16 Mayıs 2025

ÇİLENİN BÖYLESİ – HÜSEYİN ÜZMEZ

-Benim de sol kaşımda kötü bir yanık izi vardı. Küçükken ateşe düşmüştüm. (41)

-O sıralarda Yalman, Gazetesi için “Yurt İlaveleri” hazırlıyordu. Bir gün duyduk ki Elazığ’a da gelmiş. İlk öldürme kararını orada verdik. Toplantıda yedi kişiydik. Aramızda kura çekecektik. Kime çıkarsa o vuracaktı. Üsteğmen M.Ş’nin şapkasının içinde kâğıtları karıştırdım. A.K çekti, kendi çıktı. A.K bizim Elazığ’daki başkanımızdı. Yapamazdı. İnce yapılı, içli, sessiz, varlığı ile yokluğu belirsiz, “acem minyatürleri gibi” bir arkadaştı. O yıllarda böylesi pırıl pırıl yüce görünümler altında, nice gizli hesapların yattığını anlayacak durumda değildim. Kendisini çok severdim. O’na çıkan görevi ben almak istedim. İ.K karşı çıktı. Tartışma başladı ve uzuyordu. Hâlbuki zaman yoktu. Sanki Yalman Merih’ten gelmişti, bu fırsatı kaçırırsak bir daha ele geçiremeyecektik. Yeniden kura çekelim. Bu kez kendi adımı iki kâğıda yazdım. Böylece bana çıkması ihtimalini artırmış oluyordum. Çektik yine A.K çıktı. (75)

-Evet, anam Kürt’tü. Bundan ne çıkardı? Türk olarak ya da Kürt olarak dünyaya gelmek benim elimde miydi? (86)

-Sinemalar dağılmıştı. Etraf çok kalabalıktı. Menderes ve yakınları da şereflerine verilen ziyafetten çıkmışlardı. Yalman’ın vurulduğunu onlar da gördüler. Ama durmadılar. Can tatlıydı. Ve “herkes yalnız ölür”dü. (94)

-Selam size hayatın bütün fırtınalarına kahramanca göğüs gerenler. Bugün adları herkesçe bilinmeyen kendilerini bildirmeyen, dava ve fikir piyasasını dolduran bir sürü sahtekâra bakıp sessiz sessiz iç geçiren, üstelik onların en bayağıca dedikodularına hedef olan, susan, yutan, yutkunan gerçekten inanmış çileli arkadaşlar. Selam size olsun. (116)

-Basın ve partiler söz birliği etmişlerdi. Gazeteler her gün aleyhimize ateş püskürüyorlardı. İlk işareti Hüseyin Cahit Yalçın vermişti: “Ben bütün muhalefet haklarımdan vazgeçiyorum, önce bu gericilerin kafalarını ezelim, sonra kendi aramızda kozumuzu paylaşırız” diyordu. Biz onlardan değildik. Onlar bu memleketin gerçek sahipleri, efendileriydi. Biz kim oluyorduk ki onların aralarındaki çekişmede bir tarafı tutaydık. Mümtaz Faik Fenik, Zafer Gazetesi’nde “Bunlara strikinin yedirelim, topyekûn imha edelim” diyordu. (Gördünüz mü demokrasiyi, hukuk devletini) Olayın nedenleri üzerinde duran kimse yoktu. İşin ucu kendilerine dokununca “Demokrasi, hak, hukuk, rejim, inkılap, ilerilik, özgürlük diye ciyak ciyak bağıran bu baylar bizim için insanca bir ölümü bile çok görüyorlardı. En insaflıları Hürriyet Gazetesinin kurucusu Sedat Simavi olmuştu. “Bu gericileri öldürmekte fayda yok. Mesela Yozgat gibi bir vilayeti boşaltalım, kamp haline getirelim, hepsini oraya doldurup dünya ile ilişkilerini keselim, orada en sonuncusu da geberip gidinceye kadar birbirlerini yiyip dursunlar” diyordu. (122-123)

-Yasin’in gözü patlamıştı. (1.dipnot/ Sonradan Efes Otelinin havuzunda boğulan Zeki Müren’in terzisi Yasin Tekayak) (196)

-Yalman’ın ilk avukatı Prof.Faruk Erem’di. Erem bir iki mahkemeye geldikten sonra bir daha gelmemişti. O zaman bunun nedenini anlayamamıştık. Çok yıllar sonra kendisi yakın arkadaşım Lütfü Gülergün’e bu hareketinin anlamını şu şekilde açıklayacaktı: “Ben önce karşımda başkalarına alet olmuş adi bir suçlu bulacağımı sanıyordum. Tam aksine baktım ki fail davasına tam inanmış bir idealist. Böylesi bir gencin cezalandırılmasını istemek benim hayat görüşüme ve prensiplerime aykırı olurdu. Yalman’ın davasını onun için bıraktım.” (Asil adam. Gerçek insan. Büyük insan. Faruk Bey senden başka türlüsü zaten beklenmezdi.) Yalman’ın yeni avukatı sırtını iktidara dayamıştı. Günlerdir Zafer Gazetesin’nde aleyhimize ateş püskürüyordu. Bir şeyler olmuştu. Biz bir tabuya dokunmuştuk. (197)

-İçimizde İbrahim Galip Hamikoğlu Akçadağ diye biri vardı. Hemen hemen iki metre boyundaydı. Başında havları çoktan dökülmüş lacivert lengerli bir şapka vardı. Kahve renkli kalın paltosunun yaz kış sırtından çıkarmazdı. Zebur, Tevrat, İncil, Kur’an. Hepsini okumuştu. Vaktiyle Malatya civarındaki bütün dağları bir dilekçe ile kendine tapu ettirmişti. Bir yerden bir yol geçecek ya da bir tarafa bir askeri depo falan yapılacak olsa Hamikoğlu kapı gibi tapusuyla ilgililerin karşısına dikilir, istimlak ettirir ve çatır çatır parasını alırdı. Kısacası herkes halkı dolandırırdı, o ise devleti dolandırıyordu. Memleketimiz için çok hayırlı bir adamdı. Vaktiyle beleşe kapattığı toprakların metresini fakir fukaraya 10 liradan satardı. Çok düşkün olanlardan da 50-100 lira noksan alırdı. Ahiretini de düşünen adamdı. Kiminin parası kiminin duası derdi. Herkes ona dua ederdi. (209)

-Malatya hadisesinin ilk günlerinde devrin Adalet Bakanı Osman Şevki Çiçekdağ bizi yargılayacak olan mahkemenin reisi Emin Ali Dazıroğlu’ya geliyor, “Ticanileri nasıl ezdinizse bunları da öyle ezeceksiniz. İnkilaplar sizden bu celadeti bekliyor” diyor. Reisin cevabı şudur: “ Bunlar Malatya’nın taşı toprağı kadar Türk ve Müslüman çocuklarıdır. Gericilikle ilgileri yoktur. Falih Rıfkı’yı sizin arzunuz ve baskınız hilafına nasıl tekrar tekrar beraat ettirdimse aynı şeyleri bunlar için de yapacağım. Ya bu davayı benden alın yahut ta beni bu mahkemeden başka yere tayin edin.” Dazıroğlu el altından bize haber gönderdi:” Biz seçimlere katılacağız. Yeni heyet getirecekler. Sizi yakacaklar. Adalet namına üzülüyorum. Elinizi çabuk tutun ki biz gitmeden mahkemeyi bitirelim” dedi. Bütün bunlara rağmen bizimkiler Adnan Bey’e çok güveniyorlardı. Sanki Adnan Bey seçimden sonra bizi salıverdirecekti. Çok söyledim. Ama dinlemediler. Önemsiz sebeplerle mahkemeyi uzattılar. 1954 seçimleri oldu. D.P ezici bir çoğunlukla iktidara geldi. (213)

-Bilgisiz, görgüsüz, teşkilatsız, şuursuz yığınların yaşadığı memleketlerde hiçbir rejim teminat altında olamazdı. (218)

-Pilavoğlu zengin adamdı. Her zengin gibi o da her yemeği rahat yiyemezdi. Şekeri ve ülseri vardı. Çoğu kez bizim kütür kütür soğan ekmek yememize imrenip dururdu. Kimi bulamazdı, kimi de yiyemezdi. İşte böyleydi dünyanın hali. İlahi adalet. Pilavoğlu bu yüzden ayrı yerdi. (265)

-Namaz kılmayanlarımız bile kendilerini bir veli kadar Allah’a yakın sayıyorlardı. Onlar da hiç olmazsa sabahları aç karnına başta Celal Bayar olmak üzere devlet büyüklerine küfrederlerdi. Mahkûm için her kudret sahibi dinsizdi. Ezilenler Allah’ın sevgili kullarıydı. Bir suç işlemişlerdi ama işte cezasını çekiyorlardı. Ya suçsuzluk gururu içinde nice cinayetler işleyen şu zalimler n’olacaktı? Allah’a inanmayanlar bile orada inanırlardı. Şu sımsıkı kapalı kapıları açacak olan yalnız O’ydu. Bir gün Celal Bayar’a zarar olsun diye muslukları sonuna kadar açmışlardı. Sular şakır şakır, boşu boşuna akıyordu. “Celal Bayar’ın bundan haberi bile olmaz, yapmayın susuz kalacağız” dedimse de dinletemedim. Öğlene kadar depo boşaldı. Üç gün susuzluktan kepaze olduk. (311)

-İdamlar infaz edileceği zaman garnizondaki mahkumları da Mete’ye göndermişlerdi. Burası idamların yapıldığı yerin birkaç kilometre uzağında, bir tepenin ardındaydı. Bir çeşit sürgün yeriydi. Sevilmeyen mahkumları oraya atarlardı. İşte birkaç gün için bütün mahkumları oraya göndermişlerdi. Garnizon denilen asıl idamların yapıldığı kesimde sadece dört mahkum kalmıştı. Mahkumlardan bana anlatanlar onlardı. Bunlardan birincisi revirde sıhhıyelik yapan Samsun’un Havza Kazası’ndan Ali Çelik’ti. İkincisi yemekhaneye bakan Adapazarlı Gangaster Nazif, üçüncüsü yine Havza Kazası’ndan demirci Durmuş Pehlivan, dördüncüsü marangozhane ekip başısı Manisalı Hikmet Gül Fedakardı. Bir de olayları başından sonuna kadar gören, hatta gizli konuşmaları bile duyan İran tebalı bir mahkum arkadaş vardı: Muhammed İbrahim Sultan Posandi. Bu mahkum çay ocağına bakıyordu. Çok güzel çay yapardı. Günün hemen her saatinde vazifelilere çay götürmüş ve olup bitenleri yakından görmüştü. Diğer arkadaşların ikisi sehbanın kurulmasına yardım edecekler, Ali sağlık hizmerlerinde askeri doktorlara yardımcı olacak, Nazifte yemekhane işlerini düzenleyecekti. Bunlar bu yüzden Mete’ye gönderilmemişlerdi. Bazı gardiyanlarda gördüklerini anlattılar. Bilhassa idamlarda vazife alanların anlattıkları diğerlerinden dinlediklerimi teyit ediyordu. Bunlardan birisi Mudanya’nın Çepni Köyü’nden Osman Kıldış’tı. Bunu az çok gazete okuyan herkes tanıyacaktır. O zamanlar Hayat Mecmuasında bir resim çıkmıştı. Menderes iki yanı ağaçlıklı bir yoldan idama götürülüyordu iki yanında birer gardiyan vardı. İşte bu Osman Kıldış Menderes’in sol tarafında olandır. Gardiyan değildi, infaz memurudur, o gün için gardiyan elbisesi giymiştir. Resimde görülen beyaz ayakkabısı bana idam sahnelerini anlatırken hala ayağındaydı. Yine aynı resimde Menderes’in sağ yanında bulunan şişman gardıyan da ambar memuru Mehmet Evrensel’dir. Yani o da gardıyan değildir. Partiye kayıtlı olup olmadığını bilmem ama kendisi çok koyu bir CHP’lidir. (343)

Timaş Yayınları, 1994 basım, 2.baskı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...