-Artık kimse, devletin ya da ekonominin yöneticisi durumunda olan kişilerin toplumun zararına bile olsa, kendi kişisel yararlarını öne alarak karar vermelerini yadırgamamaktadır. Günümüz ahlâk anlayışının temel taşlarından bir tanesi, kendi çıkarını her şeyin önüne almak olduğu için, bu davranışa şaşırmamak gerekir. İnsanların çoğu, açgözlülük ve sahip olmak ihtirasının kendi gerçek isteklerine kulak verme konusunda onları nasıl engellediğinin farkında bile değillerdir. Aynı zamanda, ortalama insanlar kendi sorunları ile uğraşıp, boğuşmaktan kafalarını kaldırıp da, bir türlü kendi dışlarında nelerin olup bittiğine bakma fırsatını bulamamaktadırlar. (30)
-"Olmak" sözüyle, kişinin hiçbir şeye sahip olmadığı ve hiçbir şeye açlık duymadığı, tam tersine büyük bir sevinç içinde bütün yeteneklerini üretici bir biçimde kullanarak, dünya ile bir olduğu varoluş biçimini anlatmak istiyorum. (39)
-Batı dillerinde son yüzyıllarda görülen eylem sözcüklerinin azalıp, isim sözcüklerinin artması eğilimi, dilde bile, "olmak"tan "sahip olmaya" doğru bir gidişin habercisidir. (41)
-Günümüzün konuşma diline tipik, belki de biraz abartılmış bir örnek vermek istersek: Bir bayan hasta, psikiyatrisi doktora gelecek olsa, şöyle der büyük bir ihtimalle: "Doktor Bey, benim bazı sorunlarım var.” Birkaç yüzyıl öncesinde ise, sözüne hiç şüphesiz: "Doktor Bey, kendime bazı şeyleri dert ediyorum" diyerek başlardı. Modern konuşma dili, yabancılaşmanın vardığı büyük boyutları, iyice ortaya koyuyor. "Kendime bazı şeyleri dert ediyorum" yerine "bazı sorunlarım var" demekle, öznel deneyi, benim dışımda olan ve benim sahip olduğum bir nesneye dönüştürmüş oluruz. Deneyi yapan "ben", yerini sahip olduğum "o şey"e bırakmıştır. Kişinin duyguları, onun sahip olduğu şeye dönüşmüş ve bir sorun olmuştur. "Sorun" her türlü zorlukla karşılaşılması halinde kullanılan bir soyutlamadır. Sorun bir nesne olmadığı için, benim ona sahip olmam düşünülemez. Buna karşılık, sorun bana sahip olabilir. Başka bir deyişle, ben kendimi bir "sorun" haline dönüştürdüğüm için, yarattığım bu benim dışımdaki nesne, beni belirlemeye, bana sahip olmaya başlamıştır. Bu tür bir konuşma, toplumdaki gizli ve bilince çıkmamış yabancılaşmanın, açığa vurulmasını sağlamaktadır. (42-43)
-Tüketim, günümüz aşın üretim toplumunun belki de en önemli sahip olma biçimidir. Tüketilen şeyin kişiden geri alınması imkânsız olduğu için, bu durum korku duygusunu azaltmaya yarar. Ama her tüketilen şey, tüketildiği andan itibaren, tüketiciyi tatmin edemez hale geldiği için de insanlar yeniden ve daha fazla tüketime yönelmek zorunda kalmaktadırlar. Bu çarkın sonu bir türlü gelmeyince, hep tatminsiz bir çırpınış içinde bocalayan modern tüketiciler, kendilerini şu formülle ifade etmektedirler: "Ben, sahip olduğum ve tükettiğim şeyler dışında bir hiçim." (48-49)
-"Olmak" kökenli hatırlama, bir zamanlar duyulmuş ya da görülmüş olan bir şeye, yeniden canlılık kazandırılması demektir. (55)
-Her şeyi titizce yazan öğrenciler büyük bir ihtimalle kendi yeteneklerine güvenen, en azından gerekli özü anlayıp, aklında tutmaya çalışan öğrencilere oranla (belki daha başarılı gibi görünseler bile, gerçekte), daha az anlayan ve daha az hatırlayanlardır. (56)
-"Olmak" biçimli bir davranış biçimine sahip olan bir insan ise, bir konuşma ya da sohbet için, hiçbir şeyi önceden hazırlamaz ve kendini çeşitli biçimlerde pohpohlamaya gerek duymaz. Onun yaptığı, olayın içinde spontan ve üretici bir biçimde davranıp, tepki göstermektir. Böyle bir kişi, bilgilerini, toplumdaki yerini unutmuştur ve kendi benliği kendisine bir engel oluşturmadığı için de başkalarına gerçekten ilgi duyup, onların fikirlerine değer verebilecektir. Korkuyla bazı şeylere bağlı ve onlarla kısıtlı kalmadığı için de her an yeni fikirlere açıktır, yeni düşüncelerin gelişmesine katkıda bulunabilir. "Sahip olmak" tavrındaki kişi, sahip olduğu şeylere güvenir. "Olmak" ilkesine göre davranışlarına biçim veren bir kimse ise, varoluşunun ve yaşadığının bilinci içinde davranır. (58)
-Bizim eğitim sistemimiz, insanlara bilgiye sahip olmayı öğretmektedir. Sahip olunacak bilgi düzeyinin de o insanın gelecekte sahip olması beklenen mülkiyetin veya sosyal prestijin düzeyi ile eşdeğer olmasına dikkat edilmeye çalışılmaktadır. Sahip olmaları gereken en az bilgi, işlerini iyi görmeleri için onlara yeterli olan bilgi düzeyi ile sınırlandırılır. Yani bilgi bunun altında olmamalıdır. Buna ek olarak, herkes, kendine değer verme duygusunu sağlayacak ve sosyal prestijini güçlendirecek bir "lüks bilgi" paketine de sahip olmak zorundadır. Okullar, her ne kadar öğrencilerini insan ruhunun ve aklının en yüce değerleri ile doldurduklarını savunuyorlarsa da yaptıkları şey, bilgi paketleri üretmektir ve bu açıdan bakınca, okulları birer üretim fabrikasına benzetmek mümkündür. (65-66)
-Meister Eckhart, "sahip olmak" ile "olmak" arasındaki farkı, ondan başka kimsenin erişemediği bir mükemmellik içinde, bütün derinliği ve açıklığı ile ortaya koyup, çözümlemiştir. Bir teoloji bilgini ve Alman mistisizminin en önemli kişiliği olan Eckhart aynı zamanda Alman düşüncesinin en radikal düşünürüdür. Vaazlarında dile getirdiği gerçekler ile yalnızca öğrencilerini ve çağdaşlarını etkilemekle kalmamış, kendisinden sonra gelen Alman mistikçilerini ve hatta günümüzde "Tanrısız", ama yine de "dindar" bir yaşam felsefesi arayanları da etkisi altına almıştır. (85)
-Sahip olmacı düşünceyi incelemen, unutulmaması gereken bir nokta da on dokuzuncu yüzyıldan sonra bu düşünceyle ilgili tutumlarda görülen bazı değişikliklerdir. Mülkiyete olan bağlılık, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki on yıl içinde ortadan kalkmış gibiydi. Önceleri "eski güzeldir!" sloganı ile herkes, sahip olduğu şeyleri saklamak, onlara bakmak ve kullanabildiği kadar kullanmak tutumundayken, savaş sonrasında bu anlayış değişmiştir. Günümüzde ise herkes, sanki atmak için satın alıyor gibidir. Günün moda düşüncesi "kullan, tüket ve at!" biçiminde gösteriyor kendini. Yeni bir şey, otomobil, elbise veya teknik bir araç alındıktan bir süre sonra, kullanımdan sıkılan ve bıkan kişi, piyasadaki en yeni modellere sahip olmak tutkusuyla yanmaya başlar. Bunun için de eskisini atar veya yenisi ile değiştirir. "Yeni olan güzeldir!" anlayışı, yani kazanmak, elde etmek, kullanmak ve atmak, çağdaş yaşam düşüncesini belirleyen en önemli alışkanlıklardır. (98)
-Günümüzde kişi, ilişkide olduğu insanlara karşı da sahip olma eğilimiyle doludur. Doktordan, dişçiden, avukattan ve işçiden bahsederken, "benim doktorum", "benim dişçim”, "benim avukatım" ve "benim işçim" demektedir. İnsanlar dışında eşyalar, hatta duygulardan konuşulurken bile, onlar da bir mülkiyet kapsamı içinde anlatılırlar. "Benim hastalığım", "benim ameliyatım", "benim ilaçlarım" derken, kişilerin yaşadıktan olayları sahip oldukları şeylermiş gibi ele aldıkları görülür. Böyle kişilerin sağlıklarındaki bir bozulmayı, ellerindeki hisse senetleri değer yitirmiş gibi algılayıp, öyle değerlendireceklerine de kuşku yoktur. (100)
-Onsekizinci yüzyıldan sonra Batı toplumlarında "tarih" ve "gelecek" kavramları, dinsel cennetin yerini aldı. Artık tarih kitaplarının dipnotlarında yer almayı garantileyecek şöhret, tanınmışlık veya adının kötüye çıkması gibi özellikler, ölümsüzlüğün kanıtları sayılıyor. Şöhret özlemi, geleneksel dinlere ve öteki âleme inanmayan kişiler (özellikle politikacılar) için salt dünyasal bir tutkudan öte, dinsel bir anlam da taşımaktadır. Bu çerçeve içerisinde halk, ölümsüzlüğe giden yolu hazırlamakta, reklâm menajerleri ise çağın papazları olma rolünü üstlenmektedirler. (110-111)
-"Olmak" kişinin herkeste (değişik oranlarda) var olan özelliklerini ve insancıl zenginliklerini değerlendirerek, onları geliştirmesi demektir. (118)
-Spinoza'nın aktivite ve pasivite üzerine yaptığı açıklamalar, endüstri toplumlarının radikal bir eleştirisi özelliğini de taşımaktadır. Günümüzde para hırsı, sahip olma ve şöhret gibi güdülerin yönlendirdiği insanlar, normal ve toplumla uyum içinde sayılırlarken, Spinoza çok önceden bunların son derece pasif ve hasta olduklarını belirtmiştir. Spinoza'nın kendi yaşamı ile örnek olduğu aktif insan tipine, günümüzde çok ender rastlanmakta ve normal sanılan aktiviteye uyamadıklan için, böylesi kişiler "nevrotik" damgasını yemektedirler. (127)
-İnsanda iki türlü eğilim vardır: Bunlardan birincisi, biyolojik olarak yaşamda kalma ve yaşama arzusuna bağlı olup, ondan güç bulan "sahip olmak" güdüsü; ikincisi ise, insan varoluşunun gereklerinden, özellikle yalnızlık ve terkedilmişlik duygusundan kurtulabilmek için, başka insanlarla bir olmak ihtiyacından doğan "olmak" güdüsüdür. İnsanda bu iki eğilim de yanyana ve birlikte bulunduğundan, toplumun yapısı ile kurallar ve değerler sisteminin alacağı biçim, insanlarda hangi eğilimin ağır basacağını belirleyen en önemli etken olmaktadır. "Sahip olmak" eğilimini destekleyen yapıdaki toplumlar, insandaki "sahip olmak", "olmak” eğilimine değer veren toplumlar ise, yine insanın doğasındaki "olmak" güdüsünden kaynaklanmaktadırlar. Bu nedenle, hangi potansiyel enerjiye ağırlık ve öncelik vereceğimizi iyi hesaplamamız gerekir. Ama şunu da eklemeliyim ki, bizim kararımız, toplumun sosyo-ekonomik yapısına ve koşullarına da sıkı sıkıya bağlıdır. (138-139)
-"Sahip olmak" tutkusunu duymadan ve bu nedenle de korku ile sahteliğe yer vermeyen ve içten geldiği biçimde davranılan durumlara, insanların küçük çocuklarla olan ilişkilerinde de rastlanır. Gerçi burada, çocuk dostu olmak rolünün sık sık oynandığı bir gerçektir. Ama yine de içten geldiğince ve önyargısız davranıldığı durumlar çoktur. Bence bunun en önemli nedeni, çoğu kimsenin gençlere ve yetişkinlere duyduğu korkuyu, çocuklara karşı duymayışıdır. Bu korku özgürlüğü, yani korkusuzca davranabilmek insana, korku içinde olduğu sürece gerçekleştiremeyeceği şeyleri yapabilme ve sevebilme imkânını verir. (145-146)
-Sosyo-ekonomik yapı, karakter yapısı ve dinsel yapı, birbirlerine ayrılamayacak derecede bağlıdırlar. Eğer dinsel sistem, toplumda yaygın olan sosyal karakterle uyuşamaz ve toplumsal pratik ile çelişecek olursa, boş bir ideoloji olmaktan öteye gidemez. Böyle bir durumda gerçek dinsel yapı, biz bunun farkına varmasak da görünen uygulamanın gerisinde yatar. Bazı durumlarda bu gerçek yapının bilincine varılması, onunla bağlantılı olarak gizli duran insan enerjisini açığa çıkararak onun, toplumun sosyo-ekonomik yapısının değiştirilmesi yönünde bir baskı aracı biçiminde kullanılmasını sağlar. (175)
-Kişilerin bilinçleri ve davranışları da doğal olarak bu çevresel etkenlerden etkilenmektedir. Bir görevi yerine getirmek için yetenek ve istek yeterli olmamaktadır. Başarıya ulaşabilmek, başkalarıyla mücadeleye girip, kişiliğini onlardan daha iyi tanıtıp, sunabilmeye bağlı kaldığı sürece, kişiler bu türlü davranmak zorunda bırakılmış olmaktadırlar. Eğer bir insanın ekmeğini kazanabilmesi yalnızca kendi bilgi ve becerisine bağlı kalsaydı, kişinin kendi değeri de bu yetenekleriyle paralel olarak, yani onun kullanım değeri ile belirlenecekti. Ama başarı, kişiliğin ne kadar süslenip, nasıl satıldığına bağlı olduğu için, bireyler kendilerini bir eşya, bir mal olarak, daha doğrusu hem satılan mal ve hem de alıcı olarak görmektedirler. Artık insanlar kendi yaşamları ve mutlulukları için değil, en iyi biçimde satılabilmek için uğraşır olmuşlardır. (186)
-Üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve buna benzer amaçlar, sosyalist ve komünist sloganlar olmuşlar ve gerçek sosyalizmin uygulamasını saptırmaktan başka bir işe de yaramamışlardır. "Proleterya diktatoryası” ya da "entellektüel elit tabaka" gibi kavramlar "serbest rekabet ekonomisi" ya da "özgür uluslar" gibi sözlerden bile daha yanıltıcı ve gerçekleri örtücü bir işlev görmüşlerdir. Marx'dan Lenin'e kadar olan sosyalistlerin ve komünistlerin, istedikleri toplum yapısı için hiçbir kesin plânları yoktu ve bu, sosyalizmin en zayıf tarafıydı. (217-218)
-Rekabetin olduğu bir pazar ekonomisine rağmen, büyük reklâmlar aracılığı ile tüketim ve tüketim arzusu sürekli yükselmektedir. Reklâmlar yoluyla firmalar aslında birbirlerini koruyup, desteklemektedirler. Çünkü yaptıkları şey, genelde tüketim tutkusunu ateşleyip, geliştirmektir. Tüketiciler bir şeyi isteyip, istememe konusunda değil ancak birbirleriyle yarışan markalar arasında bir seçme yapma imkânına sahiptirler. (221)
-Canlı olan insan, bir rakam haline dönüştürüldüğü zaman, bürokrat onun durumunu tüm acımasızlığı ile ele alıp, öyle davranacaktır. Çünkü durumuyla ilgilendiği insanla arasında, hiçbir insanca ilişki veya bağ kalmamıştır. Bürokratlar bir sadistten daha az utanç duymalarına rağmen, onlardan daha tehlikelidirler. Çünkü vicdanları ile görevleri arasında bir çatışma duymazlar. Vicdanları onlara görevlerini yapmalarını emreder. Bu nedenle insanlara karşı herhangi bir duygu ile dolmaları ya da merhamet hissetmeleri söz konusu değildir. (230)
Say Yayınları, 2017 basım, 6.baskı, Çeviren: Aydın Arıtan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder