02 Mayıs 2025

GÖÇÜN VE KENTİN İKTİDARI MİLLİ GÖRÜŞTEN MUHAZAFAKAR DEMOKRASİYE AKPARTİ- ALİ BULAÇ

-Milli Görüş partilerine oy veren, merkez sağa ve merkez sola gitmeyen, 2002 ve 2007 seçimlerinde Ak partiye oy veren seçmen kitlesinin önemli bir bölümü “muhafazakâr” değil, “reformcu ve devrimci”dir. Merkezin dışındadır, merkeze akmak iktisadi, idari, siyasi merkeze gitmek istiyor.

-Artık dünyaya İslamcılar, Müslüman âlimlerin ve entelektüellerin değil “milliyetçi-sağcı-muhazafakâr”ların perspektifinden bakıyor.

-Mesela 1 Haziran 2004 hukuk düzenlemesiyle zina suç olmaktan çıktı.

-Türkiye’deki dindar muhafazakârların zihinlerini gerisinde yatan ana parametrelerden ilki, verili olanı doğru kabul etmeleridir. Bu yüzden iktidar yapısını sorgulamıyorlar, iktidarın kendi ellerinde olmamasından şikâyet ediyorlar. Örneğin; cumhurbaşkanının sahip olduğu yetkileri doğru buluyorlar fakat cumhurbaşkanı onlardan olmadığı zaman kötü oluyor. Dindar muhafazakârlar değişmezler, çünkü verili olanı referans almışlardır. İkincisi, “verili olanı görmezlikten gelemeyiz” diyorlar, sürekli reel politik olana vurgu yapıyorlar. Reel politika çoğu zaman onları oportünizme götürüyor. Reel politiğe aşırı vurgu, ilkenin ve adaletin güvenliğe, idealin şartlara teslim olmasına yol açar.

-Değişimi modernliğe indirmek bizatihi sömürgeciliktir.

-Maverdi, İmam Gazali, İbn Teymiyye ve daha birçok İslam âlimi güvenliği adaletin önüne geçirmiş buna fetva verirken birlik ve beraberliği temel almışlardır. Bölünme, birlik ve beraberliği bozan “fitne” hükmündedir. İslam tarihinde ortaya çıkmış bulunan itikadi ve kelami fırkaların neredeyse tamamı “siyasi”dir.

-Doğuş yerinde bile sağ her zaman ekonomik ve siyasal eşitliğe, özgürlük ve değişime karşı bir ideoloji olmuştur. Sağın liberalizmi devlet desteğine bağlı olarak mümkün olur. Dolayısıyla bu ideolojinin bugün kapitalizmin en sıkışık yerinde güçlükle nefes alabilen geniş kitleler için eşitlikçi ve adaleti gözetir bir projeye sahip olması, tarihsel anlamda ve doğası gereği güçtür.

-Türkiye’de sağ kuşkusuz kırsal kesimi ve bu kesimden gelip büyük kentlere yerleşen çevre güçlerini siyasal sistemin içine katma da büyük bir rol oynadı. Ancak söz konusu toplumsal kesimlerin yeni konum ve taleplerini uygun bir siyasi çerçeveye oturtmak yerine çoğu zaman popülist politikalar izleyerek siyasetin bizzat kendisinin taşralaşmasına kısa vadeli çıkar hesaplarına göre şekillenmesine yol açtı.

-Eğer amacına rağmen ihtilal ülkeyi tek parti dönemine geri çevirmediyse bunu büyük ölçüde Türkiye’nin NATO üyeliğine borçluyuz. Abd’nin ve NATO’nun darbeye onayı vardı, ama tek parti rejimine yoktu.

-Her ne kadar Batı’dakine benzer dikey anlamda sosyal sınıflar yoksa da kentleşme ile birlikte yatay karakterde “yeni bir sınıf” ortaya çıkmış bulunmaktaydı. Bu sınıfın en belirgin özelliği göçle ortaya çıkmış olması, politik ve ekonomik sistemin çevresinde yaşaması (merkez kaç güç) ve bu konumu dolayısıyla kendini mağdur, dışlanmış hissetmesi yani gayr-i memnun olup genellikle kızgınlık içinde olmasıdır. Ben buna “yeni kent sınıfı” denebileceğini düşünüyorum.

-Yeni kent sınıfının siyasi tercihlerini belirleyen üç ana faktörden söz edilebilir. Bunlar;

1)Devletle çatışma içine giren partilerden hemen kaçar. Bunun gerisinde devlete duyduğu en üst düzeydeki sadakat ve sevgi yanında ona karşı duyduğu derin korku yatmaktadır. Partilerin devlete karşı tutumları oranında oy aldıkları faraziyesi tamamen boştur. Devlet karşıtlığı “merkez karşıtlığı” olup bu da meydan mitingleri ve seçim sandığından ibarettir. Meydanlarda Adnan Menderes’i coşkuyla dinleyen 200.000 kişi ihtilalden sonra evlerinden bile çıkmamışlardır.

2)İktidara taşıdığı parti merkezle bütünleşmeye Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi “geldiği yeri unutma”ya başladığına desteğini çeker ve o parti düzenli bir inişe geçmeye başlar. (ANAP, DSP gibi)

3)Destek verdiği partiyi başarısız bulması hatalı politikalar izlediğine kanaat getirmesi ve bu başarısızlık veya hatalı politikaların kendisine bir maliyet olarak dönmesinden korkması durumunda da tercih değiştirir. (RP-FP örneği)

-RP’yi iktidardan eden en önemli faktör REFAH-YOL hükümetinin sınırlı ölçeklerde kaynakların bir kısmını yoksullar ve orta ölçekli tüccar ve sanayiciye kaydırmak istemesiydi. Merkezdeki çekirdek buna sert bir tepki verdi. 28 Şubat sağ gösterip sol vuran post modern bir ameliye idi.

-İmam hatipli öğrencilerin ve genelde dini yaşamak isteyen insanların maruz kaldığı mağduriyetin AB müktesebatında herhangi bir karşılığı yoktur. Dolayısıyla başörtüsü ve Kur’an kursları gibi “din ve vicdan özgürlüğü” kapsamına giren birçok hak ihlali öngörülen reformlarda herhangi bir düzenlemeye tabi tutulmuyor. Bunlar neredeyse AB’yi hiçbir şekilde ilgilendirmiyor. AB’nin Türkiye’den din ve vicdan özgürlüğü ile dini hayatın kolaylaştırılması konularında talep ettiği düzenlemeler daha çok “azınlıklar”la ilgilidir.

-Modern eğitim almış aydınları ve akademisyenleri İslam’ın cahili, geleneksel medrese okumuş son dönem uleması da Batı’dan habersiz. İşte İmam Hatipler bu şizofreniyi ortadan kaldırmaya aday bir modeldir. Ciddi bir reformdan geçirildikleri takdirde İmam Hatipler İslam dünyasına Türkiye’nin sunabileceği en büyük armağan olur.

-Muhafazakârlık, büyük toprak sahiplerinin ve büyük sermayenin siyasi ideolojisidir. Bu ideoloji, Müslümanları sekülerleştirme yönünde dönüştürmek üzere ortaya konulmuştur ve Müslümanları –küçük bir zümreye küçük sus payları vermek karşılığında- sisteme entegre etmek, onların ellerinden muhalefet güçlerini almak üzere fonksiyon görmektedir.

-İlk günden itibaren İslamcılık özde doğru yerde duruyordu ve son derece isabetli eleştiriler yöneltiyordu. Nitekim İslamcılık hem başkalarını hem de kendini eleştiren tek toplumsal, politik ve entelektüel formasyondur.

-Dini hükümler “kişisel tercih” veya insanlar tarafından tanımlanmış, içerikleri ve sınırları belirlenmiş dolayısıyla değiştirilmeye açık “bireysel haklar ve özgürlükler” kategorisinde ele alınamazlar. Maalesef Müslüman çevreler, Batı’dan ve içerideki Aydınlanmacı aydınlardan destek ve yardım alma umuduyla, dini vecibelerini “kişisel tercihlere, bireysel hak ve özgürlükler”e indirgemektedir. Bunun sonucunda bir başka kültürün tanımlayıcı hegemonyası ve u kültürün devlete verdiği müdahaleci yetkiyle karşılaştılar.

-İslam tarihinde askerlik kurumu Muaviye’den sonra –Miladi 660’lardan sonra- temel bir kırılmaya uğramıştır. Muaviye sonrası ordu ile öncesi askeri hizmetler arasında temel bir farklılık var. En azından öncesinde profesyonel ordu yoktu.

Çıra Yayınları, 2010 basım, 1.baskı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...