-Ekonomi, fizik, kimya v teknolojinin bakış açısından belirli bir sınırı olmayan iktisadi büyüme, çevresel bilimler açısından bakıldığında, zorunlu olarak önemli darboğazlara saplanmak durumundadır. Tek yönlü bir kazanma uğraşını amaç edinen hayat görüşü, daha açıkçası maddecilik, bu dünyaya sığmamaktadır; çünkü kendi içinde hiçbir sınırlayıcı ilke tanımazken, içinde bulunduğu çevre kesinlikle sınırlıdır. Çevremiz daha şimdiden üzerindeki bazı baskıların aşırıya kaçmaya başladığını bize duyurmaya çalışmaktadır. (21)
-Gereksinimlerin geliştirilmesi ve genişletilmesi, bilgeliğin karşı savıdır. Aynı zamanda özgürlük ve barışında karşı-savıdır. Gereksinimlerin artması kişinin kendi denetimi dışındaki güçlere bağımlılığını artırdığından varoluşsal korkularını da büyütür. Ancak gereksinimlerin azaltılmasıyla çatışmaların ve savaşların son nedenleri olan gerginliklerde bir azalma oluşturulabilir. (24)
-İnsanoğlu -emin olun ki- bu ıvır zıvır dünyayı aşmak zorundadır. Bilgelik ona yol gösterecektir; bilgelikten yoksun kaldığında, dünyayı yıkan bir dev ekonomi kurmaya yönelecek ve aya insan göndermek gibi fantezilerde doyum arayacaktır. Azizliğe doğru ilerleyerek "dünya"yı aşacak yerde servet, kudret, bilim ve hatta akla gelebilecek her türlü "spor"da ilerleyerek dünyaya üstün gelmeye çalışacaktır. (28)
-Eğer bir faaliyetin ekonomik olmadığı saptanmışsa, sürdürülmeye değer olup olmadığı artık tartışılmaz, kesinlikle reddedilir. Ekonomik büyümeye engel olduğu görülen bir şeyden utanılması gerekir; bundan hala vazgeçmeyen insanlar varsa ya sabotajcıdır ya da ahmak. Bir şey ahlaka aykırı ya da çirkin, ruhu zedeler ya da insanı yozlaştırır, dünya barışını tehdit eder ya da gelecek kuşakların mutluluğunu tehlikeye atar nitelikte görülse, "ekonomik" olduğu yadsınamadığı sürece var olma, gelişme ve yayılma hakkına tartışmasız sahiptir. (31)
-Pazarda insan ve toplum için yaşamsal önem taşıyan sayısız nitesel farklılıklar pratik nedenlerle hasıraltı edilir; ortaya çıkmalarına izin verilmez. Bu yüzden niceliğin egemenliği en büyük zaferlerini "pazar"da elde eder. Her şey her şeyle eşitlenir orada. Eşitlemek demek, her şeye bir fiyat biçip birbiriyle değiştirilebilir hale getirmek demektir. Ekonomik düşünce pazara dayalı olduğu ölçüde hayatın kutsallığını silip atar, çünkü fiyatı olan bir şeyde kutsallık olamaz. Bu bakımdan ekonomik düşünme tarzının toplumun tümüne egemen olması şaşırtıcı değildir; güzellik, sağlık ya da temizlik gibi basit değerler bile ancak "ekonomik" oldukları kanıtlandığı sürece yaşayabilirler. (34)
-"Bir zanaatkâr, istenirse makine ile araç arasındaki ince ayırımı yapabilir. Örneğin halı tezgâhı bir araçtır, ustaların parmaklarıyla örülecek olan iğne ipliklerin gergin bir şekilde tutulmasını sağlar. Ancak otomatik tezgâh bir makinedir, işin aslı insana ait olan kısmını yaptığından kültürü zedeleyici bir nitelik taşır." Ananda Coomaraswamy (41-42)
-İnsanlar kafayı zorlamayan bir mantıkla, hızlı ulaşım ve anında haberleşme olanaklarının özgürlüğün boyutlarını genişlettiğine inanırlarken (ki bazı önemsiz bakımlardan gerçekten böyle olur) bu ilerlemenin herşeyi aşırı ölçüde tehlikelere açık ve güvensiz hale sokmaktan, yıkıcı etkilerini giderici bilinçli politikalar geliştirip önlemler alınmadığı takdirde, özgürlüğü yok edici bir eğilim taşıdıklarını gözden kaçırmaktadırlar. (53)
-19.yy'ın önde gelen fikirleri, metafiziği ortadan kaldırdıklarını iddia ededursunlar, kendileri kötü, zalim ve yaşamı yıkıcı türden bir metafizik oluşturmaktadırlar. Bizde ölümcül bir hastalığa yakalanmış gibi çekiyoruz onlardan. (69)
-Çiftçi, mümkün olan her araçtan yararlanmak, maliyetlerini kısmak ve verimliliği artırmak zorunda olan bir üretici olarak düşünülür yalnızca. Bu arada tüketen insan için gerekli olan toprak sağlığını ve doğal manzaranın güzelliğini zedelerse zedelesin, isterse bunun sonucunda kırsal kesim boşaltılıp kentler aşırı kalabalıklaşsın. Bugün büyük çaplı çiftçiler, hayvan yetiştirenleri, gıda maddesi imalatçıları ve meyve yetiştiricileri vardır ki, kendi ürünlerinden herhangi birini temeyi düşünmezler bile. "Neyse ki zehir kullanılmadan organik olarak yetiştirilmiş ürünleri satın alabilecek paramız var." derler, kendilerinin neden organik yöntemlere bağlı kalıp da zehirli maddeleri kullanmaktan kaçınmadıklarık sorulduğunda ise olanaklarının buna elvermeyeceğini söylerler, insanın üreten olarak elinden gelen şeyler başka başka şeyler olmaktadır. Gelgelelim her ikisi de aynı insan olduğundan, insanın -yada toplumun- olanaklarının gerçekten neye elverip elvermediği sorusu sonsuz bir karmaşaya yol açmaktadır. (81)
-Zamanımızda, toprağın ve dolayısıyla tarımın yanı sıra uygarlığın bütününü de tehdit eden asıl tehlike, kentli insanın sanayinin ilkelerini tarıma da uygulamakta direnişidir. (84)
-Kaba maddeci görüş, tarımı "temelde gıda üretimine yönelik" olarak görür. Daha geniş bir görüş ise tarımın en azından üç işlevi yerine getirmesi gerektiğini ileri sürer:
1-İnsanı canlı doğa ile temas halinde tutmak, insan canlı doğanın gayet duyarlı bir parçasıdır ve öyle kalacaktır
2-İnsanın daha geniş kapsamlı çevresini insancıllaştırmak ve soylulaştırmak
3-İnsana yaraşan bir yaşam için gereksinilen gıda maddelerini ve başka malzemeleri üretmek
Bu görevlerin ancak üçüncüsünü kabul eden ve öteki iki görevin yalnızca ihmali değil, sistemli olarak etkisizleştirilmesi pahasına da olsa amansızca sürdürülen bir uygarlığın uzun dönemde ayakta kalma şansı olduğuna inanmıyorum. (86-87)
-Dünya nüfusunun yüzde altısından az bir kesimini beslemek için dünya kaynaklarının yüzde kırkını kullanan bir sanayi düzenine verimli diyebilmek için, insanların mutluluğu, refahı, kültürü, barışı ve uyumu açısından çarpıcı başarılar elde ermiş olması gerekirdi. Amerikan sisteminin buu başaramadığı gerçeği üzerinde durmaya bile gerek yoktur; dünyanın sınırlı kaynaklarından daha fazla tüketerek, daha hızlı bir üretim artışı sağlansa bile, bu başarıyı elde etmesine en küçük bir olasılık bulunmamaktadır. (92)
-Yeni bir "boyut"un olduğu şu gerçekten de bellidir ki, insan şimdi radyoaktif açmazlar yaratabilecek durumda ve yaratmakta iken bunları bir kez yarattıktan sonra radyoaktivitelerini azaltacak hiçbir şey yapamamaktadır. Hiçbir kimyasal reaksiyon, hiçbir fiziksel müdahale işe yaramamakta, bir kez başlatılan radyasyonun şiddeti ancak zamanla azalmaktadır. Karbon-14, 5900 yıllık bir yarı-ömür süresine sahiptir; yani radyoaktivitesinin başlangıçtakinin yarısına inmesi için 6000 yıla yakın bir sürenin geçmesi gerekir. Strontium-90'ın yarı ömrü ise 28 yıldır. Yalnız yarı ömür süresinin uzunluğu ne olursa olsun, bazı ışınlar neredeyse sonsuza dek etkili olmakta ve radyoaktif maddeyi güvenceli bir yerde saklamaya çalışmaktan başka yapılacak bir şey kalmamaktadır. İyi ama nükleer reaktörlerin yarattığı çok yüksek miktarlardaki radyoaktif atık için güvenceli bir yer olabilir mi? Yeryüzünde hiçbir yer yoktur ki, tam güvence sağlasın. Bir zamanlar bu tür atıkların okyanısların derinliklerine dökülebileceği, çünkü bu kadar derinlerde hiçbir canlı varlığın yaşayamayacağı varsayılıyordu. Oysa Sovyetlerin derin denizlerde yaptıkları araştırmalar bunun yanlış olduğunu göstermiş bulunmaktadır. Yaşan olan yerde de radyoaktif maddeler biyolojik döngüye girmekte, bu maddelerin suya dökülmesinden birkaç saat sonra büyük bir kısmının canlı organizmalara yerleştiği görülebilmektedir. Plankton, deniz yosunu ve birçok deniz hayvanlarının bu tür maddeleri 1000 katı ve hatta bazı hallerde bir milyon katı yoğunlaşmış halde emebilme yetenekleri vardır. Bir organizma diğerinden beslendikçe, radyoaktif maddelerin de biyolojik sistemin basamaklarını tırmanarak gerisin geriye insana ulaştırmaktadır. (106)
-Bu bakımdan teknolojinin bize ne yararı dokunduğunu araştırmaya değer. Kuşkusuz bazı işleri azaltırken bazılarını da çoğaltmaktadır. Modern teknolojinin azaltmakta ve giderek toptan yok etmekte en başarılı olduğu iş türü insan elinin şu ya da bu biçimde gerçek malzemeyle temas halinde olduğu, ustalık isteyen üretken işlerdir. İleri sanayi toplumlarında bu tür çalışma aşırı seyrekleşmiş, bu tür işten doğru dürüst ekmek parası çıkarmak hemen hemen olanaksızlaşmıştır. Modern insanın nevrozlarından büyük bir kısmı bu gerçeğe dayalı olabilir, çünkü Thomas Aquinas'ın bir beyin ve iki ele sahip bir yaratık olarak tanımladığı insan, hiçbir şeyden her iki eliyle ve beyniyle yararlı ve üretici bir iş yapmaktan aldığı zevki almaz. Bugün bir insanın bu sıradan zevki tadabilmesi için zengin olması gerekmektedir. Çalışacak bir yere ve iyi bir gereçlere sahip olabilmesi, iyi bir eğitici, öğrenmek ve uygulamak için de yeterince zaman bulacak kadar şanslı olması gerekmektedir. Ücretli bir işi gereksinmeyecek kadar paralı olmalıdır. Çünkü bu açıdan doyurucu, işlerin sayısı gerçekten çok azdır. (116)
-Hemen hemen tüm kalkınan ülkelerde görülen sıhhatsiz ve bozucu eğilimlerden biri gittikçe daha belirgin bir şekilde bir "ikili ekonomi"nin oluşmasıdır; birbirinden dünyalar kadar değişik iki ayrı yasama düzeni vardır. Sorun, tek bir yaşam tarzını paylaşan, insanlardan bazılarının varlıklı bazılarınınsa yoksul olmaları değildir; iki değişik yaşam tarzının bir grubun en alt düzeyindeki kişinin geliri, öteki grubun en sıkı çalışan üyesinin gelirini defalarca katlayacak şekilde yan yana gelmesidir. İkili ekonomiden doğan toplumsal ve siyasal gerginlikler tarife gerek bırakmayacak kadar apaçık ortadadır. (125-126)
-Yoksul bir kişi için çalışma fırsatı bulmak gereksinimlerin en büyüğüdür ve düşük ücretli ve görece verimsiz işler bile boş durmaktan iyidir. (133)
-İlk gereksinim ne kadar ufak çapta olursa olsun karşılığında bir ödül getiren bir işe başlamaktır. İnsanlar ancak zaman ve emeklerinin bir değeri olduğunu görürlerse daha da değerlendirmek için çabaya girişirler. (133)
-Aslında bana kalırsa bugün kalkınan ülkelerin görünürdeki girişimci yetersizliğine neden, ileri düzeyde bir teknolojinin ileri düzeyde olmayan bir çevreye sızmasından doğan "olumsuz gösteriş etki"sidir. Elverişli, orta ölçekli bir teknoloji uygulandığında girişimcilik yeteneklerinin eksikliğinden ötürü başarısızlığa uğramayacak, modern sektördeki girişimcilerin sayısını da azaltmayacaktır. Tersine, sistemli, teknik üretimlerini halka yaymakla gereksinilen yeteneklere sahip kişilerin sayısını çoğaltacaktır. (142)
-Değişimin doğası babaların oğullarına öğretebilecekleri veya oğulların babalarından alabilecekleri bir şey bırakmayacak hale geldiyse, aile hayatı çöker. Tüm toplumların yaşamı, çalışması ve mutluluğu; ölçüsüz değer taşıyan ve çok duyarlı olan bazı "psikolojik yapılar"a dayalıdır. Toplumsal dayanışma, işbirliği, karşılıklı saygı ve her şeyden önemlisi, kişinin kendine saygısı; düşmanlıklar karşısında yüreklilik ve zorluklara göğüs germe yeteneği ve daha birçok şey bu "psikolojik yapılar"ın ağır hasar görmesiyle çözülür ve yok olur. Kişi, kendi kendini yararsızlığına inandırdığı anda mahvolur. Ne kadar hızlı ve büyük olursa olsun, hiçbir ekonomik kalkınma bu tür kayıpların yerini dolduramaz. Aslında ekonomik kalkınma bu tür kayıplar yüzünden engellenir. (147)
-Bir insanın maruz kalabileceği en büyük yoksunluk kendini geçindirmek, ekmeğini kazanmak olanağına sahip olmamaktır. (167)
-Gerek kuramsal düşünceler gerekse pratik deneyimler beni şu sonuca götürmüştür: Sosyalizm yalnızca gayri iktisadi değerleri ve ekonomizm dini aşma olanakları yarattığı için ilgilenmeye değerdir. "Köşeyi dönme" zihniyetine tapınmanın baskın olduğu ve milyonerleri toplumsal kahramanlar olarak kutsayan bir toplum kamusallaştırmadan kazanacağını onsuz da kazanabilir. (193)
-Tartışma konusu olan ekonomi değil, kültürdür; yaşam düzeyi değil, yaşamın niteliğidir. Ekonomizm ve yaşam düzeyinin icabına kapitalist bir sistem de biraz planlamayla ve gelir dağıtıcı vergilendirmelerle, pekâlâ bakılabilir. Oysa kültür ve yaşamın genel niteliği artık böyle bir sistemde kaçınılmaz olarak yozlaşmaya mahkûmdur. Sosyalistlerin, kapitalistlerden daha fazla kapitalistleşmek için değil, daha demokratik ve saygın bir sanayi istemi geliştirmek, makinelerin daha insanca kullanılmasını ve insan zekâsının ve çabasının meyvelerinin daha akıllıca değerlendirilmesini sağlamak amacıyla kamu sektörünün işletilmesini talep etmeleri gerekir. Eğer bunu elde ederlerse, geleceği avuçlarının içine almışlar demektir. Aksi takdirde özgür doğmuş insanların alın terine değecek hiçbir şeyleri yoktur sunacak. (198)
Varlık Yayınları, 2015 basım, Çeviren: Osman Çetin Deniztekin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder