-Nenem ve annem, aile kültürümüzün tutucu kanadının üyeleriydi. Kur’an ve Ahmediyye’den başka kitaba el sürmeyip, beş vakit namazı sektirmezler; aşırı uğraşıdan birisi kazaya kalacak olsa, Tanrı’ya borçlarını yatırıncaya dek dur durak tanımazlardı. Her fırsatta besmeleyi çekip, iman tazeleyen bu ikilinin en önemli görevi, dedem ve babamın aşırı frenkperestlik tutkusuna karşı direnmekti denebilir. (21)
-Nenemin önleme yolunu bulamadığı bir tek günah vardı: Dedemin içkili ve saz takımlı şölenleri! Her seferinde “Berhudar olası Peygamber Efendimizin yasakladığı bu işleri, neden tutar ki?” diye hayıflanır; mutfaktaki hummalı hazırlıklardan uzak durarak, nafile namazı kılıp, tespih çekmekten başkası da elinden gelmezdi. (22)
-Doğu ve güneydoğu kentlerinde gerçekten imtiyazlı bir azınlık olarak ülkenin kaynaklarından paylarına düşebileceğinden fazlasına sahipken; yaşadıkları bu topraklar, Balkan ve Osmanlı ordularını arkadan vuran Araplar gibi, ‘bizim topraklarımız’ diyebilecekleri bir yer de değildi. Yetmişiki buçuk milleti, altıyüz yıldan fazla bir arada yaşatan Osmanlılık, onlara tüylenip, palazlanma fırsatı sağlamıştı. (60)
-İnsan kaderini çizdiği söylenen Tanrı mı lanetledi onları böylesine? Yoksa onun bağışladığı aklı mı kullanamıyoruz bir türlü? Kutsal kitapların hepsi, öldürmeyeceksin diye emrediyor. Ancak, binlerce yıldır, haç ya da hilal uğruna akıtılan kanlar, neredeyse bir umman kadar olmadı mı? (61)
-O günlerin beni etkileyen anılarından bir başkası da, ünlü düşünür Ziya Gökalp’ın okulumuza yaptığı ziyaretti. O yaşlarda biz daha kendisinin ne kadar ünlü ve önemli bir kişi olduğunu bilmiyor; ancak önemini, o sabah okulda öğrencilerimizin telaşı ve mubassırların olağandışı temizlik ve düzen çabalarından sezinleyebiliyorduk. Hepimizi sınıflara tıkmışlar, kılık kıyafetleri düzgünleri ön sıraya, hırpanileri arka sıralara yerleştirmişlerdi. Öğretmen kürsüye geçip, herkesin hiç ses çıkarmadan, kitap ve defterlerini önüne açıp, bir şeylerle uğraşması komutunu vermişti. Kendisi de ders levhalarını karatahtaya asmış, artanlarıyla da kürsüde görkemli bir sergi kurmuştu. Koridorda bir ayak sesi duyunca, hemen yerinden fırlıyor, kapı aralığından kafasını dışarı uzatıp, kös kös geri yerine dönüyordu. Uzayan bekleme arasında heybetli Mehmet Efendi de aniden kapıyı açıp, yüreğimizi hoplatarak düzeni şöyle bir denetleyip, tekrar gözden kayboluyordu. Öğretmenler arasında özellikle kalpaklıların coşkulu ve telaşlı oluşu dikkatimi çekmişti. Sundurmaya bakan pencereden, terbiye-yi bedeniye hocamız Mes’ut Bey’in, avcı ceketinin yırtmacını uçurarak oradan oraya koştururken, her fırsatta durup, cep aynasını çıkararak, kalpağını bir yana basık fiyakasını denetlediğini izleyebiliyordum. (130)
-Öte yandan, aynı zamana denk gelen o aylarda, İstanbul basınının büyük kesimi de, Halife-i Müslimin’i unutturmamak için sanki bir tür kampanya açmışlar, her fırsatta son Halife’nin, şehzade ve sultan hanımların boy boy fotoğraflarını yayınlayıp duruyorlardı. Bir dergi kapağında çıkan, Dürrüşehvar Sultan’ın bir fotoğrafını hiç unutamam. Bu, genç ve güzel soylunun, saray ortamının milli kılık saydığı şalvar, cepken ve duvaklı bir boy resmiydi. Benim gibi delikanlılığın eşiğindeki kuşağın, hilafet lağvında en çok hayıflandığı, sanırım Dürrüşehvar Sultan’ın da babasıyla birlikte sınır dışı edilmesi oldu. (169)
-Bizim Hac’Arap bile, lâtası ve sarığı elden gittiğinde, tüyleri yoluk, uyuz horozlara dönmüştü. Ancak o, bu duruma uzlaştırıcı bir çözüm bulmuş, alışverişe giderken, güneşliği yana çevrik kasketini ve dedemin eski sakosunu giyiyor; dışarıdaki işi bitince de, yine lâtayı sırtına, sarığı kafasına geçiriveriyordu. Bu tutumu için dedemden yüreklenmiş olduğu da açıkça belliydi. Zira o da dışarı çıkarken setre-pantolon, kravat ve panama şapkasını kullanıp, eve döner dönmez de evlik entarisi ve sakosunu kuşanıp, hasırlı fesi başına çekiveriyordu. (195-196)
-Bir süre sonra polis ve çarşı ağalarının ellerinde makas, gördükleri kadınların çarşaflarını doğrayıp, peçelerini yırttıkları söylentisi yayıldığında, namus ehli hiçbir kadın adımını sokak kapısından dışarı atamaz oldu. (197)
-Uzun yıllar önce göçüp, eskisinden daha elverişli bir yaşam gerçekleştirmelerine rağmen, otuz yıl önce geride bırakıp gittiği kerpiç evi unutamayanlara rastladım sonraları. Sanırım onların özledikleri de, geçmişte kalan o kerpiç ev değil de, doğduğu günden başlayarak çevresi ile kurdukları duygusal ve düşünsel bağlarıydı aslında. Eski günlerin yokluk ve yoksullukları kısa sürede unutulup sislerin gerisinde belirsizleşirken, bellekte kalanlar, yaşamın o güven veren, bir yere, bir topluluğa ait olma izleri oluyor. (205-206)
Ötüken Yayınları, 2020 basım, 5.baskı. (İlk baskı 2007)
*Mehmet Barlas’ın babası olan Cemil Sait Barlas, Mitat Enç’in Halasının oğludur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder