14 Haziran 2025

SİYASİ İDEOLOJİ OLARAK İSLAMCILIĞIN DOĞUŞU - MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE

-Tarikatlerl, halk İslamının özdeşleşmesi, tasavvufun, akla hitap eden Sünni ilahiyatçıların karşılayamadıkları ihtiyaçlara, akıl yerine ferdin akıl dışı dünyasına hitap etmesinden kaynaklanmaktadır.

-İdeoloji, kültür gibi bir sembolleştirme olayıdır. Ancak ideoloji her türlü sembolleştirme olayını ihtiva etmez. Batı toplumu endüstri devrine girerken ve girdikten sonra öyle çalkantılar geçirdi ki, bu çalkantılarla ilgili bir sembolleştirme türü ortaya çıktı. Biz ideoloji ile bu özel sembolleştirme türünü kastediyoruz. Batı'nın geçirdiği bu değişimle birlikte, geleneksel iletişimden farklı "kitle iletişimi" adını verdiğimiz yeni bir iletişim şekli gelişti. Toplum, geniş kapsamlı iletişim ağları içinde bilgilendiği zaman ortaya çıkan sembolleştirme türünü ideoloji olarak niteliyoruz. Hızlı sosyal değişme beraberinde yeni bir fikir yapısı meydana getirdi. Ortaya çıkan yeni fikir yapısının bu değişmeyi açıklaması gerekmektedir. Biz yalnızca çağdaş dünyanın çalkantılarının ve altında yatan önemli yapısal değişikliklerin ortaya çıkardığı fikir yapılarına ideoloji adını veriyoruz. Böylece terim, zamanın geçmesiyle köklü değişikliklerin meydana geldiği düşüncesini, yani "tarih şuuru"nu da ihtiva etmektedir. İdeoloji farklılaşmış bir toplumun fikir yapısıdır. Artık cemaat ilişkilerinin yerini şehir toplumunun fonksiyonel açıdan farklılaşmış ilişkileri alıyor: "Hemşehri" kavramının yerini "işçi" kavramı alıyor. İşte bu farklılaşma sonucunda, insanların içine düştükleri yeni şartlara uygun inanç arayışlarına ideoloji diyoruz. Farklılaşmanın ürünü olarak geçimini kaleminden sağlayan bir aydın sınıfı ortaya çıkıyor. Aydın yeni kitle iletişimi imkanlarıyla, atomlaşan kitlelerle doğrudan ilişki kuruyor. Duyduğu rahatsızlıkları ilave ediyor kitlelerinkine tercüman oluyor, yeni toplum modelleri teklif etmeye başlıyor. Aydın bir fikir imalatçısı haline geliyor. İşte aydınlar, yalnızlaşan kitle insanının duygularına tercüman olmaya, onun korkularını, endişelerini gidermek için yol göstermeye başladığı zaman ideoloji dediğimiz fikir yapıları ortaya çıkıyor. İdeolojilerin ortaya çıkışının en önemli şartı, işaret ettiğimiz "aydın" sınıfının uygun iletişim vasıtalarıyla kitlelerin karşılarına çıkmalarıdır.

-Akültürasyon: Farklı kültürel kalıplara sahip grupların birinci elden, sürekli bir ilişkiye geçmeleriyle ortaya çıkan, her birisinin orijinal kültürel kalıplarındaki temel değişmeleri ifade etmektedir.

-İslamcılığı geleneksel İslamdan ayıran en önemli fark, Batı'dan gelen akültürasyon sürecinin ürünü olarak dinin kendisini doğrılama-meşrulaştırma biçiminin değişmesidir.

-İslamcılık geleneksel İslam'dan farklı biçimde rakip olarak diğer dinleri almaz. İslamcılığın rekabet ettiği, düşünceler artık Hristiyanlık gibi dinlerden ziyade pozitivizm gibi 19.asır felsefeleridir.

-Cemaleddin Afgani, kendisine tekaddüm eden Yeni Osmanlılarla mukayese edildiği zaman, ortaya attığı fikirlerde hiçbir orijinallik bulunamayacağı gibi, Yeni Osmanlıların ondan önce daha kapsamlı ve daha tutarlı görüşler geliştirdikleri görülebilir. Cemaleddin Afgani'ye maledilen "İttihad-ı İslam" fikri, onun yazdıklarında 1883 yılından önce görülmez.

-Batı bilimini alan materyalizmle, pozitivizmle, rasyonalizmle haşır-neşir olmak zorundadır.

-Tanzimatçılar, Batılı kurumları Osmanlı toplumuna yerleştirmeye çalışırken, bu kurumların temelini oluşturan Batı düşüncesi ve geleneklerine yabancı idiler. Reform çabaları bütün hızıyla ilerlerken Osmanlı toplumunda Batı düşüncesi çok zayıf karşılıklar bulmuştur. Buna karşılık uygulanan reformların ürünü olarak beliren yeni kurumlar ve yeni vasıtalar "eski"ye yeni bir canlılık, yeni bir hamle gücü kazandırmıştır. Modern kurum ve araçlar bazen geleneksel yapıların yeniden üretilmesine hizmet edebilirler. Tanzimat döneminde bu paradoksun örnekleri çoktur. Tanzimat mektepleri ve matbaanın gördüğü işlev bunun en çarpıcı örneğidir. Matbaa, yeni fikirlerden ziyade, yerleşmiş, hakim dünya görüşünün yeniden üretilmesine hizmet etmiştir.

-Müslümanlar yardım için Osmanlı padişahına, daha öncede müracaat etmişlerdir. 1870 yılından itibaren, yardım taleplerinin bir dünya İslam dayanışması fikrine dönüştürülmesi ancak gazetenin fikir yayıcılığı ile olmuştur.

-Tanzimatın uygulamaya başladığı laik politikaların, öncelikle "müsavat" meselesinin zaruri bir şartı olarak doğduğunu görüyoruz.

-Yeni Osmanlılar, Gülhane Hattı'nı "mebde-i saadet" olarak nitelemelerine ve Reşid Paşa'yı hayırla yâd etmelerine rağmen, Tanzimatı şeri hukuktan ayrılmanın başlangıcı olarak niteleyip eleştirirler. Ziya Paşa, Tanzimat'a kadar tek kanunun şeriat olduğunu (bu hüküm doğru değildir) ileri sürerek, Tanzimat'ın en büyük hatasının şeriatın haricinde kanun yapma "fikri fasidine" sapmak olduğunu söyler.

-Yeni Osmanlıların "şeriat isteriz" talepleri, İslam tarihinde çok sık rastlanan siyasi iktidara başkaldırıların neredeyse kalıplaşmış slogandır. Yalnız orada bir fark var ve Yeni Osmanlı düşüncesinin çağdaş İslam düşüncesinin oluşumunda anlamlı bir yere oturtmamıza bu fark yardımcı olmaktadır. Eskiden "şeriat isteriz" talepleri "Adalet" kavramının önemli bir yer, tuttuğu geleneksel İslam toplumlarında, siyasi iktidarın keyfiliğine karşı kullanılmaktadır. Halbuki, Yeni Osmanlıların şeriat isteriz talepleri, şer'i kanunun yerine ikame edilen batılı kanunlaştırmalara yani, din dışı bir sahanın maşruiyetini dinden almadan koyduğu hukuk kurallarına karşı; kısaca laikliğe karşı yapılmaktadır.

-Yeni Osmanlılar yazdıklarından yola çıkarak bir Tanzimat paşası tipi çizmeye kalksak, karşımızda "din mani, din mani" diye bağıran bir adam buluruz. Yeni Osmanlılar bu karikatürü başarıyla çizmişlerdir.

-Tanzimat aydını, Batı'nın hızlı yükselişini seyreden ve anlamaya çalışan, kendi toplumlarını ve devletlerini mukadder görünen felaketten kurtarmak için kıvranan, mutlaka birşeyler yapılması gerektiğine inanan ve aklına gelen her çareye sarılan eklektik bir aydın tipidir. Dönemin aydınlarını, modernleşme karşısındaki tavırlarıyla değil siyasal mücadeleye bakış açılarıyla sınıflandırmak doğru olur. İlk sınıfta, siyasal eylemden önce mutlaka halkın aydınlatılması gerektiğini savunan, bütün çabalarını Batı bilimini ve düşüncesini halka aktarmaya adayan aydın tipi yer alır. Münif Paşa, Tahsin Hoca özellikle hayatının son devresi için Şinasi bu sınıfta yer alır. İkinci grup doğrudan eyleme geçerek merkezi iktidara sahip olmak veya söz geçirecek bir mevkide bulunmak yoluyla kötü gidişe son verip, kafalarındaki projeyi uygulamak düşüncesine sahip olanlardır. Yeni Osmanlılar bu ikinci gruba girerler. Birinci tipte yer alan aydınlar ister istemez -Şinasi hariç- iktidarla uzlaşmak yolunu tutmuşlardır. Ahmet Mithat Efendi'nin Abdülhamid'le uyuşmasıyla birinci tipin en bariz örneklerinden biriyle karşılaşırız. Kanun-i Esasi'nin hazırlanmasında rol alan Namık Kemal, Ziya Paşa ikinci tipin bir nebzede olsa başarıya ulaşmış örnekleri verirler. Birinci aydın tipi halkın uzağında ve ona yabancıdır. Hoca Tahsin "Mösyö" lakabıyla anılmaktadır; Şinasi'nin cenazesine Namık Kemal bile gelmeye cesaret edememiştir.

-Yeni Osmanlılar demokrasi kavramının ve bu kavramın mütemmim cüzlerini, İslami gelenekten süzülmüş kavramlarla karşılamaya çalışmışlardır. Bunlar, "demokrasi" yerine "meşveret", "parlamento" yerine "şura"; "modern kamuoyu" yerine "ehl-i ahll ü akd" gibi kavramlardır. Kavramlar eskidir ancak içleri yeni bir muhteva ile doldurulmaktadır.

-Muhbir Gazetesi, Yeni Osmanlıların Avrupa'daki ilk resmi yayın organı olarak çıkmıştır. Gazeteyi çıkaran Ali Suavi ile Cemiyet arasında sık sık cemiyetin politikasına aykırı yayın yapmak yüzünden tartışmalar çıkmasına rağmen, gazetelerin ortaya attığı fikirleri Ali Suavi'nin düşüncelerine indirgeyemeyiz. Muhbir, nisbeten Yeni Osmanlıların ideolojik homojenliklerini muhafaza ettikleri ilk dönemin yayın organı olarak gözüküyor. Zaten, Ali Suavi'nin kendi adına çıkardığı Ulum'daki fikirleriyle Muhbir arasında açık tezatlara rastlayacağız. Bu, tezatların bir kısmı Suavi'nin fikirlerindeki değişmeyle açıklanabilir.

-"Aklın ve naklin birbirine uygunluğu" tezi, modern dünyanın "akıl" kaynağından süzülen kavram ve kurumlarına geçişte sağlam bir atlama taşı hizmeti görmektedir.

-Yeni Osmanlıların "biat" kavramında yaptıkları devrimci değişiklik "ehl-i hall ü akd" (çözme ve bağlama ehli)'ın yerine "halk"ı koymalarıdır. Yeni Osmanlılar biat kurumuna paralel olarak, İslam'ın selefi yorumuyla şeriate uygun bir yönetim biçimi olarak cumhuriyeti çok açık bir biçimde savunmuşlardır.

-Kanipaşazade Rıfat Bey'i istisna edersek Yeni Osmanlılar şer'i hukukun zamanın bütün ihtiyaçlarını karşılayacağına inanmaktadırlar. Bu inancın doğrultusunda talepleri, şer'i hukukun devlet ve toplum yapısına bütünüyle egemen kılınmasıdır.

-Yeni Osmanlılar, İslam hukukunun fiili olarak boş bıraktığı sahalarda da şer'i hukukun uygulanmasını talep etmektedirler. İkinci olarak Yeni Osmanlılar İslam hukukunda mevcut olmayan bir sistematik ile İslam hukukuna bakmaktadırlar. Anayasa hukuku, ceza hukuku (ukubat, ceza hukuku ile tam örtüşmez) gibi sınıflandırmalar İslam hukukunda yoktur. Yeni Osmanlıların bu sınıflandırmayı Batı'dan aldıkları ve İslam hukukuna bu gözle baktıkları açıktır. Geleneksel İslam hukuku çerçevesinde bakılırsa Tanzimatın laik kanunlaştırma çabalarına şer'i açıdan bir itirazın yapılamaması gerekir. Zira bu sahalar zaten devlet tarafından düzenlenmektedir. Yeni Osmanlıların bu itirazlarını da mevcut şeriat anlayışı çerçevesinde temellendirmeleri zordur. Sonuç şudur: Yeni Osmanlılar içinden çıktıkları geleneğin tabii mecrası içinde düşünce geliştirmemektedirler. Yaptıkları Batı düşüncesi ile diyaloga girmek, Batı düşüncesinin problemlerini kendi dünyalarını aktarmak ve kendi dünya görüşleri içinden çözüm bulmaya çalışmaktır. Bu şekliyle Yeni Osmanlı düşüncesini ve bütün modernist İslam'ı, Yunan düşüncesinin taarruzuna uğrayan Orta çağ Müslümanlarının düşnce dünyasına benzetebiliriz. Şaşırtıcı olan, akıl ve nakil arasında o dönemde ortaya çıkan çatışmaların ve yeni sentezleme çabalarının bu sefer Batı ile diyaloga giren Yeni Osmanlılarda tekarrür etmesidir. Ancak iki farkla: Orta çağ İslam düşünürleri içselleştirdikleri Yunan felsefesinin sorunsalları çerçevesinde kendi kültür dünyalarının bütünlüğü için de kendi aralarında diyaloga girdiler. Bu durum farklı ekollerin tartışmaları ve ortaya çıkan yeni sentezlerin şeklinde kendini gösterir. Yeni Osmanlılar ise dışlarında fiziki olarak aynı bir dünya ile diyaloga girdiler ve tek taraflı bir sentezlemeye giriştiler. İkinci olarak Yeni Osmanlıların gündelik politik faturalar arasında gölgelenen düşünceleri çoğu zaman tıkız kalmaktadır. Orta çağ İslamının derinliği ve şümulu onlarda yoktur.

-Müsavat yani farklı din mensuplarına eşit muamele, ancak laik bir yaklaşımla mümkündür. Müsavatın gerçekleştiği ortamda laikliğin Batı tarihinde peşi sıra sürüklediği kavramlar ön plana çıkmaktadır.

-Osmanlı hilafeti kendi tebası olan Araplar arasında hemen hemen hiç kabul görmemesine karşılık, Hindistan ve Maveraünnehir halkları arasında değişik boyutlarda kabul görmüştür. Araplar, kabile çekişmelerinin taktik icapları dışında Osmanlı hilafetine bağlılık göstermemişler ve hilafeti kendilerinden gasp edilmiş bir kurum olarak görmüşlerdir.

-Hint Müslümanları üzerinde derin etkiler bırakan 18.asır müceddit ve ıslahatçısı Şah Veliyullah, "Kureyş şartı"ndan dolayı Osmanlı hilafetini tanımamıştır.

-Hindistan'da adına hute okunan ilk Osmanlı padişahı Abdülaziz'dir.

-Panislamist dayanışmayı ve düşünceyi yaygınlaştıran hilafet kurumunun varlığı değildir; tam tersine hilafet kurumuna değer ve güç kazandıran unsur dünya İslam dayanışması fikrinin gelişmesi ve yaygınlaşmasıdır.

-Bizim görebildiğimiz kadarıyla "İttihad-ı İslam" deyiminin geçtiği ilk yazı 1869 yılına aittir. "Pan İslamizm" için bulunabilecek en erken tarih ise 1875 yılıdır. Buradan "panislamizm" deyiminin, Batılılar tarafından "İttihad-ı İslam"a karşılık bulunduğu ve kullanıldığı neticesini çıkarabiliriz.

-Doğuş sürecini izlediğimiz İslamcılığı rakip tek ideoloji Osmanlıcılıktır. İslamcılık fikri oluştuktan sonra önceliği olan Osmanlıcılığında bir dönüşüme uğradığını görüyoruz. İslamcılıktan sonra Osmanlıcı ideolojinin savunulmasında İslam'dan getirilen deliller ön plana çıkmaya başlayacaktır.

-İslamcılığın temel yaklaşımını ve tezlerini sıralayalım:

1)İslamiyet modern ihtiyaçları karşılayacak, modern gelişmeler karşısında insanın dünyaya bakışını tayin edecek, değişmeleri açıklayacak ve hayatının her alanına hakim kılınabilecek evrensel bir siyasal-sosyal kuram ihtiva etmektedir. Bu kuram insana doğruyu-yanlışı bildirmekle, ona rehberlik etmekte; toplum hayatının temel normlarını vermekte; kimin yöneteceğini ve yönetilenlerin haklarını belirlemektedir. İslamiyet’in, modern dünyadaki bu kapsayıcılığı müteal aramaya ihtiyaç duyulmadan akılla kavranabilir ve akılla temellendirilebilir. İslamiyet akla uygun bir dindir.

2)İslamiyet, bütün modern gelişmelere "açık" bir dindir. İslamiyet çağın yeniliklerine kolaylıkla intibak edebilir. İslamiyet’in terakkiye engel görünen tarafları, ona sonradan ilave edilen geleneklerle oluşmuştur. Bu yüzden onu sonradan oluşmuş sınırlayıcı geleneklerin bağından koparmak, ilk asli, saf şekline döndürmek gerekir. Asli kaynaklar "yeni" bir yorumla, terakki bir İslam kuramına dönüştürülebilir. Bunun için, Orta Çağ'da kapanan içtihat kapısının yeniden açılması ve yeni hükümler üretilmesi lüzumludur.

3)Batı, tartışmasız bazı üstün niteliklere sahiptir. Müslümanlar Batıyı üstün kılan unsurları (ilim, teknik, medeni usuller) alarak kendi toplumlarını ilerletmek zorundadırlar. Bir zamanlar Müslümanların elinde olan bu üstün nitelikler, Müslümanların ihmali sonucu Batılıların eline geçmiştir. Müslümanlar, aynı mantıkla Batı'dan işe yarar gördükleri bu düşünceleri ve kurumları alabilir ve kendi toplumlarına yerleştirebilirler. Bu işlem eklektik bir biçimde yapılmaktadır. (İhyacı eğiliminde karşısında, hesaplaştığı bir Batı sorunsalı vardır)

4)İslamiyet, Müslümanlar için Batılı milletler gibi bir milliyet prensibi getirmektedir. Müslümanlar bu milliyet prensibi etrafında birleşerek siyasi bir topluluk oluşturabilirler. İslamiyet, Müslümanların siyasi kimliğini, temel alacakları milliyet esasını vermektedir.

İletişim Yayınları, 1991 basım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...