-Patronaj, genel olarak toplumsal aktörler arasında yüz yüze ve şahsi nitelikli, resmi bir otorite temeline dayanmayan, hizmet sunma - çıkar sağlama ekseninde karşılıklılık üzerine kurulan toplumsal bir ilişki türüdür. Bu ilişkide eşit olmayan iki tarafın varlığı ve bu iki taraf arasındaki eşitsizliğin göreceli refah, statü ve iktidar farklılığından kaynaklanması söz konusudur. (23)
-Schmitt, politika üzerine yaptığı analizlerde "partizan" ve "gerilla" tiplemeleri yapar ve bu iki tip arasındaki mahiyet farkının politik hayatın şekillenmesinde oynayacağı rolü vurgular. Schmitt'e göre partizan, bir partinin yandaşını, geleneksel siyasetin başka araçlarla sürdürülmesini simgeler. Partizan savaşı bir iktidar savaşıdır ve alternatif bir politik düzen kurmayı hedefleyebilir. Oysa iktidarı hedeflemeyen gerilla savaşı, ülkenin toprak bütünlüğünü bozmayı amaçlar, ülkeyi istikrarsızlaştırmayı hedefler. Bu, tam da terörü partizan savaşından ayıran yandır. (Aktaran: Aykut Çelebi, Devlet Toprak Egemenlik, 2008 basım, sf:165-7, İmaj yayınları, Ankara)(50)
-Başka bir deyişle, Milli Görüş'ün din aracılığıyla oluşturmaya çalıştığı tarihsel bloku, Erdoğan ve kadrosu dini ikinci planda tutan, ekonomiyi ve ekonomi aracılığıyla siyasi ittifakları öne çıkaran bir anlayışa dönüştürdü. Türkiye'de kapitalizm, küresel eklemlenme süreci içinde merkezkaç bir yön de kazandı; sermaye bugün "Anadolu Sermayesi" yaftasıyla nitelenen periferiye de aktı. Sermaye birikimi sağlamak, sermaye ile temasa geçmek, hayatın maddileşmesini beraberinde getirir ister istemez. Fakat periferide bu duruma maruz kalanlar; kendi geleneksel hayat anlayışları ve değerleriyle bir hesaplaşmaya girmekten çok; sermaye birikiminin ce dağılımının doğurduğu maddileşen hayatı kendi anlayışları ve değerleri üzerinden meşrulaştırmaya giriştiler. Bu sayede karşımıza yerleşik toplumsal tahayyüldekinden farklı türde ve yönde bir burjuvalaşma ve burjuva tipi çıkmaya başladı. İktisaden tipik burjuva maddi imkânlara sahip olan; ama onu tüketmede ve kullanmada hâkim modernist zihniyetin öngörmediği atipik hayat tarzını sergileyenlerin zuhuru. Bu noktada statüko zorlanıyor izlenimi yayıldı, ama bu izlenim aslında sermayenin yeni aktörlerinin gayrimeşru doğumu olarak gösterilmeye başladı. Siyaseten, siyasi konumu yerleşik güçler tarafından baştan beri zaten meşru olarak görülmemiş olan AKP, bu doğumun ebesi ilan edilerek daha "gayrimeşru" hale getirilmeye girişildi. (55-56)
-Politikayı devlete özdeş kılan anlayış, şu iki politik sonucu doğurdu: Bir yanda politikayı en üst karar verme eylemi görerek, bu eylemi ifa eden özneyi (duruma göre kişi, sınıf, parti, bürokrasi, ordu) egemen mertebesine yerleştirdi; o özneye istisnai durum ve buna bağlı olarak kendi hukukunu yaratma kararı alma kabiliyeti atfetti. Öbür yandan, politikanın öznesini oluşturan etkeni, ontolojik olarak dost düşman ayrılığının varlığına bağladı. Bu iki sonucu kendi politik felsefesinin temeli yapmış olan Carl Schmitt’in (1888-1985) formülsyonu şöyleydi: Politikadan bahsetmek, son tahlilde, bir şeye muvafık veya muhalif olmaktan değil, bir kişiye muvafık veya muhalif olmaktan bahsetmektir. Muvafık(dost) ve muhalif(düşman) konumlar, kavrayışlar ve değerler politikayı anlamamızı sağlayabilir ancak. (69)
-O halde bu çok kısa hatırlatmaların da gösterdiği gibi, anayasanın ve anayasacılığın, özünde hukuki bir mesele değil, politik bir mesele olduğu öncelikle dikkate alınmalıdır. Bu yüzden, bir halkın yeni bir anayasa yapma niyeti, aslında o halkın içinde bulunduğu ulusal ve uluslararası politik/kültürel ortamın telkinleri doğrultusunda toplumu yeniden inşa etme arzusudur. Toplumu yeniden inşa ediş ise her yerde ve zamanda politik mahiyette olmuştur ve politik iktidarın etrafındaki tartışmalara paralel vuku bulmuştur. (76)
-Bir hukuk düzeninin tesisi, ilk ve her şeyden önce, bir düzenin tesis edilmesiyle mümkündür. Bir düzenin tesisi ise egemen bir gücün vücut verdiği bir olgu olduğundan; anayasanın üzerine inşa edildiği zemin güç (iktidar) ilişkilerinin meydana getirdiği bir zemindir. Hal böyle olunca, bir anaysa yapmayı anlamak politik olanı anlamakla eşdeğer görülebilir. (83-84)
-Bir anayasanın Montesquieu’nün “kanunların ruhu” diye tabir ettiği sosyal ve politik altyapının varlığı olmadan; dolayısıyla bu anayasanın inşa olabileceği eşitliğe dayanan bir politik kültür zemini döşenmeden, hangi kesim vücut verirse versin, anayasacılığın formal kurumları can çekişmeye mahkûm kalacaktır. (92)
-Benlik(self) insanın kendisini eşsiz bir bütünlük olarak hissetmesidir. Ona bu hissi veren ise tarihsel olarak yaşaya geldiği medeniyet mefhumudur. İnsana kendi varlığının bilincini veren ve o bilince iradi bir eylem kapasitesi kazandıran medeniyettir. Tarihsel olarak tek bir medeniyet mevcut olmadığına göre ve dolayısıyla her bir medeniyetin “ben idraki” farklılık gösterdiğine (Ahmet Davutoğlu, Medeniyetlerin Ben İdraki, Divan 3/1) göre; demokrasinin inşasında aşkın bir referans çerçevesi olarak esas alınacak olan da aidiyet hissi duyulan medeniyettir. Eisenstadt’ın moderniteyi “mihver medeniyetler”den farklı olarak “yeni” bir medeniyet olarak telakki edildiğine dair tespitine yukarılarda değinmiştik. Demokrasinin inşasına ilişkin şimdi yaptığımız tanımı, Eisenstadt’ın tespiti doğrultusunda düşündüğümüzde; Türkiye’de demokrasi meselesinin üstesinden gelmenin, esas itibariyle “medeniyetler çatışması”nın üstesinden gelecek bir tahayyül geliştirmekle mümkün olacağını da görebiliriz. Aksi takdirde, “kimlikler çatışması”nın yol açtığı “kimliksiz” bir toplum haline dönüşme mukadder olacaktır. (108)
-Bir başka deyişle, Kürt meselesi halledilirse demokrasi gerçekleşir şeklinde sonucu sebep yerine koyan soyut bir algı yerine, demokrasi meselesi halledilirse Kürt meselesi (de) halledilir realitesini geçirmektir. Sebebi sonuç yerine koyan anlayış, her şeyden önce, demokrasiyi son tahlilde ister istemez bir farklılığa (etnisiteye) hapsetmek olduğu kadar, diğer farklılıkları marjinalleştiren bir tutumu da teşvik edebilir. (121)
-Gökalp, Batı uygarlığının kapitalizm olarak cisimleşmiş yanına negatif yaklaşmaktaydı. Batı’yı, kapitalizmle özdeş olduğu ölçüde, toplumu kültürel ve ahlaki olarak olumsuz etkileyen bir uygarlık olarak tanımlamaktaydı. (Taha Parla, Ziya Gökalp Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, 1989, sf:46-40) Dolayısıyla günümüz global toplumunun hastalıklarının kökenine de çok önceden işaret etmiş oluyordu: Metalaştırılmış değerlerin ve tüketimciliğin ana kaynağı olarak kapitalizm. Gökalp’in bu doğrultuda toplumu Durkheimci açıdan moral bir varlık (entitty) olarak görmesi kaçınılmazdı. Nitekim teorik formülasyonunda Türkçülüğün içini kültür, İslamcılığın içini ahlak, muasırlaşmanın içini de rasyonellikle doldururken yapmak istediği, son tahlilde uygarlığın muhtemel yozlaştırıcı etkilerini en aza indirmek istemesiydi. (131)
-Sivil toplum kavramı İslami politik düşünce ve söyleme zorlamayla şırınga edilen bir kavram. O kadar ki, kavramın temsil ettiği bir toplumsal/politik gerçeklik de zorlama yoluyla tanımlanmıştır. (168)
-Modernleşmeyle gelen dönüşüm, ümmet olanın modern bir devletin topluluklarından biri olmasını, dolayısıyla devlete inanç bağının yerine hukuk bağının geçmesini zorunlu kılmıştır. Bunun adı sekülarizmdir. (170)
-“Mahalle baskısı”nın gizil gücünün bu noktada yattığı ileri sürülebilir: Kendilerini hep seyredilenler olarak gören kesimlere (İslami, kentli orta sınıflara) paranın sızması ve onları seyreden konumuna taşıması. Kapitalizmin dönüştürücü gücü, söz konusu kesimlerin değerlerini şeyleştirmiş; bu şeyleştirmenin kendine özgü bir giysi stili uydurma, lüks otellerde iftar yemekleri verme, lüks binek araba kullanımı, lüks yerlerde tatil yapma, gösterişli düğün törenleri düzenleme vs. şeklinde tezahürleri aracılığıyla şaşırarak seyredenlere, daha göze batacak şekilde kendilerini göstermeye girişmişlerdir: kapitalizmin doğurduğu açgözlülüğün güdülenmesiyle paranın satın aldığı aidiyetler/kimlikler olarak. Bu doğrultuda, yer değiştiren seyredenler ve seyredilenler karşılıklı olarak birbirini içerir halde, Denetim Toplumunun izdüşümünü yaşadıkları mekânlara (mahalle, semt, işyeri, kent…) yansıtırlarken; biyo-iktidar biçiminin “baskıcı” yönlerine de her zaman maruz kalma olasılığına sahiptirler. Hal böyle olunca, “mahalle baskısı” denen sosyolojik metaforun, Denetim Toplumun belkemiği olan biyo-iktidarın, dolayısıyla maddiyat temelinde bir toplumsal pratiğin ilişkileri şeyleştirme yönünde meydana gelen tüketim alışkanlığı içinde ortaya çıkan toplumsal bir olguya işaret ettiği düşünülmelidir. Bunun toplumsal kesimler arası ideolojik bir keskinleşmenin yarattığı sonuç olarak algılanması pek doğru değildir. Çünkü ideoloji Foucault’nun vurguladığı gibi, bir özneye atıf yapmakla malul formasyondur; oysa Denetim Toplumunda toplumsal ilişkilerin şeyleşmesi, özneyi nesne haline soktuğundan, ideolojikmiş gibi görünen de yanıltıcı olabilir; çünkü atıfta bulunulan özne nesnedir, o nesne de aslında para, tüketim gibi maddi şeylerdir. (184)
-Schopenhauer felsefesinin Durkheim sosyolojisinde yankılanan en belirgin yanı, toplumsal dünyanın, ancak iradi bir tasavvur olarak görülebileceği, dolayısıyla, verili amaçları ve araçları kabul eden rasyonel bir eyleyenin aynı anda irrasyonel yüzü görülmedikçe o dünyanın tam tamına resmedilemeyeceğine dair algılayıştı. Bu algılayışta, esasen Aydınlanma'nın, dolayısıyla modernitenin postmodernizme zemin teşkil eden bir kırılma noktasının varlığından söz edilebilir: Rasyonel olanı kontrol ile özdeş gören modernite (dolayısıyla Aydınlanma) kontrolsüzlükten doğması muhtemel sapmalara ne kadar duyarlı olmuş ise; kontrol dışı kalmayı irrasyonellikle özdeşleştiren postmodernizm de o kadar kontrol edilmekten doğabilecek bir acı çekmeye duyarlı olmuştur. (205)
-Dolayısıyla postmodern dünyada dini bir bütünsellik içinde düşünmeden anlamaya çalışmak, onu anlamamayla özdeş bir tutumdur. O kadar ki, "dinsel" olanın/görünenin, aslında dünyayı bireysel düzeyde din dışı bir yeniden büyülenme olarak kendisini sunmasını onamaktır bu. (232)
-Niyazi Berkes, söz konusu anlayışa tipik örnektir. Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma(2003) adlı ünlü eserinde Türkiye'de modernleşme sürecinde atılan her adımın İslam'ın etki alanını darlaştırdığını ileri sürerken, aslında modernleşme karşısına çıkan her engelin de İslam'dan kaynaklandığını açıkça ifade etmiştir. (Karşılaştırınız: Timur Kuran, İslam'ın Ekonomik Yüzleri, İletişim yay, 2002, sf:227 vd.) (258)
-Türkiye'nin modernleşmesi esasen Batılaşarak Doğulaşma serüvenidir. (286)
Timaş Yayınları, 2012 basım, 2.baskı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder