-Burada Abdurrahman Şeref Laç hakkında bir parantez açmak isterim. İstanbul savcılarındandı. Kısakürek üstadın yakınıydı. 1952 senesinde, Milliyetçiler Derneği İstanbul şubesini temsilen “Son Havadisler ve Biz” isimli ve sonu “Peygamberimiz gibi, bir elimize ayı bir elimize güneşi verseniz bu davadan vazgeçmeyiz.” Cümlesiyle biten bir bildiri yayınlamıştık. Yazıyı Nurettin Topçu yazmış, biz ise bayılmış ve sorumluluğunu üzerimize alarak yayınlamıştık. O beyannamenin basılma parasını aramızda ellişer yüzere kuruş toplamıştık. Aramızdan sadece iri görünüşlü ve bizden yaşlı bir adam on lira vermiş ve bu şekilde dikkatimi çekmişti. İşte bu kişi Mehmet Emin Alpkan’dı. Ahmet Emin Yalman, Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasına sebep olan bu bildiriyi ele alarak çıldırmış gibi bir başyazıyla bize hücum ve hakaret etti. Bizi baykuşlara benzetmişti. Kendisini mahkemeye verdim. Fahri avukatım Abdurrahman Şeref Laç’tı. Mahkeme davayı, dava hakkı yoktur diye reddetti. Laç, temyiz ettiğinde ise temyiz de aynı şekilde reddedildi. Bu alışılmamış ve aklı durduran bir durumdu. İki mahkeme de gerekçe göstermemişti. Bu kesinlikle usulsüzlüktü ve bozma sebebiydi. Abdurrahman Şeref Laç, hayatımda böyle şey görmedim diyerek saçını başını yoluyordu. O devirler öyleydi. (33)
-Kaddafi, Türkiye’de hem İslam’a yaklaşımı ile hem de Kıbrıs çıkarmasında uçaklarımıza gerekli olan lastiklerden Libya depolarında bulunanları, istememiz üzerine omuzunda taşıyarak vermiş bulunduğu için büyük sempati toplamıştı. (67)
-Hiç unutmam Star Gazetesinin ilk çıktığı gün Fatih Çekirge, Star televizyonunda saadetten mest olmuş şekilde, “Aklın alacağı iş değil, ilk gün dört-beş yüz bini geçtik. Bu kadar başarılı olunur” mealinde laflar etmişti. Bilenler bıyık altından gülmüşlerdir. Sen elli kuruşa sattığın gazetenin yanında iki yüz elli kuruşluk promosyon verirsen; arkanda bir televizyon, iki banka, dağıtım ağı da varsa yetmiş milyon gazete satmalısın. O zaman bile başarılıyım diyemezsin. Çünkü bu başarıyı birkaç gün devam ettirmeye kalkarsan bankaları da batırırsın televizyonu da. (70)
-Rahmetli Cemil Meriç bile, marksizmden kurtulmuştu ama Nazım’dan kurtulamamıştı. Nazım iflah olunmaz bir hastalık haline gelmiş demek ki. Solcular, 1935 senesinde Nazım Hikmet’in Peyami Safa tarafından perişan edilmesini bile tersine çevirmek için bir kitap yayınlamışlardı; Nazım Hikmet’in Polemikleri. Benim de en tahammül edemediğim şey gerçeklerin ters yüz edilmesidir. Hele Üstad Peyami Safa söz konusu olunca. Tuttum, meseleyi incelemek için bir hafta kütüphaneye kapandım. Gördüm ki Kemal Sülker’in kitabı tek taraflı, garazkar ve gerçekleri saklayıcıdır. Peyami Safa- Nazım Hikmet Kavgası ismiyle bir kitap yazdım. Bütün gerçekleri ve her iki tarafın yazdıklarını ortaya koydum. Altı baskı yapan kitaptan hiçbir solcu bahsetmedi. Çünkü çok kızmışlardı, kelleri ortaya çıkmıştı. Ama onlar kellerinin kızıl peruğuna hayrandılar, mesele yoktu. Bugün de Nazım Hikmet’i vatandaşlıktan çıkaran Bakanlar Kurulu kararını kaldırmaya çalışmaktalar. (77-78)
-Fiili devrime; İlhan Selçuk, Madanoğlu dosyasında darbecilikten yargılanmıştır. Ama okuyucularına sadece bir gazeteci, bir kalem erbabıyken Ziverbey Köşkünde işkence gördüğünü ifade etmiştir. Uğur Mumcu ise 9 Mart’taki Celil Gürkan’ın Doğan Avcıoğlu ile beraber giriştikleri asker-sivil Marksist darbesinin gençlik bakanı adayıydı. 9 Mart günü nasıl fellik fellik dolaşarak, hazırladıkları darbenin başarıya ulaşıp kendisinin de gençlik bakanlığı koltuğuna oturtulmasını beklediğini, nasıl sabırsızlandığını, Hasan Cemal’in “Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım” kitabında meraklıları okuyabilirler. Nerede demokrasi? Nerede hürriyet? Yine o kitabı okuyanlar, asker sivil ortaklığında bir Marksist darbe yapmak için Devrim Dergisini çıkaran gençlerin fikir babası Doğan Avcıoğlu’nun Hasan Cemal’le, “Hasan devrimimiz başarılı olsun sen o zaman gör devrimci şiddet ne imiş?” dediğini de okuyup özgürlükçülerin, demokratların içyüzünü görebilirler. Bu yazarlar bizimle girdikleri polemiklerde elbette içyüzlerini okuyucularından saklıyorlardı. Bizde bir kısmını yıllar sonra öğreniyorduk. (82)
-Dr.Rıza Nur, 1910’larda bir Alman doktorun asistanıdır. Rıza Nur yıllarca süren bu asistanlığında Alman doktordan bir tek şey öğrendiğini söylemektedir. Bu çok mühim tek şey nedir biliyor musunuz? Ameliyatta kullanılan aleti, kullandıktan sonra alınan yere koymak. İki türlü tıp anlayışı iki medeniyet farkını da ortaya koymaktadır. Birisi aldığını işi bittikten sonra aldığı yere koymak alışkanlığı diğeri de hastanın karnında dalgınlıkla makas unutmayı mazur görülebilir bir meslek kazası kabul etmek. Bazen ne kadar basit farklar, neticede ne kadar büyük farklara yol açmaktadır. (89)
-Kemal Bey’in evliliği Tercüman’ın kaderinde dönüm noktası oldu. Annesinin Nazlı Hanım için, alma bu kadını dediğini duyuyorduk. Ama birçok belli başlı kodaman, bu işe soyunmuşlar. Nazlı’yı Kemal Bey’e vermeye çalışıyorlardı. Nazlı daha önce bir evlilik yapmıştı. Bu bir nakise olamazdı. Ama düşünülecek bir noktaydı. Kemal Bey’in zaman zaman tereddütleri olmasına rağmen uğraşanların gayretiyle evlenme gerçekleşti. Nazlı Ilıcak’ı ilk defa ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum. Hususiyet belirtmeyen, ufak tefek soluk bir kadın. Eski bakanlardan Muammer Çavuşoğlu’nun kızı. Eh! Allah mübarek etsin. Fakat Tercüman Gazetesine gelin gelmek basit bir şey değil. Nazlı Hanım’ın hususiyetleri de sonradan meydana çıktı. Her şeyi 27 Mayısla ölçüyordu. 27 Mayıs’ın idam ettiklerinin hiçbirisinin yakını onun kadar 27 Mayıs’a ve orduya hasım değildi. Sönmez bir husumetti bu. Ne Menderes ailesi ne Bayar ailesi asla böyle sakim bir ruh haline düşmemişler ve en azından, 27 Mayıs ile orduyu birbirinden samimi bir şekilde ayırmışlardır. (106-107) Nazlı’nın ikinci tarafı, Tercüman Gazetesini gerici ve yobaz bulmasıdır. Kendisini sanki Cenab-ı Hakk, Tercüman’ı ıslah edip çağdaşlaştırsın diye göndermişti. Onun misyonu buydu. Zihniyeti de şuydu: Eğer ciddi bir gazete olmasında ısrar ediyorsanız bari Milliyet gibi bir gazete çıkartalım. O günlerde Abdi İpekçi’nin Milliyet’i yüz binin üzerinde zor duruyordu. Tercüman ise dört yüz bine koşuyordu. Bu kendisine hatırlatılınca fütursuz bir şekilde olsun diyordu, Milliyet gibi olsun, yüz bin olsun razıyım. Tipik bürokrat kızıydı. (108)
-Nazlı’nın iyi bir vasfı, anlayışının az olması ve onun bunu bilmesidir. Bunun için de bir şeyi tam anlayabilmek için icabında dokuz kere sorup öğrenmeye çalışmasıdır. Elbette, bir de kendi itirafıyla da belli olduğu gibi kocasının ona açtığı sonsuz imkânlardı. O imkânlarla başyazar olmayacak bir kızcağızı parmakla göstermek gerektir. (117)
-Ayrıca Paris’te okuyan Türk gençleriyle yakından ilgilendim. Bunlar arasında da sonradan Diyanet İşleri Başkanı olan Sait Yazıcıoğlu, Prof. Dr. Kemal Çevik, Lütfi Bilgen ilk hatırladıklarımdı. Prof. Dr. Mustafa Tahralı ise zaten İstanbul’dan tanıdığım dostumdu ve neyini alıp otele gelip üflerdi. Bu arada küçük fakat beni çok duygulandıran bir röportaj da Paris’teki Kamboç Müslümanlardan Sith Ly yani Raşit Ali ile 1978^de yaptığım röportajdır. Kızıl Kımenlerin Müslümanlara yaptığı korkunç zulümlerden bahsedip Müslüman Türklerden yardım istiyordu. Bu röportaj Türk basınında tekti ve bu da sadece benim sütunumda verildi. Gazete benimsemedi. (125)
-Özgürlük tek kişiye, tek düşünceye has değildir. Sadece sanatın hatta kendi sanat anlayışının özgürlüğünü diğer insanların ve anlayışların özgürlüklerinin üzerinde tutmak ise, işte faşizm damgası budur ve bu damga bizim solun özelliğidir. Şimdilerde bütün gazeteler, kadın iç çamaşırı defilesi gibi çıkmakta. Televizyonlar yatak odası haline gelmiş bulunmakta ise bunda sol tiyatronun büyük emeği ve alın teri vardır. (134)
-Uğur Mumcu bir fikir savaşçısı da değildi. Sokak kavgacılarının haydalayıcısıydı. Bir inceleme, sütununda teşhir ettiği kaç kişinin sonradan öldürüldüğünü tespit etmeye yönelik bir araştırma olursa enteresan neticeler ortaya çıkabilir. Sovyet yanlısı olmakla hükme bağlanan Barış Derneği’nin de üyesiydi. Ruslar Afganistan’a girince Barış Derneği Başkanı Mahmut Dikerdem, bu olayı Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir bildiriyle adeta kutlamıştı. Uğur Mumcu ise ne dediği anlaşılmayan bir yazı yazmış ve bu durumu asla kınamamış ve bu şekilde o da yarım ağız kutlamıştı. (148)
-12 Eylül’ün tek kusuru, milliyetçilerle komünistleri denge uğruna aynı kefeye koymasıydı. Ama 12 Eylül’ün gerekçelerini hatırlarsak, solcularımızın 12 Eylül’e ve yapanlarına niçin bu kadar kızdıklarını anlarız. (158)
-Ülkede İslam’ın gayesi olan yüksek ahlakın adı söylenmezken her şey başörtüsü etrafında halkalanan bir siyasi mücadeleye indirgenmiş bulunmaktadır. Bu basitleştirmenin, bu siyasi kolaylığın İslam’a neye mal olduğunu ise sokakta, vapurda öpüşen başörtülüleri görmek en veciz, şekilde göstermektedir. (167)
-Kıbrıs’ta İnönü devrinin CHP laikliği hâkimdi. Türkiye’de ezanın Türkçe okunması mecburiyeti kaldırılmıştı ama Kıbrıs’ta bakiydi. Dini duygular çok zayıftı. Bu bakımdan Şeyh Nazım, Kıbrıs’ta tek din merkezi gibiydi. Nitekim Hüseyin Ateşin Bey’e İstanbul’a geldiği zaman yazıhaneme uğradı. Onun gözü beni, benim gözüm onu tutmamıştı. Ateşin Bey’in beni de tesir çemberine alması arzusu göstermesine rağmen, o benim böyle bir şeye yanaşmayacağımı anlamıştı. Cin gibiydi. Onu hep tarihteki cinci hocaya benzetmişimdir. Kıbrıs’a Temmuz harekâtından sonra çok sık gittik. Şeyh Nazım’ı da ziyaret ettik. Fakat etrafındaki güya Müslüman olmuş İngilizlere içim hiç ısınmadı. Zaten kendisinde de iddia edilen maneviyatı hiç göremiyordum. Son yıllarda söylediği bir söz bütün mahiyetini ortaya koydu. İngiliz kraliyet hanedanı için “Bunlar seyittir, bunlar sünnetli doğarlar” demesi bardağı taşırdı. Bir muzip, “Nereden biliyorsun sünnetli olduklarını” diye soruverdi. O, bu şekilde Brunei Sultanıi’nın ve İngiliz Hükümetinin kendisine olan lütuflarına teşekkür ediyordu ama ne pahasına. Cinci Hoca bile böylesini yapmamıştı. (185)
-Gelelim iç politika cephesine. İlk günden beri Adalet Partisinin milliyetçi kanadını desteklemiştim. Parti’deki bu iç çekişme bir bölünme ile neticelendi ve Demokratik Parti kuruldu. Fakat 12 Mart muhtırası bütün dengeleri değiştirdi. (243)
-Senelerce her gidişimde bana İmam-ı Rabbani’nin Mektubatından hikmetler okuyan, dünya fani ağabey diye neredeyse dakikada bir tekrarlayan ve benden tasavvufi hikmetler dinlemek isteyen Enver Ören Bey, bu fani dünya malına ne kadar düşkünmüş meğer… O mütevazı görünüş altında ne kadar kendisine hayranmış, ne kadar mal mülk şehveti varmış. (254)
-Turgut Özal’da kabul edemediğim hususlardan birisi de çok geniş ve protokol dışı olmasıydı. Halk adamı olmak başka protokol dışı olmak başka şeylerdi. Nitekim Amerika’ya gidince İslam’ın Yüce Peygamberine hakaret eden ve Türkiye’yi terke mecbur kalıp, ABD’de Türk aleyhtarlığına devam eden, Metropolit Melitos’u, hiçbir sıfatı olmayan bu adamı, hiç de gereği yokken otelinde kabul etmesi beni yaralamıştı. Ne çıkmıştı bu kabulden, ne gibi bir fayda? Hiç. Üstelik orada bir federasyon falan gibi laflar da ediyordu. (261)
-Nazlı Ilıcak Türkiye’ye iki kadın hediye etmiştir ve bunların birbirleriyle hiçbir alakası yoktur. Bir tanesi Hülya Avşar. Bulvar’ın güzellik yarışmasında birinci olmuş ve piyasaya çıkmıştır. Güzellik müsabakaları Ahmet Emin Yalman gibi gerçek gazeteciyi bile piyasadan yani Türk’ün gönlünden silmişti. Nazlı her iki yolu da kullanıyordu. Bulvar yoluyla çıkamayacağı yere Tercüman yolunu kullanıyordu. İkincisi politik arenaya attığı Merve Kavakçıdır. Merve Kavakçı’yı gösterir yaptırırcasına, yanına alarak mesture haliyle Meclis’e getirmiş ve olay çıkmasını temin etmiştir. (282)
-Bu arada Gümüş motor, Erbakan’ın hesapsız idaresine dayanamamış çoktan el değiştirmişti. Hiç kimseye söylemeden hisselerini ilk devreden o oldu. Bu iki yüz elli bin liralık hissenin kendisine ait olmadığını ifade etmiş olmasına rağmen bu hareketi yapması ilk sıkıntıyı yaratmıştır. Hatta bir tarihi gerçeği yazayım. Muhterem bir şahıs –ki Erbakan’ın kendisine manen bağlı olması gerekirdi- Yahya Oğuz ile bana “Gidin, Bakan’a söyleyin o hisseleri bıraksın. Gönlünün bütün arzuları gerçekleşecek” demişti ve bu kendisine iletilmişti. Ve bu kendisine iletilmişti ama ne fayda? Birçok fakir Müslümanın paraları gitti. Gördük ki Erbakan fabrika arsasını şirket namına satın alırken yanındaki parseli de kendi namına almıştı. Çünkü bir ara şirketi satın alan Pancar Motor’a karşı oraya Gümüş Motor diye bir tabela dikip rekabet bile etmek istedi. Artık manevi bir tarafı kalmamıştı. Yollarımız ayrılmıştı. Ama halkın bunu anlaması kolay değildi. Erbakan ise gittikçe avamileşiyordu. 1973 seçimlerinde 48 milletvekiliyle meclise girdi. Derhal, iradi olarak CHP’yi tercih edip koalisyon yaptı. İlk icraat olarak da anarşistleri affetmeye kalkıştı. Çok sıkı maneviyatçılık iddiası artık terk edilmişti. (296-297)
-Fatma Girik kendisinden sonra gelen belediye başkanları içinde en ciddisi ve dürüstü çıkmıştır. Bu tespit Fatma Giriğin lehine bir hak veriş olmakla beraber toplumun nerelere düşürüldüğünün de fotoğrafıdır. Çünkü bu toplumda nikâhlananlar, bazı düzeyli birliktelik yaşayanlardan daha çok nikahın ve onun icabı olan faziletlerden mahrum olduklarını göstermişlerdir. Bu bir paradokstan çok bir yozlaşmadır. (317)
-Bizzat görüp duyduğu iki husus daha var: Bir defa dedi ki: “Bak Göze Bey, ben şia-i muhlisindenim. Yani Şii değilim. Caferi değilim. Sünniyim ama Hazreti Ali evladı ehl-i beyt aşıkıyım. Fakat bugün bana sorarsan Hulefa-yı Raşidin dört değil ikidir: Ebubekir, Ömer. Aman hazret nasıl olur diğer iki mübarek zatı nasıl dışlarsınız deyince de, “Haşa şahıslarına sadece bağlılığım var, ama ben ancak bu ikisinin devrinde İslam’ın fitneden uzak kaldığını söylemek istiyorum.” Mezhep taassubundan, şahıs muhabbetinden ari bu tarihi tespit bana Cezayir’in mümtaz evladı Malik bin Nebi’nin aynı meseleyi mezhep bakımından değil, İslam’ın rejimini değiştiren bir mesele olarak objektif bir bakışta ele almasını hatırlattı. (321) (Muzaffer Ozak’tan hatıra)
Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 2007 basım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder