-Büyük Selçuklu Devleti, yerli halklar üzerinde yabancı bir hâkimiyet kurup, bu halkların seçkinlerini devlet teşkilatı ve idaresi ile ilgilenmek üzere göreve çağıran, temelinde savaş ve yayılmacılık için teşkilatlanmış askeri bir devletti. Bu devlet teşkilatı tipi, Selçuklular tarafından daha önceki Samani ve Gazneli devlet modelleri esas alınarak benimsenmişti ve Batı Asya’ya Türkler tarafından taşınarak bu bölgede kalıcı bir devlet idaresi biçimi haline geldi. (21)
-Türklere has bölünmüş egemenlik anlayışının yanı sıra, ikta sisteminin hak ve imtiyazlarının neredeyse kesin bir şekilde gasp edilmesine sebep olan devletin askeri mahiyeti, devletin sınırlarının genişliği, yeni hükümdarların tecrübesizliği ve mali ihtiyaçları ve tüm bu koşulların sonucu olarak yeni fethedilen geniş sahaların dolaylı şekilde yönetilmesi göz önüne alınınca, Melikşah’ın saltanatı zamanında belki sadece kısa bir dönem dışında siyasi ve idari birliğin asla sağlanamamış olması şaşırtıcı değildir. (30-31)
-Devletin medrese eğitim sistemine verdiği destek yoluyla dini kurumu merkezi yönetime bağlama girişimi, Selçukluların getirdiği büyük bir yenilik idi. Şüphesiz, ilk hükümdarlar bu sayede Sünni uyanışı terviç etmeyi, devlet yönetiminde dini zümreyi söz sahibi yaparak onların desteğini kazanmayı ve askeri zümrenin beklenen müdahalelerine karşı sivil idareyi takviye etmeyi ummuşlardı. (42)
-Halifeyi Şii boyunduruğundan kurtarma amacı, Sünni liderler ile bölgeyi fetheden Türkler arasındaki işbirliğinin amaçlarından biriydi ve henüz yeni Müslüman olmuş Selçuklular, hilafetin İslam’ın dini kurumu olarak kendi başına devam etmesinden rahatsız değillerdi. Hatta fethettikleri topraklarda yaşayan halka yabancı oldukları için, iktidarlarını sağlamlaştırmak amacıyla halifenin kendilerine sağlayacağı meşruiyete ihtiyaçları vardı. (49)
-Fırsatçılık ile birlikte himaye, Selçuklu devri devlet idaresinin özelliklerinden biriydi. En vasıflı devlet görevlilerinin eylemlerinin bile şahsi hırsları doğrultusunda ne dereceye kadar şekillendiği oldukça aşikârdır. Gözle görülür bir diğer nokta ise Selçuklu hanedanında belirgin şekilde var olan veraset meselesi ve yaşça küçük melikin tahta çıkarılması âdetinin tesis edilmiş olmasıyla, Selçuklu melikleri arasında yaşanan kardeş kavgalarının, farklı hiziplerin talepleri hususunda bir uzlaşma veya mutabakata varılana dek hizipler arası mücadeleler de sebep olmasıydı. (77)
-Genel kanıya göre Fatımiler dönemi öncesinde Müslüman dünyasında eğitim, devletin hemen hemen hiç müdahale etmediği, resmi olmayan ve serbest bir faaliyetti. Sonraları ilköğretim özel bir faaliyet olarak kalsa da, medrese seviyesindeki eğitim devletin himayesine girdi. Bunun sebebi, Fatımilerin dini coşkunlukları ve propaganda arzusuyla, kendi tebaalarını eğiterek, onların arasından devletlerinin hizmetine almak üzere yeni rejimin amaçlarını destekleyecek, güvenilir ve etkin din ve devlet görevlileri yetiştirmek istemeleriydi. Selçukluların Sünni Ortodoksluk adına resmileştirip istifade ettikleri bu eski uygulamaya getirdikleri yenilik; bunu ülkenin her sathına bilinçli şekilde yaymak ve yabancı bir halka hükmeden fatihler olarak bu uygulamayı önemli bir devlet politikası saymaları olmuştu. Bir asır süren Şii idaresinin ardından, batıdan gelen Fatımi tehdidi ve propagandası da göz önünde bulundurulunca, Selçuklu devletinin ayakta kalabilmesi Sünni uyanışın başarısına bağlıydı. Dahası, bürokrasinin dini müessese ile bir araya gelmesi, bu iki unsurun ortak çıkarlarının doğmasına da sebebiyet verebilir ve sivil idareyi, yeni ortaya çıkan askeri zümrenin ihtiras ve taleplerini kontrol altında tutabilecek etkin ve istikrarlı bir mekanizma haline getirebilirdi. (97)
-Sufizme Sünni İslam’ın yapısı içinde yer ayırmak yoluyla Selçuklular, sadece sosyal ve siyasi bir muhalefet hareketi olarak Şiiliğin sonunu getirmemiş, ayrıca geniş halk kitlelerinin desteğini de teminat altına almışlardı. (110)
-Sonuçta, Selçuklu devlet idarecileri, İrani ya da Müslüman olsun, kendilerinden öncekiler gibi ahlaki gelenekleri ciddiye almayan bakış açısını devam ettirmişlerdir. Medresenin hâkimiyetini tesis etmesi, akılcı Mutezili ve Helenistik felsefi düşünce akımlarının bastırılmasını sağladı. Ancak kültürel menfaatler ve bürokrasinin değerleri hiç olmadığı kadar İslami olsa da, hala eskisi kadar İrani karakterdeydi. H.A.R.Gibb’in yazdığı gibi, Müslüman düşüncesinin içine işlemiş Sasani unsurları: “içinde bulundukları yapıya yabancı idiler ve öyle de kalmışlardı. Benimsedikleri etik tutum İslam etiğine açık veya üstü kapalı şekilde muhalefet halindeydi ve ne tamamıyla asimile edilen ne de tamamıyla reddedilen Sasani geleneği, İslam toplumuna bozulmanın tohumunu ekmişti” (218.dipnot/ H.A.R.Gibb, ‘Social Significsance of the Shuubiya’, Studies on the Civilization of İslam, Boston, 1962, sf:72) (113)
-Atabeglik müessesesi Selçuklu hâkimiyetinin başlangıcından itibaren görülmesine ve atabeg kavramı Türkçe olmasına rağmen, bu müesseseye Selçuklulardan önceki hiçbir Türk hanedanlığında rastlanılmamaktadır. Ahbarü'd-Devleti's-Selçukiyye'de bildirildiğine göre, babasının henüz hayatta olduğu dönemde genç Alp Arslan'ın hizmetinde Kutbü'd-Din Kül-Sarığ adında bir Türk atabegi vardı. 465/1072'de, tahta çıkmasından kısa süre sonra, Melikşah veziri Nizamü'l-Mülk'e bazı lakablarla birlikte atabeg unvanını da tevcih etmişti. Böylece adeta kendi öz babasıymış gibi Nizamü'l-Mülk'ü tam yetkili kılmıştı. Fakat atabegler genellikle Türk askeri aristokrasisi içinden geldikleri için, Türk olmayan bir vezire bahşedilen bu onur bir istisna teşkil etmekteydi. (126)
Kronik Yayınları, 2019 basım. Çeviren: Mehmet Fatih Baş, Sinan Tarifci. (Eserin yazılışı 1973)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder