11 Mayıs 2025

TÜRK ENTELEKTÜEL TARİHİNİN TEŞEKKÜL DEVRİ - FATİH MEHMET ŞEKER

-Tefekkür tarzı ve dünya görüşü noktasında müşterek tavra sahip insanlar aynı ırk ve milliyettendir. (5.dipnot/ Dikkat, Elmalılı Hamdi Efendi ile İsmet Özel'indir) (12)

-İslam hayat üzerinde otoritesini, yerleşmiş anlayışlara uygun olarak hareket eden insanlar sayesinde kurduğuna ve mütefekkirler buradan hareketle düşüncelerine bir alan açtıklarına göre hadiseler ve meseleleri halk muhayyilesinde yeni baştan şekillendirmenin sınırı kendiliğinden ortaya çıkar. O halde bazı şeyleri menkıbevi bir kisveye büründürmenin yahut da Farabi'nin ifade ettiği gibi efsaneleri gündeme getirmenin insanı huzur ve sükuna kavuşturan bir cephesi vardır. (89.dipnot/ Farabi, Felsefetü Aristotalis, sf:61)Fikirler bu şekilde halkın itikad dünyasında mana halini alır; zira hisleriyle hareket eden ve hakikati efsaneleştirmeye yatkın olan avamın anlayış seviyesi, ma'kulatı ancak mahsusa benzetmek vasıtasıyla idrak eyler. (90.dipnot/ İsmail Rusuhi Ankaravi, Şerhu'l Mesnevi, V, 65) Bu vadide tarihi tecrübe kemalatı elde etmeye alıştırmak için kavimlerine ahiret hallerini bir takım cismani lezzetlerle ve hissi suretler ile temsil ve tasvir eyleyen nebilerin metodunu devamlı olarak (91.dipnot/ Varidat-ı Bedrettin, sf:14,22) tazeler. İslam entelektüel geleneğinin Hazret-i Peygamber(sav)'den sonra en büyük payeyi verdiği Gazali, Şeyh Bedreddin'in de gündeme getirme ihtiyacı hissettiği gibi İhyau Ulum ve Kimya-yı Saadet'te insanlara istidad kazandırarak yavaş yavaş hakkı kabul ettirme yolunu tercih eder. İşin başlangıcında mahza tahkike kabiliyeti olmayan halka, delalette kalmamaları veya hakikat erbabını tekfire kadar varmamaları için hakikatleri doğrudan açıklamaz. Hakka yakın olmayı halka yakın olmakla ölçen bir geleneğe mensup olan, haliyle fikrin sorumluluğunu üzerine alan Gazzali, filozofların adeta hakir gördükleri gerçekleri felsefenin gündemine taşır. Entelektüelin halkın içine nasıl inerek onların üstüne çıkabileceğinin metodunu verir. (32-33)

-Ayrıntılar üzerinde gezinerek esasa doğru yol almanın lüzumu ortada olduğuna göre tam bu noktada ahlakın adetten elde edilmesi gerektiği gerçeğine intikal edebiliriz. Ahlaki faziletler (159.dipnot/Ahlaki faziletler iffet, şecaat, cömertlik ve adalet etrafında kendini gösterir. Akli faziletler de hikmet, akıl, akıllılık, zeka ve anlayış mükemmelliği gibi hususlarda kendini gösterir. Farabi, Fusul l-Medeni, sf.108) ve reziletler, ancak belirli bir mizaçtan doğan fiillerin belli bir zamanda defalarca tekrar edilmesi ve alışkanlık haline getirilmesi suretiyle nefiste meydana gelir ve yerleşir. Eğer bu fiiller iyi iseler, nefiste meydana gelen şey bir fazilet, kötü iseler bir rezilet olacaktır. Bütün faziletlere tabiatı itibariyle meyilli olan ve bu faziletleri adet haline getiren kişi, ilahi insan ismini alacak derecede diğer kimselerin üstüne yükselir, (160.dipnot/ Farabi, Fusus al-Medeni, s.108-110) alışkanlıklar yerini tercihe bırakır. Ahlakın adetten elde edilmesinin delili şehirlerde ortaya çıkan şu husustur; siyasetin dizginlerini ellerinde tutan kişiler, halkın iyi fiiller yapmasını alışkanlık haline getirmelerini dolayısıyla onların iyi insan olmalarını sağlarlar. Bu cephesiyle güzel ahlakta kötü ahlak da ancak itiyaddan yani art arda çok sık tekrarlanmaktan hasıl olur. (161.dipnot/Kitabu't Tenbih ala Sebili's-Saade, sf:56-57) Maslahat sebeplerinin ekserisi muhabbettir. Muhabbetse ancak ülfetle, ülfet ancak adet/alışkanlıkla, adet ancak uzun beraberlikle gerçekleşir. (162.dipnot/ İbn Sina, eş-Şifa el-İlahiyyat s.449) (43)

-Doğrusu istenirse bir devrin kanunları, nizamları ve politikasının neden ibaret olduğunu bilmenin yolu, o zamanın dini ve ahlaki nazariyelerini bilmeye bağlıdır. Geleceği hazırlayan bugünün vicdanıdır. "Eflatun'un eserlerinde insan Yunanistan'ın mazisini görebileceği gibi geleceğini de görebilir" diyen Hegel'in de dile getirdiği gibi her asır kendi vicdanını ancak feylosofların içtihatlarıyla oluşturur. "Fikr-i vicdan fikr-i milletin hülasa-i hükmüdür." (25.dipnot/ Ahmet Midhat, "Medhal", s.135-136) Burada Ziya Gökalp haklıdır: Galibiyet veya mağlubiyeti doğuran muharrik unsur, iki ordunun felsefesidir. Nitekim filozof Rostand şöyle der: "Bir kumandan için karşısındaki düşman ordusunun ne kadar askeri ne kadar silah ve mühimmatı olduğunu bilmek çok faydalıdır fakat onun için bunlardan daha çok faydalı bir şey vardır ki o da karşısındaki düşman ordusunun felsefesini bilmektir." (26.dipnot/ Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, s.22,23) (53-54)

-Türk entelektüel geleneği için tarih ilmi ilimlerin zirvesidir. (75.dipnot/Niğdeli Kadı Ahmed, el-Veledü'şefik ce'l-Hafidül Halik, vr.76) Her bir fert için akıl ne ise insanlar için de tarih odur. Tarihin vazifesi insanlığın ortak tecrübelerini canlı tutmaktır. "Bir millet tamamen kendisinin bilincine ancak tarihle varır." (76.dipnot/Schopenhauer, "Tarih Üzerine", s.123) Her şeyi bekleyen ana kaynak durumundaki tarih, insanın bir kutup etrafında kendisini aramasını temin eder. (96)

-Öteden beri hemen herkesin bildiği gibi fikirler mütefekkirlerin yaşadıkları zamanın bir meyvesidir. "Muhit her fiziki boyutta bizi ihata eder." (Whitehead, Düşünme Biçimleri, s.31) Bir düşünce yerli olduğu ölçüde milletlerarası değere sahip olur. Herhangi bir mütefekkirin yaşadığı iklimi aşan cephesini göstermek, onun şahsiyet ve düşüncesini dönem içinde eritmekle, felsefesini siyasi ve sosyokültürel tarihe paralel olarak okumakla, akıp gelen mecra içine yerleştirmekle mümkündür. Otrar'dan ayrılan Farabi ile Buhara'ya veda etmek zorunda kalan İbn Sina'nın hikayesi, entelektüel dünyanın sınırlarının nereden başlayarak genişlediğini ve derinleştiğini gösterir. Gene Horasanlı Gazali'nin medreseden ayrılıp Şam'da uzun bir süre inzivayı ihtiyar ettikten sonra yeni baştan müderrisliğe devam etmesi de fikriyatla siyaset ve sosyokültürel yapı arasındaki irtibatı müşahhas hale getirir. (101)

-Türk devlet geleneğinde olduğu gibi Yusuf Has Hacib'in siyaset düşüncesini kuran mekanizma da hakimiyet ve itaat etrafında toplanır. Devlete kafa tutan üzüntü ile boğuşur. Hükümdar halkın babası olduğu için halk onun hizmetindedir. Bunun için candan bile geçer. Memleketin beyi ve halkın büyüğü o olduğuna göre hükümdara her türlü hürmet ve tazimi göstermek lazımdır. "Beyin emrini yerine getirmek raiyet için vaciptir; büyük ve küçük onu duyan herkes, bu emre riayet etmelidir. Bu bey para ile satın alınmış köle dahi olsa, onun hem kendisine hem de emrine riayet gösterilmelidir." Hükümdar uygunsuz kimseleri ellerini bağlayarak susturmalı, kötüleri memleketten sürerek uzaklaştırmalıdır. "Kara halkın karnı doyarsa, ileri geri konuşmaya başlar; iyice itaat altına olmazsa, kendisi hakim olmaya kalkışır." (98.dipnot/ Kutadgu Bilig beyit 681, 1552, 4996, 437) Erdemli ve fazıl şehirde hemen herşeyi filozof-krala dayandırmaya çalışan Farabi gibi Yusuf'un eser boyunca hükümdara merkezi bir yer vermesi, onun siyaset düşüncesinde devletin vazgeçilmez bir yere sahip olduğunu gösterir. Siyasi ve askeri otorite, Türklerin İslamiyet başta olmak üzere çeşitli dinleri tercih etmesinde muharrik unsurdur. Bey'in dinini boyun da benimsediği bu atmosferde akıl ve tecrübenin bir reisin varlığını gerektirdiğine inanan Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig'de hemen her şeyi hükümdarda hulasa etmesi öteden beri hükmünü yürüten geleneğin bir devamı olması bakımından mühimdir. Bu istikamette o, "dünya beyleri arasında en iyileri Türk beyleridir" diyerek Türk siyaset tecrübesini Fars siyaset geleneğinin önüne geçirmiş. Aşikar bir karşılaştırma fikrinin görüldüğü bu satırlarda o, Kaşgarlı Mahmud gibi Türklerin İranlılardan daha üstün olduklarını ifade etme lüzumunu duyar. (123)

-Farabi siyaset teorisine girmez, olabildiğince mücerret bir dairede hareket eder. Dört halifeyi Sünni siyaset anlayışına uygun olarak tasvir eden, onları din ve şeriatın temeli olarak gören (165.dipnot/Kutadgu Bilig, beyit:49-62) Yusuf ise Sünni bir perspektife sahiptir. XI.yy'ın sonunda kaleme alınan ve Ehl-i Sünnet'i müdafaa eden Keykavus'un Kabusname'si ve Nizamü'l-Mülk'ün Siyasetnamesi bütün gücün Sultan'ın elinde olduğu halifenin otoritesinin genelde sadece teoride kaldığı, yani Abbasi hilafetinin içindeki Selçuklu hakimiyetine ait bir zamanın ürünüdür. Nizamü'l-Mülk'ün halifeden bahsetmemesi manidardır. Dinin olduğu kadar ülkenin de savunucusu Abbasi halifesi değil, Selçuklu sultanıdır. Gazali, İhya'da Müslümanların birliğini sembolize eden hilafet kurumunu Selçukluların muhafaza ettiğine inanır. Buna göre halife fiili iktidar sahibinin kendisine bağlılığını arz ettiği kimsedir. Selçuklular politik olarak halifeden bağımsız olmakla beraber emirü'l- mü'minin olarak gördükleri halifenin manevi otoritesini tanırlar. (166.dipnot/Rosenthal, Ortaçağ'da İslam-Siyaset Düşüncesi, s:114, 122, 62) (131-132)

-Nereye bakılması gerektiği noktasında hiçbir şekilde tereddüt taşımayan Gazzali'nin gözünde; Eflatun ile Aristo'yu bir arz-ı mevud olarak gören filozoflar, felsefeyi ararken İslam'ı yitirirler, Farabi ile İbn Sina, Eflatun ve Aristo'nun mensubu olduğu kültürü görmezden gelirler yahut da kendi kültürleriyle onları aynileştirme yolunu tutarlar. Bu noktada onun itirazı yahut da tenkitlerinin özü şu noktada toplanır; Gazzali rakibin silahını kullanmanın filozofu dışarıda güçlü hale getirse de içerde zayıflatacağına dikkat çeker. Orada geçerli olan sistemin burada hükmünü aynı ölçüde yürütemeyeceğini ihsas eder. O da en az filozoflar kadar felsefi düşünme sahasını bir imkanlar manzumesi olarak görür, bunun istidlaller ve tahliller yumağı halinde belirgin kılar. Fakat filozoflar, bu imkanı bizden ziyade dönüştürüp istikamet vermeye çalıştıkları iklime özgü hale getirirler, haliyle de gündeme getirdikleri düşünceleri taşıyabilme gücünden uzaklaşırlar. Böylece felsefenin hâkimi değil mahkûmu olurlar. Felasifenin İslam'ı sınırları aşacak derecede rasyonalize etmeleri, pratik neticeleri bakımından irrasyonel bir vaziyete sebep teşkil eder. Haliyle onların felsefi cepheleri müminliklerini bastırır. Filozoflar mevcut yapıyı dönüştürme adına hareket etseler de seleflerinin sistemi içinde erirler. Dolayısıyla Grek zihniyet dünyasını İslam ikliminde yeni baştan diriltirler, onları aşmak, o yapıyı dönüştürmek için eski güzergaha girmelerine rağmen dönüşmek zorunda kalırlar. İşte İslam'ın olduğu gibi kabul edilmesi taraftarı olan Gazzali, İslam filozoflarıyla Yunan filozoflarının kültürel olarak bambaşka istikametlerde yol almaları gerektiğine, Grek felsefesinin İslam'ın esaslarına uygulanamayacağına dikkat çeker. (151-152)

-Bir Selçuklu mütefekkiri olarak Gazzali dündür. Fakat Osmanlı'ya ve günümüze istikamet veren cephesiyle de yarındır. O sadece Sulçuklular için değil Osmanlılar için de konuşur. Osmanlılar felsefeye İbn Sina'nın bıraktığı noktadan değil, Gazzali'nin felsefeyi getirdiği noktadan başlarlar. Bu bakımdan Gazzali'yi mahkûm etmek zirve üzerinden Türk entelektüel geleneğini mahkûm etmek manasına gelir. Osmanlı entelektüel geleneğinde Gazzaliye verilen yeri gözden kaçırmadığımızda onun duruşunu yalnızca bir devrin hayat görüşüne irca etmek mümkün değildir. (156)

-Peygamber olduğunu haliyle vahiy aldığını ihsas eden Sokrat'a göre filozofun maksadı bilgi sahibi olmadan inanç sahibi olmanın önüne geçmektir. Onun gözünde "bir adam başka bir şeyi elde etmek için bir şey istiyorsa, onun istediği şey yaptığı şey değil, onu yapmakla elde ettiği şeydir." (4.dipnot/Eflatun, Diyaloglar s.27-30-56-69)(167)

-Gazzali'nin dünya görüşünün çerçevesini çizen cümle şudur: "İnsan Sünni olduğundan dolayı Allah'a şükretmesi gerekir. Bütün fırkalar içinde Allah'ın hususi nimet ve lütfuna mazhar olan sadece Ehl-i Sünnet'tir" (58.dipnot/Gazzali, el-İktisad fi'l-İtikad, s:1-2) O, Sünni düşünce yapısını, bir kelamcı sıfatıyla savunur. Gazzali'ye göre Haşviyye'nin tefriti ile filozoflar ile Mutezile'nin ifratı arasında bir yol olan Ehl-i Sünnet, şeriatların gerekli kıldığı şeylerle aklın icablarını uzlaştırır ve tahkik yolu üzere onları anlaşılır hale getirir. (177)

-Filozoflara göre kullandıkları dil farklı olsa da, din ile felsefe aynı hakikati dile getirir. Hadise mantıki sonuçlara götürüldüğü takdirde varılan neticeler ne kadar müşterek olursa olsun, hareket zeminlerinin bir o kadar farklı olduğu ortadadır. Yusuf Has Hacib'in Farabi ve İbn Sina gibi felsefe ile dini uzlaştırma şeklinde bir endişesi yoktur. O teknik manada bir filozof olmadığı için felsefi bir dil kullanmaz, konuları felsefi bir tarzda işlemez. Filozofların kullandıkları, terminolojiye yer vermediği gibi kelami ve tasavvufi ıstılahları da bir kelamcının veya bir sufinin kullandığı çerçeve ile sınırlı olarak ele almaz. Bununla beraber muhteva ve istikamet tasavvufi ve kelami terminolojinin açtığı imkanlar zemininde yükselir. Ele aldığı konuları, herkesin anlayabileceği bir dille ifade eder. Toplumsal hayata istikamet vermek amacıyla kaleme aldığı Kutadgu Bilig'de, deliller geliştirerek Tanrı'nın varlığını kelami ve felsefi izahlarla ele almaz. Bunun yerine ayetlerin doğrudan veya dolaylı olarak iktibas edilmesini mümkün kılan veriler üzerinden meseleye eğilir. Üslup itibariyle olmasa da muhteva açısından Maturidi ile (87.dipnot/Kitabü^'t-Tevhid, s:25-39-72-159-161) aynı dili kullanır. Hayatı, tabiatı ve tecrübeyi merkeze alır. Müşahadeyi esas alarak Tanrı'ya gider. Bu delil getirme tarzının tabiatta hemen herşeye ilahi bir mahiyet veren, hayatın ve insanın bizzat kendisinin Tanrı'nın varlığını teyit ettiğine inanan bir toplumda ne kadar işlevsel olduğu izahtan varestedir. (182)

-Vahiyle kayıtlı bir rasyonelliğin peşinde olan Maturidilerin sufilerin keşf anlayışına karşı keskin bir duruş sergilemesi, İslamlaşma sürecinde Türkistan havzasına hakim olan mistik karakterli yapının itikadi çerçevede sebep olacağı tehlikeleri engelleme amacına matuf bir denge anlayışıdır. İslam öncesi dönemden başlanarak bölgede yayılma imkanı bulan dinler, gnostik tabiatlıdır. Onlar herşeye ilahi bir mahiyet verilen eski dünyanın mistik zemininde hareket ederek bölgenin istikametini tanzim ederler. Bu nedenle o hem İslam'dan evvelki devre karşı mücadele verir hem de Mutezile ekolüyle hesaplaşır. (201)

-Gazzali, İbn Teymiyye'nin ifadesiyle filozof mutasavvıfların şeyhidir. Felsefeyi ruhu tatmin etmede yetersiz bulan ve sufi tecrübeyi peygamberlik tecrübesinin bir alt merhalesi olarak gören Gazzali, kelami ve felsefi birikimi sayesinde tasavvufun bir üst aşamasına yükselir; Selçuklu İslam tasavvuruna vahdet-i vücudun kapılarını açar, vahdet-i vücud vadisinde İbn Arabi'yi müjdeler. Mişkat'ta bu durum çok barizdir; Gerçek mevcut Allah'tır. Mecaz çukurunda hakikatin ilk basamağına yükselen arifler varlıkta Allah'tan başka bir şey olmadığını görürler. (182.dipnot/ Gazzali, Mişkat'ül Envar, sf:137) Allahu Ekber sözünü O'nu başkasından büyük olma anlamında açıklamak doğru değildir. Çünkü Allah'tan başka varlık yoktur ki ondan büyük olsun.(138.dipnot/ Mişkat'ül Envar, sf:138. Kemalpaşazade başta olmak üzere İsmail Gelenbevi, Ferid Kam ve Mustafa Sabri Efendi vahdet-i vücud düşüncesini Gazzali'nin bu sözüyle başlatırlar) (202)

-Manzara çift cepheli olsa da verilecek hüküm tek cephelidir: İslam düşüncesi yapısal olarak Yunan düşüncesinden çok kesin hatlarla ayrılır; zira birincisi yokluktan yaratma ilkesi üzerine kuruluyken ikincisi yokluktan hiçbir şey çıkmaz ilkesi üzerine kuruludur. (90.dipnot/Cabiri, Felsefi Mirasımız ve Biz, sf:83) Herkesçe ehemmiyeti kabul edilen mesele budur. İslam entelektüel geleneği bunun nasıl bir hayat tarzı haline geldiğini devamlı olarak Müslüman olduklarını ikrar etmek zorunda kalan filozofları Müslüman kabul etmeyen Gazzali ile tecrübe edecektir. (237)

-Türk felsefesinin en büyük hadisesi, Grek zihniyet dünyasını Müslümanlığa mâl etme gayretidir. Felsefenin bir kaynağı da İslamiyet olduğuna göre dışarıdan aldıklarımızı şahsiyete mâl etmenin lüzumu ortadadır. Onlar aldıklarını kendi kültürlerine olduğu gibi tatbik etmezler. Ait oldukları alemin realitelerine mal etmeye çalışırlar. Gazzali için bile felsefede kendini kaybetti denilen bir dünyada bu hiç de kolay değildir. Bundan böyle felsefe hep hadise olmaya devam edecektir. Zaman ve şartların değişmesiyle felsefe yapma şekli de değişecektir. (249)

-Türk tarihi aksiyon haline gelmiş düşünce, amel haline gelmiş fikirdir. (287)

Dergah Yayınları, 2015 basım, 1.baskı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...