-Ortaçağın sonunda dört büyük okur yazar dünya uygarlığı vardı. Bunlardan yalnızca İslam’ın modern dünyada sanayi öncesi inancını koruyabildiği görülüyor. Hristiyan dünyasının inancı tanınmayacak bir hale gelecek biçimde yeniden yorumlanıp düzeltildi. (Modernist Hristiyan ilahiyatı kavranması zor içeriğiyle, hiçliğe asimptotik yaklaşımıyla, her türlü açık “ussalcılığın” çok ötesinde, sekülerleştirme savının en iyi kanıtını oluşturur.) Yaşayan ruhunu izlemek mümkün olsa da Konfüçyüsçülük kendi yurdun da reddediliyor. Ülkesindeki seçkinlerin ne onayladığını ne de önünü kestiği Hinduizm bir halk dini olarak devam ediyor. Bir halkı ve bir büyük geleneği kapsayan ciddi bir din olarak yalnızca İslam ayakta kalmayı sürdürüyor. (17)
-Her ne kadar kendisi bir İslamiyetçi olarak görülmese de David Hume’un dinsel sosyolojisi büyük bir olasılıkla İslam’ın toplumsal rolüne ilişkin en iyi yaklaşımdır. (23)
-İbn Haldun’un kentlilerin şecere ve akraba grupları üyeliği iddialarının toplumsal bir hile, açıkça saçmalık olarak değerlendirdiği açıktır. Bunun nedeni şecerelerin zaten sahte (ki bunun önemi yok) olması değil, kaba ve yasa tanımaz bir çevrede, örneğin kendine güvenle ortaya çıkarılan etkili grup bilincini ifade etmesi istenilen toplumsal gerçekliğe artık tekabül etmemesidir. Düzenin kendi adına bir hükümdar tarafından sürdürülmesine izin veren kimse samimi olarak bir “cemaatin” parçası olduğu iddiasında bulunmamalıdır. Gerçek bir “cemaat” kendi savunmasını gözetir. Gerçek bir “cemaati” olmayan şecereler tamamen laf kalabalığıdır. Yasaya itaat siyasal hadımlıktır. Bunu çok sade açıklıyor: “Vergi ödeyen bir kabile ödeme konusunda kendini uysal bir itaate bırakana kadar bunu yapmadı, vergi ve haraç, zulüm görmenin ve yumuşak başlılığın gururlu insanlar tarafından kabul edilemez göstergeleridir. Böyle bir durumda grup duygusu kendi savunmasını ve korunmasını sağlayamayacak kadar güçsüzleşir. İnsan, vergi ödeyerek aşağılanan bir kabile gördüğünde onun saltanat yetkisine ulaşmasını asla umut edemez.” Gururlu kişinin düsturu, açıkça “temsil olmadan vergi yok” yerine “hiç vergi yok” anlayışındadır. (57-58)
-Yöneticilerin azınlıkların mali ve ticari faaliyetlerde kullanmalarının nedeni tefeciliğin caizliğine ilişkin bazı teolojik ayrıntılar değil, onların siyasal açıdan zararsız olmalarıdır. Saray muhafızı seçimi de benzer kaygılar göz önüne alınarak yapılmak zorundadır. Ancak İslam’a kabul edilmemek ya da ondan uzak durmak bu özel kapıları açarken, temel bir kapıyı da kapatır: dinsel şevk ve kabile ruhu üzerinden yeni bir hanedan yükseldiğinde, yönetici ya da onun egemen grubunun bir parçası olma umudu yoktur. (89)
-Peygamberin zamanında soydan gelen hakların şeriatın yarısını oluşturduğu söylenirdi. Sürülerin aileye, otlağın kabile kolektif mülkiyetine ait olduğu kırsal ya da kırsal ağırlıklı toplumlarda temel kaygı kuşkusuz kurum neyi miras alacağıdır. Endüstriyel toplum kıyaslanamayacak kadar daha karmaşıktır –ve bu toplum, içindeki kaynaklar ve çıkarlar üzerindeki iddialar daha çapraşıktır. Ancak endüstriyel toplumdaki çıkarların dağıtımında katı ahlakçı bir kuralı dayatma itkisi sosyalizm olarak bilinir. İslam’da içkin ahlakçı geleneğin uzlaşmasız ve kusursuz doğruluğa ilişkin uğraşı, modern toplumsal köktencilik için en can alıcı seçilme sebebi olabilir. Yine de egemen bir grubun varlığıyla bir araya getirilebilir iki ideolojinin bütüncülüğü kurumsallaşmış çoğulcu politikaları engeller ve böylece yöneticileri korur. Bu nedenle yalnızca görünüşte mantığa aykırı gibi görünen “İslami Marksizm”in Engels’i şaşkınlığa düşüreceğinden kuşku yoktur. (94)
-Hume’un din sosyolojisindeki salınım ve kutupsallık, geleneksel Müslüman toplumun karmaşık ancak yeterli bir tanımını vererek İbn Haldun’un siyasal sosyolojsiyle kaynaşabilmektedir. Kişiselleştirilmiş, örgütlenmiş, hiyerarşik, vacid, sofu olmayan kitabi olmayan dinlere yönelik itki öncelikle kabilesel toplumun ihtiyaçlarından ve ikinci olarak daha az imtiyazlı kentli tabakadan gelir. Kabilesel toplum, kelamın somutlaşmasını talep eder; insan aracılara, kabilesel sınır noktalarına, somut ve geçici pazarlara, tören düzenleyicilerine ihtiyacı vardır; kurallar etiğinden çok bir sadakat etiğini kabul eden ve bu sırada kentli yoksul vecd haliyle teselli olur. Tasavvuf bu nedenle halkın afyonudur. (104-105)
-Kitaba dayalı inanç üslubu moderize edilebilir; kabileye ve azize dayalı olan ise modernleştirilemez. Kitaba dayalı inanç belli bir bölgedeki bütün Müslümanları tek bir ulus olarak tanımlayıp ulusal bir ideoloji olarak sunulabilir. (Pakistan’daki gibi devletinin temelinin din mi yoksa ulus mu olduğu konusunda ikileme yol açsa bile) Bu ayrıca uluslararası ideolojik bir itibar da sağlar; soya bağlı ikinci dereceden azizler ve onların dine saygısızlık eden pazaryeri bayramları bundan yoksundur. Bir ulusun, turizmi cazip kılmak için başvurduğu yöntem gündelik şeyler ve ciddi kimlik için kullanılamaz. Yabancı işgal güçlerinin sunduğu ya da teşvik ettiği eski kabile tarzının kokuşmuş sapkınlıklar olarak görülmesi çok daha iyi olacaktır. (113)
-Balkan Müslümanlarının, “kişi ve aracı kültü” tipi İslam’ın sözcülerinin “reform” temsilcileriyle hararetli tartışmalara girmeye cüret ettiği son derece nadir bir vakayı oluşturmaları ilginçtir. (Başka yerlerde, artık açıkça gözden düşmüş bu tarzın temsilcileri kendilerine yöneltilen eleştirileri karşılamak için konumlarını düzeltme ve kendilerini eleştirenlerin düsturlarını bir ölçüde tatmin etme eğilimde oldular) Balkanların farklılığının açıklaması kolaydır; mutasavvıf ya da kitaba dayalı olsunlar, Müslümanlar her durumda kendi milli toplumlarında azınlıktı; bu nedenle muhafazakârlar muhaliflerini zımnen ya da açıkça vatan hainliği ile damgalanmakla tehdit edemediler. Kemalist, din karşıtı ilerleme çabası, uygulamada İslam’ın daha önceden muhalif olan kanatlarını onun sekülerleştirme politikasına karşı bir ittifaka çekebilir ve öylece bu yöntem kalıcı bir dinsel sorunu beraberinde getirir. II. Dünya Savaşı sonrası Türk politika tarihinin büyük bölümü Batılılaşan seküler elitin karşılaştığı ikileme dayalıymış gibi görünür; ya serbest seçimler yapmak ve seçim zaferini taşra ve küçük kentlerdeki dindar kesimlerin oylarına oynamak isteyen partilere devretmek ya da halk oyunu geçersiz kılmak pahasına Kemalist mirası korumak. Görünen o ki, demokrasiye ya da sekülerizme kavuşabilirlerdi, ancak ikisine birden değil; benimsedikleri ve içselleştirildikleri; yenilikçi fakat şaşırtıcı biçimde ters yüz olarak birbiriyle uyuşmayan unsurları içeren bir görünüme büründü. O zaman Kemalist mirasın bekçisi olarak ordu müdahale edebilir ve dinsel ilgiye yapılan sosyal sözleşmenin farklı bir versiyonu ilan edilebilir: Seçimleri kazanabilirsiniz ve zaferinizden aşırıya kaçmadan yararlanabilişiniz, ancak şansınızı fazla zorlarsınız yine müdahale eder ce sizi asarız. (115-116)
-Jeolojinin ve petrol zenginliğinin lütfu uygun bir zamanda İslam’ın muhafazakâr versiyonunun sıradan ekonomik sınırlamalar altında zor gerçekleştirilecek bir katılıkta uygulanmasının yolunu açtı –modern Libya örneği. Son yıllarda Kaddafi meşruiyetin kaynağını yalnızca muğlak olmayan Vahiy’le- yani Kur’an’la- sınırlayarak ve vahyin Peygamberin hayat örneği ya da salt ağızdan aktarılan “geleneklere” dayalı olan tartışmalarında oluğu gibi insanın ve tarihinin etkisiyle bozulmuş eklerinin yetkisini reddederek kitabiliğin mantığını önceki muhafazakârların uygulamaya cüret ettiklerinin de ötesine taşındı. Kaddafi vakası Suudi Arabistan’da Mekke kadısı başkanlığında bir komisyon tarafından ele alındı ve esas doktrinlerden sapmadan dolayı suçlu bulundu. Şurası açıktır ki, böylesine aşırı bir kitabilik tesis edilseydi bu –petrol zenginliği mucizesiyle zaten büyük rahatlık bahşedilen- yöneticiyi normal meşru teolojik külliyatın ona dayattığı kısıtlamalardan kurtaracaktı. Kur’an’ın soyut ve genel ve bu nedenle uygulamada muğlak emir ve hükümleri onu ulemanın son derece ayrıntılı tasarruflarına göre daha az sınırlayacaktı. Bu durum İsmaililerin uç noktadaki kişi kültürünün Ağa Hana kendi ümmeti içinde modernleşme yanlılarını seçmesinde –kitabiliğin ve ulemanın engellemesinden kurtararak- büyük özgünlük sağlamasına benzemektedir, dolayısıyla çok sınırlı bir kitabilik, dinsel yelpazenin karşı ucunda çeken etki yaratabilirdi. Kaddafi, Kur’an’ın kendisiyle çelişen sistemleştirilmiş gelenekler olarak düşündüğü sünneti geçersiz addedecek ve bu arada Müslüman takvimini hicret yerine Peygamberin ölümüne göre düzenleyecek kadar ileri giden ilk Sünni liderdi. (121-122)
-Balkan halkının genelde Müslüman olmayanlara uygulanan erkek çocuk vergisinden (devşirme) muaf tutulmaları kaydıyla İslam’ı kabul etmeye razı olmaları Osmanlı tarihini açıklayan en önemli bölümlerden biridir. (143)
-Durkheim ve İbn Haldun arasındaki fark şudur: Durkheim’ın toplumsal bağlılık açıklaması mekanik ve organik dayanışma arasındaki çelişkiye dayanır ve bu iki yolun bağlılığa düşkünlüğünün bilinmesini gerektirirken; İbn Haldun yalnızca mekanik dayanışmayı bilir. Kuşkusuz “organik” toplumun farkındadır, ancak onu uygarlığın gerekli ve vazgeçilmez önkoşulu olarak görse de asla dayanışmanın temeli olarak düşünmez. Siyasa ya da “bağlılıkçı” bir bakış açısından uzman kentlileri hakir görür; bu hala karşılaşılabilecek bir duygudur. (166)
-Ona ilişkin tuhaf ve dikkat çekici olan şey kesinlikle şudur: Kendi toplum türünü tamamen yanılarak tek toplum türü ve genel toplumsal insanlık durumunun bir modeli zannetmiş olsa da, bir biçimde, açık bir şekilde, bu toplum türünün nasıl yürüdüğünün son derece farkında olmasıydı. İbn Haldun, büyük, aşikar bir çelişmenin farkına varmaya bir tepki olarak, hiçbir durumda modern sosyolojiyle aynı tarzda açıklanamaz. O yalnızca çalışmayan bir şeyi gördü, ama yine de onu mükemmel olarak anladı. Bu bir sır olarak kalıyor. (169)
-İslam’ın dağıttığı ideolojik kartlar nelerdir? En önemlileri şunlardır: Kitaba dayalı, tamamlanmış (yani nihai olan) bir inanç hazırdır ve ilavelere ya da yeni peygamberlere yer yoktur; ayrıca ruhban sınıfı için bir teminat olmadığından dinsel fark yoktur ve üçüncüsü, akabinde devlet olan, hızlı başarılı fetihlerin dinsel olarak başladığından Tanrı’nınkiyle Caesar’ınki arasında, kilise ve devlet arasında ayrıma gerek yoktur. Bunlar İslam varlığının başlangıcındaki yüzyıllarda sabit biçimini aldığı zaman ortaya çıktıklarından, temel verilerdir. (186-187)
-Genel olarak söylenirse kentli mutasavvıf mistisizmi yasalara uyan, sınırlandırılmış, yavan (eleştirilerinde görüldüğü gibi) ulema Müslümanlığına bir alternatiftir. Kırsal ve kabile tasavvufu ona bir ikamedir. İlk olayda, tam olarak tatmin etmediği için ulema Müslümanlığına bir alternatif aranır. Diğerinde ise onun tasdiki temenni edilse de, uygun ve kentli formunda yerel olarak mevcut olmadığı ya da kabile bağlamında kullanılmadığı için bir ikame gerekir. (211)
-Modern Cezayir köktenciliğin izlerini taşır. Ulusal özgürlük mücadelesi tarifsiz ve hesap edilemez acı ve fedakârlıklarıyla istisnai bir şiddet örneğiydi. Yalnızca Vietnam ona baskın çıkabilir; başka hiçbir eski sömürge onunla mukayese edilemez. Bağımsızlıktan sonra, ekonominin hâkim tepeleri ve kırsal sektörün çok önemli bir bölümü hem endüstride hem tarımda auto-gestian’daki (işçilerin öz yönetimi) önemli deneyimleri de kapsayarak şöyle ya da böyle bir sosyalist üretim biçimine geçti. Dış politikada yönetimin, sömürgenin devam eden biçimleri olarak gördüğü uygulamalara karşı düşmanlığı ciddi ve devamlıydı. Cezayirliler koşullarının iyileşmesi için kendi çabalarına güvendiler. Bütün bu davranışlar –sosyalizm ve gayretli köktenciliğin izlediği kahramanca bir özgürlük mücadelesi- Cezayir’i uluslararası Sol’un Mekke’si yapmalıydı. Çok iyi bilinir ki vaat edilen ülke orada bir yerdedir. Cezayir en azından böyle bir rol açısından Rusya, Çin, Yugoslavya, Küba, Vietnam kadar iddialıydı. Aslında, Cezayir bu görüşün düşünürü ve şairini Frantz Fanon’da buldu. Doğuştan bir Cezayirli olmasa da kendisini Cezayir ulusal davasıyla özdeşleştirdi ve bu uğurda öldü. (264)
-İnsan, Kemalizmin bir Müslüman ülkenin modernleşme örneği olduğunu düşünmeye devam ediyor. Mevcut Cezayir kulturkampf’ı yalnızca acılı, demokratik ve çetindir. Ancak Atatürk’ün şok terapisinin bir tür ayna yansımasıdır. Anadolu köylüsünün İslamlaşırılmaktan uzaklaştırılması, bir Cezayirli teknokratı, Fransız etkisinden kurtarmak gibi eşyanın tabiatına aykırıdır. Her iki olayda da başarılı olunup olunmayacağı merak konusudur. (300)
-Geçerli Weberci nedenlere göre, modernleşmek İslam’la da ona rağmen de yapılabilir, yeter ki İslam’ın doğru türü, yani evliyaların değil Reformcuların İslam’ı olsun. (302)
Kabalcı Yayınları, 2012 basım, 1.baskı, Çeviren: Müfit Güney
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder