-2008 yılının 17 Ekim günü, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ beni gizli tutulmak kaydıyla sadece bu konuyu konuşmak için çağırmış, baş başa görüşmemizde 2.5 saat konuşmuş olmasına rağmen, bir kez bile “Kürt” sözcüğünü telaffuz etmemiş, telaffuzundan özenle kaçınmıştı.
-Pkk’nin ilk silahlı eylemleri Siverek’te Bucak aşiretinin reislerine yönelik olarak başlamıştı. PKK, Kürt toplumunun temel direği olan aşiret bağımlılıklarını da kırmayı hedef almış, bu yönüyle “modernist” sayılması gereken bir hareketti.
-2010 yılının Şubat ayında Şam’da beni dolaştıran Türkiye Büyükelçiliğinin o günleri de yaşamış şoförü bana Abdullah Öcalan’ın yaşadığı binayı gösterdiğinde gülümsemekten kendimi alamadım. Demek ki Abdullah Öcalan, Şam’a gittiğimizde kaldığımız ya da Türk resmi heyetlerinin kaldıkları mekânlardan yaya olarak 5-10 dakika uzaklıkta yaşıyordu. Nerede kaldığını elbette Türk güvenlik birimleri de, Suriyeli muhatapları da biliyorlardı ama bu konu bir türlü görüşülemiyordu.
-Tarihte bir Türkiye Cumhurbaşkanı’nın bir Kürt liderini ilk kez Çankaya’da kabul ettiği görüşme 14 Haziran 1991 Cuma günü gerçekleşti.
-Celal Talabani’nin (Özal döneminde gizlice) Türkiye’ye gelişi, Kürtlere ABD yolunu da açtı. ABD, Türkiye’nin tepkisini çekmemek için, Kürtlere hep uzak durmuştu. Türkiye’de yıllarca, ABD’nin Türkiye’ye karşı elinde “Kürt kartını” tuttuğu kanaati yaygındı. Gerçek tam tersiydi. ABD ile Kürtler arasındaki ilişkilerin gelişmesinin önündeki engel, Türkiye’ydi.
-Turgut Özal dışında Saddam’la daha önce bir sorun yoktu. Körfez Savaşı bittikten sonra, Ankara’nın Turgut Özal dışındaki bölümü için, Irak’a ilişkin olarak “status quoerte”ye dönmemek için zaten bir neden kalmamıştı. Dahası Ankara’nın söz konusu kesimi, Körfez Savaşından sonra 36.paralelin kuzeyinde Saddam’ın egemenliğinin kısıtlanması sayesinde oluşan Kürt yönetiminden de dehşete kapılmıştı ve Saddam’ı doğal müttefiki olarak görüyordu.
-Abu Cihad (Arafat’la beraber el-Fetih’in kurucusu) Amman’dan Tunus’a geçti ve İsrail’in akılları durduracak bir denizaşırı operasyonu sonucunda, Tunus’taki evinde 16 Nisan 1988 gecesi, eşinin ve o sırada evde bulunan iki çocuğunun gözleri önünde öldürüldü. Operasyonu Akdeniz’de bir Boeing 707’de bulunan Ehud Barak’ın yönettiği rivayet edildi. Daha sonra İsrail’de başbakan, dışişleri ve savunma bakanı olarak görev yapan Ehud Barak, bu iddiaları hiçbir zaman reddetmedi. İsrail komandoları evini bastığı sırada silahıyla karşı koymaya çalışan 53 yaşındaki Abu Cihad’ın vücudundan 70 mermi çıkartıldı.
-Aksi ne kadar söylenirse söylensin, Türkiye’nin yöneticileri Irak Cumhurbaşkanlığı koltuğunda bir Kürt’ün oturmasını pek sindiremediler. Davutoğlu, Irak’ta Mart 2010’da yapılan seçimlerden sonra, Celal Talabani ile Başbakan Nuri Maliki’yi İran’a yakın görmüş ve başbakanlığa Türkiye desteğindeki laik-Şii İyad Allavi’nin, cumhurbaşkanlığına ise Sünni Arab’ın –tercihen Tarık el-Haşimi- getirilmesine uğraşmıştı. Seçimleri kıl payı farkla önde bitiren, İyad Allavi’nin başında bulunduğu el-Irakıyye listesi değişik Sünni grupların bir koalisyonu niteliğindeydi ve bu listeyi büyük ölçüde Türkiye hatta bizzat Davutoğlu oluşturmuştu.
-Saddam rejimi, Irak’ın Sünni Arap yönetimlerinin sonuncusuydu. Saddam’ın Irak’ı uluslararası sistemin bölgesel (Kuzey Afrika- Yakın Doğu) alt sisteminin Şii İran ile temas noktasını ve deyim uygunsa İran’ın Arap dünyası yönündeki yayılmasının önüne dikilmiş en kalın duvarı ifade ediyordu. Irak, kendisi için yıllar boyu “Arap Dünyasının Doğu Kapısı – Bab Şarki el-alem’ül-Arabiyye” sıfatını benimsemişti. Irak’ın bu jeopolitik özelliği 1979’daki İran İslam devriminin yayılmasını önlemek amacıyla 1980’de İran’a karşı başlattığı ve 8 yıl süren kanlı savaşta hem uluslararası sistemin hem de tüm Arap dünyasının kendisini arkalamış olmasını izah eder. 2003’teki işgal de Saddam’ın yıkılması da bir anlamda 1.Dünya Savaşı sonrası bölgesel düzenin çöküşüne işaret eden Arap dünyasının “Doğu Kapısı”, İran’ın önünde açılıvermiş, İran’ın karşısındaki “Sünni Arap duvarı” çökmüştür. Saddam’ın ve onunla birlikte Irak’ta Sünni Arap azınlık yönetiminin denklem dışında kalması, mısır ve Suudi Arabistan’ın, Sünni Arap dünyasındaki hami konumlarını da ister istemez sarstı ve zayıflattı. 1.Dünya Savaşı sonrası çizilen sınırları harita üzerinde korunsa da yeni Irak’ın eski iktidar yapısına dayanması mümkün değildi. Mezopotamya toprakları tarih boyunca olduğu gibi bölgenin Arap olmayan iki büyük güç merkezinin rekabetine kendiliğinden açılacaktı: Türkiye ve İran.
-Türkiye, 2003’te kendisini savaş dışı bırakırken, savaş sonrası Irak’ta bir geçerlilik taşıması mümkün olmayan anti-Kürt bir Türkmen yanlısı yaklaşım üzerinden Irak politikasını inşa etmeye kalkmıştı. Bu özellikle, Turgut Özal’ın ölümünün ardından Türkiye’deki Kürt sorunuyla ilgili karar yapısına hâkim olan ve Irak’a da Kürt sorunuyla bağlantılı olarak güvenlik öncelikli bakan askerlerin tercihiydi. Askerlerin Türkmenleri manipüle ederek yürütmeye çalıştıkların anti-Kürt politikanın uygulayıcı birimi Özel Kuvvetlerdi.
-Aylar sonra Celal Talabani’ye Süleymaniye çuval olayını “Artık olayın üzerinden epey zaman geçti; gerçekte neydi o işin arkasındaki?” diye sorduğumda, kısa bir cevapla kestirdi attı: “Amerikalılar 1 Mart tezkeresinin intikamını aldılar. Başka bir şey değil…”
-Wolfowitz’in Ak parti yönetimindeki bir Türkiye’nin, Irak savaşı hazırlıklarında Amerika’nın geleneksel müttefiki olarak davranacağından da pek kuşkusu yoktu. Hatta Ak parti’nin İslamcı kimliği ile Türkiye’de iktidarını pekiştirmesinin gereğine ve öyle bir Türkiye’nin ABD’ye Irak savaşında desteğinin güvence altına alınmasının önemine o kadar inanıyordu ki, Tayyip Erdoğan’a Beyaz Saray kapılarını, Erdoğan’ın seçim yasaklısı olmasına ve adli soruşturma altında bulunmasına rağmen o açtı. Tayyip Erdoğan, kendisine açılan o kapıdan girerek dünyanın en güçlü devletinin en üst düzeyde elde ettiği meşruiyetin anahtarlarıyla Türkiye’de kendisini başbakanlığa taşıyacak kapıları da açtı.
-Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök hariç, en üst düzeydeki komutanlar tezkerenin geçmesi halinde ABD ile Ak parti hükümeti arasında sıkı bir işbirliğinin kurulacak olması ihtimalinden kaygı duyuyorlardı. ABD’nin Ak parti iktidarına yakacağı “yeşil ışık” işlerini zorlaştırtacaktı. 2002 seçimlerinin hemen sonrasında Ak parti’yi iktidardan uzaklaştırma hazırlıklarına girişmişlerdi.
-Murat Karayılan yakın tarihin kaçan çözüm fırsatlarının başında anılan bir grup PKK’linin Habur sınır kapısından Türkiye’ye girişi ve sonrasında yaşanan gelişmelere de değindi ve “ilk sizinle paylaşıyorum” diye söze girerek “Kandil’den adam göndermeyi Başbakan istedi. Onun elini güçlendirmek için jest yaptım. Habur’dan giriş yapacakları ben belirledim. Ama Habur da geri bastı. Oysa ilk iki gün sıkı durmuştu. Habur’da olup bitenin bizle ilişkisi yok. Olanlar, bunun sevinç patlamasıydı. Anlayamadılar” değerlendirmesinde bulundu. Bu değerlendirmesini “Çözüm biraz da risk ister” diye tamamladı.
-Türkiye Kürtlerinin, Türkiye içindeki konumlarına ilişkin sahip oldukları “temel görüş ayrılığı” ne derece “ideolojik” ise, Türkiye Kürtlerinin talepleri de Türk devleti açısından “ontolojik”tir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş ilkeleri, tepeden tırnağa gözden geçirilmeden ve 21.yüzyılın dinamiklerine uyacak biçimde güncellenmeden Kürt sorunu ne çözülebilir ne de yol açtığı ve açması muhtemel sorunların üstesinden gelinebilir. Kürt sorununun nihayet çözüm rotasına girdiğine dair büyük umutlar uyandıran ve kısaca “Açılım” diye ifade edilen 2009’da başlatılan girişimde çok geçmeden bu yüzden tıkanıp kalmıştır.
İletişim Yayınları, 2012 basım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder