-İkinci Yeniciler dilde deformasyona fazlaca bel bağlamış ve Türkçe’nin gramatikal yapısını temelinden sarsarak hızla anlamsızlığa kaymış, anlamı anlamsızlıkta aramışlardır. Bunun için genellikle “serbest çağrışım” metodunu kullanır, çağrışımları düzenlememeyi, hatta aralarındaki kendiliğinden bağları da ortadan kaldırmayı denerler. İkinci Yeni, bu yapısının tabii sonucu olarak, şiir okuyucusundan hızla kopan bir şiirdir. Okuyucusuz bir şiire yıllarca emek veren İkinci Yeni şairlerinin bazıları, okunmamayı neredeyse meziyet olarak kabul ettirmeye çalışmış, okuyucuları küçümsediklerini söylemişlerdir. İlhan Berk’e göre, şiir okuyucusu “leş kargası”dır, “akbaba”dır. Bu yüzden İkinci Yeni çok kısa bir sürede toplumdan koparak sadece İkinci Yenici şairlerin okudukları bir kaçış edebiyatı haline gelir. Ancak bazı İkinci Yeniciler, okuyucuya açılabilmek için zamanla kendilerini sıkı sıkıya bağlı oldukları ilkelerden taviz vermek zorunda hissederler. Cemal Süreya’nın şiirinde verilen bu tavizleri adım adım takip etmek mümkündür. Esasen o, Ece Ayhan ve İlhan Berk gibilerinin aksine, anlaşılmazlık zırhına bürünmek ihtiyacı hissetmeyen bir şairdi. Çünkü mayasında şairlik vardı. (51) /Tercüman, 14 Ocak 1990
-Bununla beraber Alev Alatlı’nın asıl şöhretini, Küfür Romanları adlı kitabından ötürü Yalçın Küçük’ü adamakıllı hırpaladığı Aydın Despotizmi (1986)yle sağladığı söylenebilir. Alatlı bu kitabında, Yalçın Küçük’ün şahsında, Türk düşünce hayatının köşe başlarını tutmuş, yeniye asla geçit vermeyen ve yerlerini kaybetmemek için en genç filizleri bile hoyratça koparmaktan çekinmeyen müstebit aydınlara bütün gücüyle yüklenmişti. (80) / Dergâh, Mayıs 1992, Sayı:27
-Cemil Meriç’in Jurnal’i nihayet yayımlandı. Özetlememi isterseniz, tek kelime: Izdırap. (95) / Türkiye, 14 Eylül 1992
-Ben “Bir Türk dünyaya bedeldir” diyenlerden değilsem de Türklüğümle övünen birisiyimdir. Bu bakımdan Aziz Nesin’in “Türk milleti enayidir” sözüne tabii olarak öfkelenmem gerekirdi ama öfkelenemedim; daha doğrusu, öfkelenmeyi denedim ve başaramadım. İlk tepkim, kendi kendime “Adam haklı, eğer enayi olmasaydık, Aziz Nesin şimdi büyük yazar olarak geçinebilir miydi?” sorusunu sormak oldu. Öyle ya, adam, adeta bu milletin bağlı olduğu bütün değerleri yıpratmakla görevlendirilmiş; ağzından bir gün olsun güzel bir söz çıkmayan, devamlı öfke ve nefret kusan biri. Allah’a inandığı için küfrettiği Türk toplumunu komünizmi benimsemediği için lanetlemiş, domuz eti yemediği için aptallıkla suçlamış. Peki, biz ne yapmışız? Kitaplarını okumuş, oyunlarını seyretmiş, ödüllere boğup adına sahne açmışız. Şimdi siz onun yerinde olsanız “Vay enayiler vay” demez misiniz? (99) / Türkiye 19 Ekim 1992
-Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sından sonra, Milli Mücadele’nin resmi görüşün dışında ele alındığı yeni bir tecrübe olması bakımından da büyük önem taşıyan Ağustos Başağı, Bizim Diyar ve Hilal Görününce ile birlikte bir üçgen teşkil eder. Bu üçgen çerçevesinde Türk insanının tarih içindeki devamlılığını ortaya koymaya çalışan Sevinç Çokum’un Türkçesi’ndeki sıcaklık ve üslubundaki özentisizlikten bilhassa söz etmek gerekir. (125) / Türkiye, 5 Şubat 1993
-Buhurizade’nin hayatında bugünün gözüyle bakıldığı takdirde en anlaşılmaz hadise, esirciler kethüdalığına talip olması ve saraydan ayrılarak ömrünün sonuna kadar bu kârlı işi yapmasıdır. Köleliğin XIX.yüzyıla kadar sosyal hayattan hemen kaldırılıp atılamayacak köklü bir müessese, esirciler kethüdalığının da herhangi bir devlet memuriyeti olduğu göz önüne alındığı takdirde, bundan Itri aleyhine hükümler çıkarmanın yahut –bir televizyon dizisinde yapıldığı gibi- onun bu göreve talip olmasını, olmadık manalar yükleyerek idealize etmenin saçmalığı ortaya çıkar. Bugüne ait kavramları geçmişe taşımak tarihi anlamayı zorlaştıran kötü bir alışkanlıktır. (129) / Türkiye, 15 Mart 1993
-Hadise şöyle cereyan etmiştir: Maliye Vekâleti, lüzumsuz olduğu ve yer işgal ettiği gerekçesiyle, İstanbul’daki tonlarca eski evrakın satılmasına karar verir ve bu kararını İstanbul Defterdarlığı vasıtasıyla uygulamaya koyar. İzzet Halim ve M.Tekfuryan adlı kişiler tarafından kurulan şirkete okkası üç kuruş on paradan, yani hurda kâğıt fiyatına satılan evrak, Sirkeci’den trenle Bulgaristan’a gönderilmektedir. Bu korkunç cinayet, ilk olarak o sırada Son Posta gazetesinde çalışan İbrahim Hakkı Konyalı tarafından fark edilir. Sultanahmet’teki Maliye hazinesindeki evrakın balyalar halinde at arabalarına yüklendiğini tesadüfen gören Konyalı’nın konuyla ilgili haberi Son Posta’nın 13 Mayıs 1931 tarihli nüshasında birinci sayfadan resimli olarak verilmiştir. Tek Parti devrinde, Türk tarihine ve kültürüne yönelen düşmanlığa karşı haysiyetli bir Türk aydını olarak dikilen İbrahim Hakkı Konyalı, bir kısmı etrafa saçılmış evraka bakar bakmaz bunların hurda kağıt değil, son derece önemli belgeler olduğunu anlamış ve hemen hassasiyetlerine inandığı kişilere haber vermiştir. Bunlardan biri de, o sırada İstanbul Belediyesi’nde görev yapan ve belediyenin basınla ilişkilerini düzenleyen tanınmış araştırmacı Osman Ergin’dir. Meselenin üzerine büyük bir heyecanla giden Muallim Cevdet, hadiseyi ondan öğrenir ve Başvekil İsmet Paşa’ya konuyla ilgili olarak kapsamlı bir rapor yazıp gönderir. Osman Ergin, “Muallim Cevdet, Hayatı, Eserleri ve Kütüphanesi”(1937) adlı kitabında, onun bu felaketi duyar duymaz hüngür hüngür ağlamaya başladığını yazmaktadır. Meselenin kamuoyuna mal olması üzerine harekete geçen hükümet, satılan evrakı Bulgaristan’dan diplomatik yolla geri isterse de netice alınamaz. Bulgarlar söz konusu evrakı Avusturya’dan getirttikleri uzmanlara inceleterek değerli olanlarını ve kendilerini ilgilendirenleri alıkoymuş, işlerine yaramayanları da iki sene sonra iade etmişlerdir. (145-146) / Türkiye, 9 Ağustos 1993
-Talebelik hayatımda, tesiri altında kaldığım tek hoca, merhum Seyyid Ahmed Arvasi olmuştur. Onun her dersi, bilginin ve düşüncenin ufuklarında zevkli bir yolculuktu. Son derece etkileyici bir ders anlatışı vardı; aktör gibi, anlatırken yaşardı adeta. Gözleriyle, karşısındakileri hemen kendi cazibe alanının içine çeker, mantığı ve belagatiyle büyülerdi. (175) Zaman zaman “Kendini Arayan İnsan”ın akademik çevrelerde ve kültür dünyasında suskunlukla karşılanmış olmasından yakındığı olurdu. Kendisine bir gün bu eserini Hilmi Ziya Ülken’in okuduğunu ve “Eğer Avrupa’da neşredilseydi, büyük yankı uyandırırdı” dediğini nakletmişler. “Hilmi Ziya böyle demiş ama kendisi bir satır bile yazmadı” demişti. (176) / Türkiye, 3 Ocak 1994
-Resulullah’ın sadece def’e izin verdiğini, bir gün flüt sesini duyunca kulakların tıkadığına dair rivayeti esas alarak diğer enstrümanları yasakladığını söylemek, İslam’ın müzikle ilgili yaklaşımını anlamak ve açıklamak için yeterli değildir. Bağdat’tan Kurtuba’ya, Semerkant’tan İstanbul’a, Şiraz’dan Saraybosna’ya uçsuz bucaksız bir coğrafyada “neşv ü nema” bulmuş bin yıllık bir medeniyetin muhteşem musiki birikimi nasıl yok sayılabilir? Sevgili Peygamberimizin flüt sesini duyunca kulaklarını tıkamasını, flütün kötü çalınmış olmasına bağlamak “Sevdiriniz nefret ettirmeyiniz, kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız” hadis-i şerifinde ifade edilen benzersiz ilkeye daha uygun düşmez mi? (208) / Zaman 3 Kasım 1995
-Gerçi tasviri yasaklayan herhangi bir ayet yoktur; fakat tasvir yasağını putlaştırmayı yasaklayan genel bir ilke olarak alırsak, Kur’an-ı Kerim’in sırf bu ilkeyi hayata geçirmek için indirilmiş bir Kitap olduğu bile söylenebilir. (210) / 9 Kasım 1995
-Aynı zamanda, Türk dünyasında bu asrın başlarına kadar kültürel manada bir bütünleşmeden söz edilebildiğini anlatmak istiyorum. Bu bütünleşme alfabe birliği sayesinde mümkün olmuştu. Eski alfabeyle yazılmış bir metni, her Türk topluluğu kendi ses değerlerini vererek okuyabiliyordu. İsmail Gaspıralı’nın Tercüman’la kazandığı başarının temelinde bu gerçek vardır. Hiç şüphesiz, bugün de Türk dünyasında kültürel bütünleşmenin yolu alfabe birliğinden geçmektedir. İki yüz milyonluk bir dünyaya seslendiğini bilerek yazacak olan Türk yazarı, ne mutlu yazardır. O günlerin de geleceğine inanıyorum. (225) / Zaman 5 Ocak 1996
-Kelime dağarcıkları bin kelimeyi geçmeyen şimdiki gençler, kalemi ellerine aldı mı şair kesiliyor ve yılların birbirini ne kadar hızlı kovaladığını bilmedikleri için, yazacakları büyük eserleri sürekli erteleyip birtakım “muhit”lerde “esafil-i şark”ı oynamayı tercih ediyorlar. Hâlbuki yazacakları büyük eserleri erteleye erteleye yolun sonuna gelmiş ağabeyleri ibret abideleri olarak karşılarında duruyor. (227-228) / Zaman 19 Ocak 1996
-Türkiye’de tiyatroya damgasını vurmuş öncü şahsiyetlerden biri olan Muhsin Ertuğrul’un “Tiyatro Adabı” adlı broşürü, bu bakımdan çarpıcı bir belgedir. “Eğlence yeri” değil, “büyüklerin mektebi” olan tiyatroya mümkün mertebe temiz elbiseler giyilip gürültüsüzce oturulur, “Perdenin açılacağını ihbar eden işaretten sonra, perde kapanıncaya kadar artık bir kelime bile konuşulmadan yalnız eser dinlenir”. Çünkü “Bir milletin bilgi ve anlayış seviyesi sanat eserlerine ve sanatkârlarına gösterdiği alaka ile ölçülür”. Katıksız bir Tek Parti devri adamı olan Muhsin Ertuğrul, dayattığı bu “adab” ile halkı, oyunu beğense de beğenmese de sessizce seyredip sonunda alkışlamak zorunda olan pasif bir seyirci konumuna düşürmüştü. Bugün bile, herhangi bir seyirci, bir oyunu herhangi bir şekilde protesto etmeye kalkışsa, tiyatrocular ve medyanın “seçkin” yazarları solcu-batıcı suçlama sözlüğünün bütün incilerini çağdaşlık ipliğine dize dize bitiremezler. (242-243) / Zaman, 15 Mart 1996
-Türkiye’de bilim tarihi araştırmaları konusunda öncülük şerefi, hiç şüphesiz ‘Tarih Boyunca İlim ve Din’ (1944) ve ‘Osmanlı Türklerinde İlim’ (1940) adlı eseriyle Abdülhak Adnan Adıvar’ındır. Ancak Adıvar, Paris’te sürgündeyken yazdığı ikincisi için kapsamlı bir çalışma yapma imkanından mahrum bulunması, neslinin bütün mensupları gibi Osmanlı mirasına karşı menfi bir tavır alması ve oryantalistlerin etkisinde kalmış olması yüzünden, tarihi realiteyle ters düşen hükümler vermiş ve bu hükümler hiç tartışılmadan günümüze kadar gelmiştir. Adıvar, bilim tarihinin öncüsü olarak kabul edilen George Sarton’un İslam’ın ilk beş asrının bilimin altın çağı olduğu, Bağdat’ın Moğollar tarafından yakılıp yıkılmasından sonra Müslümanların bilim, kültür ve sanat alanlarında sürekli bir düşüş yaşadığı yolundaki temel görüşünü benimsemiş, bu görüş doğrultusunda Osmanlı biliminin Arap ve Fars dillerindeki bilimin eksik ve bazan yanlış bir devamı olduğunu iddia etmiştir. Osmanlı sanki kendini kalın duvarların arkasına hapsetmiş, Batı dünyasıyla hiçbir teması olmamıştır. (282) / Zaman, 12 Temmuz 1996
-Cemal Kafadar klasik oryantalizmi eleştirerek Batı’da yeni bir çığır açan Edward Said’i de bu açıdan bakarak bazı peşin hükümleri devam ettirmekle suçluyor. 19.yüzyıl oryantalistleri tarafından siyasi rekabetin bir sonucu olarak yok sayılan Osmanlı’yı Said’in de yok saydığını ve meseleyi Batılılar ve Arap-İslam medeniyeti ikilemi içinde ele aldığını söyleyen Kafadar diyor ki: ”Edward Said, şarkiyatçılığın 19.yüzyıl Avrupa siyasetine ne kadar bağlı olduğunu söyler; bu çok doğru bir tespit. Ama 19.yüzyılda Avrupa’nın siyasi rakibinin Osmanlı-Türk dünyası olduğunu bir türlü söylemek istemiyor. Yani Said, klasik oryantalizmi eleştirirken onun işine gelen bazı kalıplarını kullanmakta da bir sakınca görmemiştir” (291) / Zaman 16 Ağustos 1996
-Derken, Cemil Meriç’in kitabı çıktı: Mağaradakiler. (1978) Merhum, bu kitapta yer alan “Sarıklı İhtilalci” başlıklı yazısında bambaşka bir Suavi portresi çiziyor, hatta Bernard Lewis’in bir tesbitine dayanarak onun İngiliz menfaatlerine hizmet ettiği yolunda şüpheler uyandırıyordu: Suavi ve İngiliz karısı, Disraeli’nin özel görevlisi olarak Türkiye’yi ziyaret eden İngiliz parlamenteri Butler Johnstone’u misafir etmiş, kısa bir süre sonra da V.Murad’ı tahta çıkarmak üzere esrarengiz Üsküdar Komitesi’ni kurmuştu. (292) / Zaman, 23 Ağustos 1996
-Ömrünün sonuna kadar Osmanlıları savunan ve bu konuda Çelik’in listesini verdiği birçok eser de yazan David Urquhart, Osmanlı Devleti lehine faaliyet gösteren Foreign Affairs Committe’lerinin de kurucusudur. H.A. Munro Butler Johnstone, işte bu komitelerin faal üyelerinden biriydi. Hüseyin Çelik, Butler Johnstone’un “Urquhart’ın Osmanlı Devleti ile ilgili olarak ileri sürmüş olduğu fikirlerin parlamentodaki sesi” olduğunu ve milletvekilliği süresince yaptığı bütün konuşmalarda Türkiye’yi savunduğunu söylüyor. (293) / Zaman, 23 Ağustos 1996
-“1926 Ağustos’unda Maarif Vekili Necati Bey, bir Sanayi-i Nefise Encümeni toplamıştı. Bu encümene beni de davet etti. İşte o encümende alınan kararla mekteplerden alaturka musiki tedrisatı kaldırıldı. Böyle isabetli kararların yanında fazla cüretkârânelerinin de alınmasına ramak kaldığına şahit oldum. Bu encümenimizin reisi rahmetli Namık İsmail ile rahmetli Çallı İbrahim, Necati Bey’e bir dilekçe sundular. Bu dilekçede ressamların eserlerini teşhir edecek bir galeriden mahrum bulunduğu belirtiliyor ve hükümetten bu iş için bir mahal isteniyordu. İstenilen mahal neydi biliyor musunuz? Sultanahmet Camii, ancak ilave ediliyordu ki, camide yukarıdan gelen ışığın az oluşu resimlerin iyi şerait altında teşhirine mani idi. Bunun için kubbede delik açılması teklif edilmişti. Necati Bey, muvafakatini vermek üzere iken, rahmetli Mimar Kemaleddin Bey’in pür hiddet yerinden kalkarak söylediği sözlerden sonra bu karardan vazgeçildi. Sanat inkılaplarında isabetli kararların alınmasının ne kadar zor olduğunu o gün unutulmaz şekilde anladım” Filarmoni Dergisi, 112.sayı’da yer alan 11 Kasım 1963 tarihli Cumhuriyet gazetesinden iktibas edilmiş “Atatürk’ten Anılar” başlığını taşıyan Cemal Reşit Rasim (Cemal Reşit Rey) mahlasına sahip yazara ait bir imza.
Ötüken Neşriyat, 1999 basım, İstanbul. (İlk baskı; Timaş yayınları, 1997)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder