürdürdü. Gerçi gerek Locke gerek Machiavelli ondan önce, Aristo da Antik Çağda soruna değinmişlerdi. Ancak ilkenin bütün açıklığı ile modern çağda ifadesi, esas itibariyle Montesquie’nun kaleminden çıkmış, tartışmalarda daha çok onun adından söz edilmiştir.
-Kuvvetler ayrılığı tartışmasına katılan yazarlar hangi eğilimde olurlarsa olsunlar, sorunun temelinde hukuk devletini yaratma endişesinin bulunduğunun farkındadırlar. Yurttaşlar, yasaların öngördüğünün dışında bir işlemle karşılaşmayacakların bilebilmeli, bundan kesin olarak emin bulunmalı, aksine bir durumun ortaya çıkması halinde yasalar tarafından tanınan haklarını savunabilmek için gerekli güvencelere ve mekanizmalara sahip olmalıdır. Yasaların üstünlüğü ve herkesi bağlayıcılığı, kişi güvenliğinin ve hakların korunmasında en derinde yatan önemli bir ilke oluyor. Siyasal iktidarın ılımlılaştırılması, aşırılıkların önlenmesi bir bakıma bu hedefe yönelik bir teknik sorun düzeyine inmektedir. Bu bağlamda kuvvetler ayrılığı ilkesi asıl itici gücünü bireyin bir varlık olarak ortaya çıkmasından alır. Siyasal iktidar karşısında bireyin korunması gereğini önemle vurgulayan bir teknik olmaktadır. Bireyi merkeze alan bir dünya görüşünün siyasal ve anayasal düzene yansımasıdır. Bu haliyle de toplumsal bir olgu olarak Avrupa’nın uyanış dönemine kadar giden derin köklerin yüzeye vurmuş bir görüntüsüdür.
-Türkiye’nin çağdaşlaşma tarihine bakıldığında 19’uncu yüzyıl başlarından itibaren sınırlandırılmış iktidarın en doğal sonucu olan hukuk devletini kurma girişimlerine, bağımsız bir yargı yaratma çabalarına ve en önemlisi özerk birey anlayışının doğuşuna tanık olunur. Örneğin; 2.Mahmut döneminin önemli yöneticilerinden Sadık Rıfat Paşa “Avrupa Ahvaline Dair Risale”sinde belki ilk kez bireyin güvencesini sağlayarak bir siyasal örgütlenme modelinin arayışı içine girmektedir.
-1927’de yönetsel nüfus yoğunluğu, yalnızca %1 olan Türkiye, 1976 yılına gelindiğinde bu oranı %6,6’ya kadar yükseltmiştir. Mutlak sayılarla ifade etmek gerekirse 1927’de 89.813 olan memur sayısı, 1976’da 1.091.907 olmuştur. 1927-1976 döneminin başlangıç ve bitiş yılları arasındaki bir karşılaştırma, yönetsel nüfusun faal nüfusa oranında 6.6. kat bir artış olduğunu kanıtlıyor. Bunun çok hızlı bir artış olduğunu özellikle belirtmemiz gerekiyor. Oysa yaptığımız bir hesaplamaya göre ABD’de 1870’den 1930’a kadar yönetsel yoğunluk %2,3’den %6,8’e çıkmıştır. Artış 60 yılda 2.9 kattır. Fransa’da ise 1866’dan 1946’ya, yani 80 yılda yönetsel yoğunluk %1,5’dan %6’ya yükselmiştir. Bu ülkede artış 80 yılda 4 kat olmuştur.
Bağlam Yayınları, 1991 basım, 1.baskı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder