06 Ağustos 2025

İSLAMIN AHLAKİ İLKELERİ - RAGIP İSFAHANİ

-Öte yandan aynı konuyla ilgili bir hadisi şerifinde Allah Rasulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Rabbini en iyi bileniniz, kendini en iyi bileninizdir." (7.dipnot/ Nevevi bu hadisle ilgili şöyle demiş: "Böyle bir hadis tespit edilebilmiş değildir." İbn Teymiyye mevzu olduğunu söylemiş, el-Albani ise "Bu hadisin aslı yoktur demiş; Yahya b. Muaz er-Razi'nin sözü olarak aktarıldığını" söylemiştir. Bkz: Keşfu'l-Hafa II/262. Fatava, XVI/349. Silsilet'ul-Ahadisi'd-Da'ife ve'l-Mavdu'a, I/96) (44)

-Yüce Allah (cc) insana, ortaya çıkan tesirleri var olduklarına işaret eden beş türlü kuvvet vermiştir. Bunlar; 

1-Beslenme kuvveti: Neşet(büyüme,gelişme), eğitim ve doğum bu kuvvetin kapsamına girer.

2-His kuvveti: Hissetme, tatma ve acı duyma bu kapsama dahildir.

3-Tahayyül kuvveti: Bu kuvvet sayesinde, eşyanın özü, his alanının dışına çıktıktan sonra, tasavvur edilebilmektedir.

4-Temayül kuvveti: Bu kuvvetin etkisiyle insanın yapısına uygun şeyler elde edilmek istenmekte, ters düşen şeylerden uzak durulmaktadır; rıza, öfke, isar, hoşnutsuzluk bu kuvvetin kapsamındadır.

5-Tefekkür kuvveti: Bu kuvvetle konuşma akıl, hikmet, görüş, tedbir, meslek, düşünce sahibi olma ve görüş alışverişinde bulunma meydana gelir. (8.dipnot/İnsandaki bu beş kuvvetin tamamı fikir, şehvet ve gazap kuvvetine dayanır. İbn Miskeveyh, Yunan düşüncesinden etkilenerek bu tasnifi yapmıştır. Nitekim tabip Ebubekir Razi de Yunan düşüncesinden etkilenen düşünürlerden birisidir. Rağıp'ın bu tasnife İslami bir renk katma arzusunda olduğunu düşünsek bile, bu, ruhani kuvvetleri, şehevi kuvvet kapsamına fail etmesini affettirmez. Gerçekte insan akıl, şehvet ve arzu anlamını içeren irade, kalp ve ruhtan ibarettir. Nitekim elimizdeki bu ez-Zeria kitabının içerdiği konular Rağıb'ın da bu tasnifte bize muvafakat ettiğine şehadet eder. Bkz: İbn Miskeveyh, Tehzibu'l-Ahlak, sf.19-29; el-Razi (ölümü hicri 250), ed-Tıbbu'r-Ruhani, sf.40; Tahkik Dr. Abdullatif el-Abd.) (45)

-İnsan ruhu ve bedeni bakımından diğer canlılardan üstündür. Ruh yönünden üstünlüğü, fikir kuvvetiyledir. Zira akıl, ilim, hikmet, temyiz ve görüş bu kuvvet sayesinde elde edilir. Oysa diğer canlıların hepsinde hissetme özelliği, bazılarında tahayyül kuvveti olmasına rağmen, fikirleri, görüşleri, malumdan yola çıkarak meçhulü ortaya çıkarma kudretleri yoktur. Bu yüzden hayvanlar eşyanın illet ve sebeplerini bilmez. (51)

-Yüce Allah(cc), insanla ilgili ne diye: "İnsan zayıf yaratılmıştır." (Nisa Suresi, 28.ayet) buyurmuştur: "Yoksa burada onun zayıflığını mı anlatmak istemiştir?" Diye sorulacak olursa, şöyle denilir: Bu ayette işaret edilen zayıflık olgusu, insanın Mele-i Âlâ karşısındaki zayıflığıdır. Zira Mele-i Âlâ'daki varlıklar hiçbir şeye muhtaç olmadıkları halde, insan bedeni yönden birtakım şeylere muhtaçtır. (53)

-İnsanların en doğru sözlüsü Allah Rasulü (sav) şöyle buyurmuş: "İnsanlar yüz deveden oluşan bir kervan gibidir. Bunların arasında gerçekte yolculuğa uygun neredeyse bir tane bile bulamazsın." (15.dipnot/ Müslim bu hadisi şu sözlerle nakletmiş: "İnsanların yüz develik sürüler gibi olduklarını görürsün. İnsan onların arasında yolculuk yapabilecek neredeyse tek bir tane bile bulamaz." Sahih, Hadis no:2542) İbil kelimesi, yüz deveden oluşan bir deve sürüsünü ifade için kullanılır. Yüz ibil, on bin deve demektir. Biz bir kişiyi alem, alemi de bir kişi gibi görüyoruz denilirse bu ifade doğrudur. Hz.Peygamber(sav) "Ümmetimle tartıldım ve onlardan ağır geldim" buyurmuştur. (16.dipnot/ Cennetle ilgili olan bu hadisi uzun bir şekilde nakleden İmam Ahmed şöyle rivayet etmiş: "Cennetin kapısına geldiğimde bir terazi getirilecek. Onun bir kefesine ben, diğer kefesine ümmetim konulacaktır, ancak ben onlardan daha ağır geleceğim" Müsnedi Ahmed, V/259 (56-57)

-Bil ki adalet kavramı, mekreme(ahlak ilkeleri) kavramından daha genel bir anlam içerir. Her ahlaki ilke ibadettir, ama her ibadet ahlaki ilke değildir. Aralarındaki belirgin fark şudur: İbadetlerin bilinen farzları, belirlenmiş sınırları vardır. Bu nedenle onları terk eden, haddi aşan zalim olur. Oysa ahlaki ilkeler bunun tersidir. İnsan ibadetlerle ilgili vazifelerini hakkıyla yerine getirmedikçe şeriatın ahlaki ilkelerini tamamlaması, kemale ermesi mümkün değildir. Bu bakımdan ibadetler, adalet kapsamında, ahlaki ilkeler nafile ibadet kapsamında kabul edilmiştir. Birinci derecede önemli görevi, farzı ihmal eden kimsenin nafile ibadeti makbul değildir. Aynı şekilde adaleti terkedenden faziletli bir şahsiyet sahibi olması beklenemez. Ancak adaleti hakkıyla ikameden sonra fazladan iş veya ibadetle ilgilenmek, fazladan görev yapmak uygun bir tutum olur; çünkü adalet: bir şeyi, olması gereken yere koymak; yapılması gerekeni yapmaktır. Nafile ibadet ve eylemde bulunmak, gerekenden fazlasını yapmaktır. Bu bağlamda bir şeyin kendisi meydana gelmeden, ona birtakım ilavelerde bulunma tasavvuru doğru değildir. (63-64)

-Nefiste arındırılması gereken üç türlü kuvvet vardır: 

1-Fikir kuvveti: Bu kuvvetin arındırılması sonucunda hikmet ve ilim meydana gelir.

2-Şehvet kuvveti: Bu kuvvetin kontrol altına alınmasıyla iffet ve cömertlik hasıl olur.

3-Hamiyet kuvveti: Bu kuvvetin dizginlenip akla boyun eğdirilmesiyle şecaat ve hilm meydana gelir. Bunların tümünün birleşmesi sonucunda adalet doğar. Bütün rezillikler bu üç kuvvetin fesada uğramasıyla meydana gelir. Sözgelişi fikir kuvvetnini fesada uğramasından cerbeze (hilekarlık) ve eblehlik(budalalık) doğar. Şehvet kuvvetinin fesada uğramasıyla şereh(oburluk, açgözlülük, hırs) ve aşırı şehvet düşkünlüğü meydana gelir. Hamiyet kuvvetinin fesadından telaş ve korkaklık doğar. (70)

-Heva insan üzerinde müessir olduğu ölçüde, şeytan ona musallat olur. (76)

-Akıl bir şeyin doğruluğunu delil yoluyle bilir. Heva ise gördüğünü, şehvet ve meyil eşliğinde görür. (78)

-Sanih (çağrışım) hatıranın, hatıra da iradenin nedenidir. İrade ise himmetle birlikte azmin nedenirid. Sanih ve hatıra kavramlarının ikisinden zaman zaman haciz ve vacis olarak da söz edilir. Bunlar irade ve azme dönüşmediklerinde kaybolurlar. İnsanın hafızasına bir hatıra geldiğinde hiç zaman geçirmeden kontrol etmelidir. Eğer onda bir hayır bulursa, fiil haline gelinceye kadar beslemelidir; kötülük bulursa, irade haline dönüşmeden kontrol merkezine iletip baskı ve denetim altına alması gerekir. Tarlanın ekime hazır hale gelmesi için yabani ve zararlı bitkilerden temizlendiği gibi, kalbini ondan temizlemelidir. Hasan basri şu sözüyle bu manayı ifade etmek istemişti:"Bir iş tasarladığında, üzerinde durup düşünen kula Allah(cc) yardım eder. Eğer o iş Allah(cc) içinse onaylar, değilse engeller." (33.dipnot/ Bu ifade Hasan Basri'ye aittir. Kutu'l-Kulûb, I/168, Birinci basım) Bilgelerden biri şöyle demiş: Hatırayı denetim altına alırsan çözülüp dağılır; denetim altına almazsan şehvete dönüşür. Şehveti dizginlersen etkiniğini yitirir; dizginleyemezsen takebe dönüşür. Talebi kontrol edersen gücünü yitirir; etmezsen amele dönüşür. (81-82)

-"Kim insanların karşısında kendinde olmayan bir ahlak örneği sergilerse, Allah(cc) onu rezil eder." Hz.Ömer (97)

-Uhrevi saadet, katıksız hayır ve fazilettir. Bunlar dört tanedir: Fena bulmayan beka/Acziyetsiz kudret/ Cehli olmayan bilgi/ Fakirliği olmayan zenginliktir. Nefsin faziletlerini kazanıp gereği gibi uygulamadan bunlara ulaşmak mümkün değildir. Bunların temeli dört unsurdur: Aklın kemali ilimledir. / İffetin kemali vera iledir. / Şecaatin kemal noktası mücahede iledir. / Adaletin kemali insaflı olmaktır. Bunların tamamı din kavramıyla ifade edilmiştir. Bu unsurlar bedeni faziletlerle tamamlanır. Bunlar da dört tanedir: Sıhhat/ Kuvvet/ Cemal/ Uzun ömür. Bunlar ayrıca insana lütfedilen diğer dört faziletle tamamlanır: Mal/ Aile efrat/ Kabilenin kalabalık olması/ Kabilenin izzetli ve soylu olması. Şanı yüce Allah'ın tevfiki olmadan bunları elde etmenin yolu yoktur. Allah'ın tevfiki ise şu dört şeydedir: Allah'ın hidayeti / Allah'ın rüşdü/ Allah'ın tesdidi/ Allah'ın teyidi. (103-104-105)

-Soylu bir kimse soylu olursa, kendi adına soylu olmuş olur. Ama soylu kimsenin oğlu soylu olursa, babasıyla birlikte soylu olur. Burada ahlakın, ataların mizaçlarından süzülüp gelen bir hasılanın sonucu olduğu ortaya çıkıyor. Zira babanın mizacı çoğu kez çocuğuna geçer, onun üzerinde etkili olur. Renkler, yaratılış biçimi ve suretler de bunun gibidir. Bütün bu özell,kler kalıtım yoluyla çocuğa geçer. Bununla ilgili Hz.Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Erlik suyunuzu değerlendirmede seçici olun, denklerinizle evlenin" (67.dipnot/Fethu'l-Bari, IX/25, Hadis no:5082) (116)

-Hz.Muaviye'ye sorulmuş: Mürüvvet nedir? "Yemek yedirmektir" demiş. El-Ahnef'e aynı soru sorulduğunda: "Açıktan yapmaktan utanılan bir şeyi, gizlide de yapmamaktır" demiştir. (125)

-Dünyada insanı iyilik eetmeye sürükleyen amiller üçtür: 

1-Faydası umulan, zararından korkulan şey konusunda terğib ve terhibdir.

2-Övülmeyi ve yerilmeyi önemseyen kimse için övülmeyi umma ya da yerilmekten korkma.

3-İyilik yapmak için çaba harcama ve fazileti talep.

Birincisi, şehvet kuvvetinin gerekli kıldığı hususlardandır. Bu duygu, insanları iş yapmaya yönlendiren en önemli amillerden birisidir. İkincisi, hayanın gerekli kıldığı bir eylem türüdür. O da iktidar sahiplerinin ve önde gelen dünya oğullarının(dünya düşkünlerinin) işidir. Üçüncüsü, aklın gerekli kıldığı fiildir. Bu da bilgilere özgü fiillerdir. Bu iç aşama ile ilgili şöyle denilmiştir: İnsana verilen nimetlerin en hayırlısı, onu dizginleyen akıldır. İnsanda bu derecede etkili akıl yoksa bu kez haya onu engeller. Haya yoksa, korku onu dizginler. Eğer bu da yoksa sahip olduğu mali güç, işlediği kötü fiillerinden sadır olan ayıbını örter. Bu da yoksa gaipten bir yıldırım gelip onu yakıp yok eder. Böylelikle bütün kullar ve beldeler onun şerrinden kurtulmuş olur. (135-136)

-İyiliklerde yükselme dereceleri şunlardır:

1-İnsanın her türlü kötülüğü terketmesidir; önceden yaptıklarından vedamet duyarak alışkanlık haline getirdiklerini terketmede kararlı olmasıdır. Bu, Allah'a ve Rasulü'ne itaat eden tövbekarların ilk derecesidir.

2-İnsanın farz kılınan ibadetleri gereği gibi yerine getirip gücü oranında daha iyisini yapmaya koşmasıdır. Bu, salihlerin derecesidir.

3-İnsanın hevasıyla mücahede edip şehvetini dizginleyerek sakıncalı şeylere iltifat etmeden, gerçek bilgisiyle daima iyiliklerle, güzelliklerle ilgilenmesi ve o şekilde amel etmesidir. Bu da hakikate şahit olanların mertebesidir.

4-Yukarıda zikredilen hususlarla birlikte zahiren ve batınen Allah'ın kaza ve kaderine razı olmaktır. (Rıza makamı). Onun hükmü altına girdikten sonra artık yalpalamamak, emirlerindne ötürü rahatsızlık, öfke, nefret gibi duygulara kapılmamak, Yüce Allah'ın kendisine, kendinden daha yakın olduğunu bilmektir. İşte bu da sıddıkların derecesidir. (140-141)

-Ahiret kazancı ayrıntılı olarak şu yedi unsurdan ibarettir: Fenasız beka / Acziyetsiz kudret/ Cehli olmayan bilgi/ Fakirliği olmayan zenginlik/ Korkusu olmayan emniyet/ Uğraşısı olmayan rahatlık/ Zilleti olmayan izzet. (155)

-Allah(cc)'ın dünya ve ahiret işerinde insanları eğitip ahlaken arındırmak için seçip görevlendirdiği peygamberler ve bazı bilge kimseler hariç, tahkik ve tasdik üzere, dünya bilgilerini, becerilerini ahiret bilgi ve becerileriyle uzlaştırmak neredeyse imkansızdır. (161-162)

-97.dipnot/İbn Abbas, Kur'an'da hikmet kavramını şöyle yorumlamış: "Kur'an'da geçen hikmet, helal ve haramın öğrenilmesi demektir." (176)

-Belagat lafız ve mananın düzgünlüğüne, bütünlüğüne; fesahat ise manaya değil, yalnızca kelimelerin düzgün ve yerli yerinde kullanılmasına dayanır. (205)

-Şer'i hüküm kendiliğinden imanını izhar eden kimsenin, bu konuda samimi olup olmadığını araştırmadan, denemeden ona mümin adının verileceği yönünde varit olmuştur. İmana aykırı bir beyan sadır olmadıkça, ona mümin demenin bir sakıncası yoktur. Mutezililerin iddiası bunun tersidir. Onlara göre, İslam'ın beş temel ilkesini yerine getirip getirmediği hususunda denenmedikçe bir kimseye mümin demek, doğru değildir. Zira o kişinin mümin olmasının hakikati, bu ilkeleri yerine getirmesine bağlıdır. (129.dipnot/Ahmed, Müsned, III/135) (220)

-"İman amir, akıl sürücü, nefis ise serkeş at gibidir. Bu bakımdan nefis amirini küçümser, ona itaat etmezse, sürücüsüyle düzgün ilişki kuramaz. Sürücüsüne itaat etmezse, amirine de itaat etmez." Hadis-i Şerif (133.dipnot/ Müslim, Hadis no:538; Ebu Davud, Hadis no:3283, Nesai, VI/252) (223)

-Bilgelerden biri şöyle demiş: "Yüce Allah, Arapların dinleri hakkında kuşkuya düşmelerini önlemek ve masumiyetini korumak için en önce domuz etini onlara haram kılmıştır. Bu yüzden Yahudi ve Hristiyanlarla ilişkilerini kesmiştir. Bu gerekçe ile domuz etini müslümanlara haram kılmıştır. Oysa diğer din mensuplarının birçoğu domuz eti yer. Yeme, içme, oturup kalkma gibi beşerî ilişkiler konusunda Müslümanların Müslüman olmayanlarla ilişkilerinin yasaklanması, işin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Nitekim Hz.Peygamber (sav) kafirlerle ilgili şöyle buyurmuştur: "Siz onların ateşini göremezsiniz." (145.dipnot/ El-Iraki, İhya'da hadisle ilgili şöyle demiş: Bu hadisi Ebu Davud ve Tirmizi Cerir'den şu sözlerle nakletmiştir. Hz.Peygamber (Sav) buyurdu: "Müşriklerin arasında yaşayan, onlarla içli dışlı olan her Müslümandan ben uzağım." Sormuşlar: "Niçin ey Allah'ın Rasulü?", Rasulullah (sav) şöyle buyurmuş: "Siz onların ateşlerini göremezsiniz." Bu hadis-i şerifi Nesai mürsel olarak rivayet etmiştir. Ayrıca Buhari de hadisin sahih ve mürsel olduğunu söylemiştir. Bu uyarılar ve hükümler sıradan insanlar içindir. Fakat bilge bir kimsenin onlarla birlikte oturup kalkmasında, beşerî ilişkilerde bulunmasında herhangi bir sakınca yoktur. (256-257)

-Öte yandan kişinin tabiatının kötü, kavrayışı kıt olduğu tespit edilirse şiddetli bir biçimde ilim öğrenmesi engellenir. Zira bu durumdaki kişinin idraki imkansız konularla iştigal etmesinin iki olumsuz yönü vardır: 

1-İnsanlar ve ülkelerin bu durumdaki bir kişinin bilgisinden yararlanması mümkün değildir.

2-Şüphe doğuran konularla iştigal ettiği için elde ettiği bilginin ne kendine ne de başkalarına bir yararı olur.

Nitekim eski çağlarda, kadim milletlerde, aralarından herhangi birisi avamlıktan çıkıp felsefe, diğer ilim dallarında bilgin ve hikmet ehli birisi olup havas arasına girmeye aday olursa, o kişiyi sıkı bir sınavdan geçirirlerdi. Eğer karakterinde bir iyilik bulunamaz veya iyilik bulunduğu halde ilme yatkın olmadığı tespit edilirse bu yola girmesine şiddetle mâni olunurdu. (267)

-Kanunların belirlenmesi konusunda gereken çabayı harcamamış, deliller bulmak için yeterli eğitim görmemiş sıradan insanlarla herhangi bir konuda tartışmaya girmek, şeytanların zincirini çözmek, yecüc mecucun önündeki seddi kaldırmak gibidir. Bu, onların canavarca güdülerinin aklın kontrolünden ve şeriatın kaydından çözülmesine neden olur. Bu nedenle, öz akıl sahibi ilim adamlarının bu tür kuru tartışmaların, çekişmelerin içine girmeleri sakıncalı görüldüğüne göre, yontulmamış gabi (kalın kafalı, anlayışı kıt, geri zekalı) cahillerle böylesi bir tartışma içine girmeleri haydi haydi sakıncalıdır. (276)

-Alimlerden biri şöyle demiş: Allah'ın verdiği nimet hariç, diğer bütün nimetlerin şükrünün edası mümkündür; çünkü O'nun nimetinin şükrünü eda, yine O'nun tarafından, lütfedilen başka bir nimettir. Bu yüzden kul Allah'ın, verdiği nimette, yine Allah'ın inamıyla şükrettiği zaman, birinci nimete şükrettiği gibi ikinci nimete de ayrıca şükretmesi gerekir. Üçüncüsünde, dördüncüsünde de durum aynıdır. Şükür fiili bu şekilde, sonsuza dek devam eder gider. Bundan dolayı Hz. Musa, şöyle demiş: "Allahım, nimetlerine karşı şükretmeyi bana emrettin. Senin nimetine şükretmem, yine Sen'in bana ihsan ettiğin bir nimetindir." (301)

-Hayâ, korkaklık ve iffet duygularının karışımından meydana gelmiştir. Bundan dolayı, hayalı kimse fasık, fasık kimse de hayalı olmaz; çünkü iffetle fasıklığın bir arada olması imkansızdır. Cesurun haya ettiği, haya edenin de cesur olduğu çok nadirdir. Korkaklık ve cesaret birbirine zıt iki kavram olduğu için, bir arada bulunmaları imkansızdır. Ancak hayâ ve cesaretin birleşerek bir varlık meydana getirmeleri çok yüce bir değer olduğu için şairler haya ile birlikte olan cesareti övmüşler. (315)

-Hayâ insanda aklın belirtisi olarak açığa çıkan ilk unsurdur. İman ise aklın son mertebesidir. Birincisi vücut bulmadan, son mertebenin meydana gelmesi mümkün değildir. Bundan dolayı hayası olmayanın imanının da olmaması gerekir. (318)

-Alimler, zenginlere karşı tekebbür, tevazuudur demişler. Bu söz, böyle bir tekebbürün, gerçek manada nefsin izzetinden kaynaklandığına işaret etmektedir. Konu ile ilgili Yüce Allah (cc) şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde haksız yere tekebbür ederler" (Araf suresi, 143. ayet) Ayette haksız yere tekebbür şartı konulmuştur. Bununla ilgili İbn Mesud şöyle demiş: "Kim bir şeyler elde etmek umuduyla zenginin karşısında kişiliğini alçaltırsa, mürüvvetinin üçte ikisi, dininin yarısı gider." (335-336)

-Eğer iftihar edeceksen, dışındaki bir manadan bir değerden değil, yalnızca kendinde bulunan bir manadan, bir değerden ötürü iftihar et. Dünyevi bir şeyden hoşlanacaksan kendi faniliğini, hoşlandığın nesnenin senden sonraya ya da senin ondan sonraya kalacağını, zevalini veya hepsinin birlikte yok olacağını düşün. Sana ait dünyevi bir meta veya başka bir değer hoşuna giderse, onun yakın bir zamanda elinden çıkıp gideceğine, bir daha sana dönmesinin imkânsız olduğunu düşün. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsan bu konuda uzun uzun muhasebe yap. (337)

-İblis şöyle demiş: "İnsanoğlunu en kolay şu üç durumda ayartıp altedebilirim; zaten başka yol da gerekmez:

1-Kendini beğendiğinde

2-Amelini çok bulduğunda

3-Günahlarını unuttuğunda. (339)

-İffet, nefsi hayvani güdülerden, eğilimlerden alıkoymaktır. Bu da şereh kavramıyla ifade edilen ifratla, şehvetin dondurularak tamamen işlevsizleştirilmesi anlamına gelen tefrit arasında orta bir durumdur. (354)

-Kanaat: Kifayet ölçüsünün altında olana razı olmaktır. Zühd: Aza kanaat, az ile yetinmektir. Bunlar birbirlerine çok yakın, neredeyse eşit anlamlar içeren iki kavramdır. Fakat kanaat nefsin rızası göz önüne alınarak kullanılır. Zühd ise, nefsin haz alması sözkonusu olan şey itibarıyla kullanılır. Kanaatten hasıl olmayan zühd, zühd değil, tezehhüddür (göstermelik zühd) Bununla ilgili bir mutasavvıf şöyle demiş: Kanaat, zühdü başlangıcıdır. (356-357)

-Sözgelişi öfke kuvveti, kişinin kendinden üstün konumda bulunan kimse yönünde harekete geçtiğinde, ondan intikam almaya kudreti olmadığı için bu arzusunu gerçekleştirmesi imkansızdır. İntikam alamayışından ötürü kalpte sıkışma, kasılma meydana gelir. Kalpteki kasılma, kan dolaşımın hızlanmasına neden olur. Bundan gam ve keder meydana gelir. Öfke kuvveti, kişinin kendinden düşük seviyede bulunan kimse yönünde hareket ettiğinde, söz konusu kişi intikam alabileceği bir konumda olduğu için, kan dolaşımı hızlanır, kalpte adeta kaynama noktasına gelir. Bundan öfke meydana gelir. Öfke kuvveti, kişi ile benzer konumda bulunan kimse yönünde harekete geçerse; o kişiden intikam almaya kudretinin yetip yetmeyeceği konusunda tereddüt eder; bu durumda kalbe dolan kan sıkışma ile genleşme arası bir kıvamda olur. İşte bundan da gerilim ve kin meydana gelir. (365-366)

-İnsanın ölümden çekinmesi, işleyip kendinden önce gönderdiği günahlarından ötürü ise, onun devası da hiç zman yitirmeden samimi bir şekilde tevbe etmektir. Şayet basiretli bir kimse ise, bu konuda Yüce Allah'ın aşırı gittiği, eksik bıraktığı hususları telafi etmek için kendisine yol göstermesi, tevbe edenlerin tevbelerini mutlaka kabul edeceğine dair verdiği söz, onun için yeterli bir delil, yeterli bir güvencedir. (380)

-İnsanın başkasının ulaştığı bir iyiliğe ulaşmayı, benzer iyiliğin kendisi için olmasını temenni etmesinin adı gıptadır. Bununla birlikte bir kimsenin, başkasının ulaştığı bir iyiliğe ulaşmak ya da onun üzerine çıkmak için fazla çaba göstgermesinin adı da yarıştır (münafese). Bu ikisi övülen hasletlerdendir. Arkadaşının sahip olduğu herhangi bir şeyin gereksiz yere yok olmasını istemenin adı hasettir. (398)

-İnsanların işlerinin düzenli yürümesinin birinci sebebi sevgidir. Adalet onun ardından gelir. Eğer insanlar birbirini seve ve ilişkilerini sevgi ile yürütselerdi adalete ihtiyaç duymazlardı. Nitekim denilmiştir ki: adalet, sevginin halifesidir, sevginin bulunmadığı yerlerde, onun adına görev yapar. (421)

-Yüce Allah bir kimseye meşru bir zanaat ve bir sanat takdir etmiştir. O zanaatle onu rızıklandırıyorsa, zanaatine sıkı bir şekilde bağlanmalıdır. Hz.Peygamber'in şu hadisi de bu hususa işaret etmektedir: "Kim bir şeyden (sanat veya zanaatten) rızıklandırılırsa ona sıkıca bağlı kalsın" (237.dipnot/ el-Iraki, el-İhya'sında bu hadisi şu şekilde kaydetmiştir: "Kim herhangi bir şeyden rızıklandırılırsa, ona bağlı kalsın. Kişinin geçimliği herhangi bir şeyden sağlanırsa, o sebep kendiliğinden değişinceye kadar, onu değiştirmesin." Tamamı Enes'ten nakledilen bu hadisin senedi hasendir. Öte yandan Hz.Aişe'den rivayet edilen ve senedinde kimliği bilinmeyen ravi bulunan hadisin sözleri ise şöyledir: "Yüce Allah sizden birisine bir rızık sebebi yarattığında, kendiliğinden değişinceye ya da onun için yadırgatıcı oluncaya kadar, onu terketmesin." (440-441)

-Hikmet, çoğu durumlarda akıllı ve bilge kişinin yoksul olmasını gerekli kılmıştır. Bunun böyle olması, söz konusu kimsenin gerekli zamanda, gerekli miktarda, gerektiği şekilde mal edinip ahlaki ilkelere aykırı şekilde biriktirmemesinden ötürüdür. Halbuki akılsız ve cahil kimsenin mal biriktirmesi çok daha kolaydır; çünkü o kazanırken helal haram, sakıncalı sakıncasız konusuna aldırış etmez. Ne bulursa alır, biriktirir. Hile ve tuzakla insanların elinde avucunda olanı alır. İnsanlar, yararlanma umuduyla işleidği kötülüklerde ona yardımcı olur, destek verir. Bu nitelikte olan kimselerin çoğunun, Yüce Allah'ın şu ayetinde nitelenenler cinsinden olduğunu görürsün: "İnsanların kimi "Rabbimiz bize yalnızca dünyada ver" der. Onun ahirette bir nasibi yoktur." (Bakara Suresi, 200.ayet-i kerime) Böylesi kimseler, sürekli şanssızlıklarından şikayetçidir. Sözgelişi bazıları feleğe (talihe) öfekelenri ,bazısı kaderdern yakınız, kaderi suçlar; kimileri de sebepleri görmezden gelip bundan Yüce Allah'ı sorumlu tutar, O'na sitem eder. (465)

-Hz.Peygamber, İbn Mes'ud'a şöyle demişti: "Mümin için her şeyde bir sevap vardır. Hanımının ağzına koyduğu lokmada bile." (244.dipnot/ Buhari aynı anlamı içeren farklı kelimelerle, farklı hadisler rivayet etmiştir. Bkz. Umdetu'l-Kari, I/319) Bu hadisle, bu şartlara göre hareket eden herkesin, her durumda sevap kazanacağı anlatılmak istenmemiştir. Yalnızca, kazanmalarında, infaklarında hep Allah'ın hükmünü gözeten ve bu hususlarda hep Allah'a ibadet etme yollarını ve vesilelerini araştıran kimseler kastedilmiştir. (469-470)

-İnsan kendisine yarar sağlamayı amaçlayarak yaptığı fiilden ötürü övülmeyi hak eder; başkasına yarar sağlamayı amaçlayarak yaptığı fiilden ötürü hem övgüyü hem de teşekkürü hak eder. Öte yandan insan kendisine zarar vermeyi amaçlayarak yaptığı işten ötürü yerilir, başkasına zarar vermek amacıyla yaptığı fiilden ötürü hem yerilir hem cezalandırılır. (499)

Kalem Yayınevi, 2019 basım, 2.baskı (İlk baskı 2003, Beşikçi Yayınevi) Çeviren: Abdi Keskinsoy

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...