-Babamla düşüncede ilk ayrılığımız, kitap meselesinde çıktı. O zaman Beyazıt'ta kitap sergileri vardı. Ucuza kitap satılırdı. Bende elime para geçtikçe Beyazıt'a giden, kitap alır; eve gelir, gece yarılarına kadar onları okurdum. Bunların çoğu romandı. Aralarında Abdülhak Hamid'in 'Bir Sefilenin Hasbihali' gibi şeyler de vardı. Babam, bunlara fena halde sinirlenirdi. Sadece sinirlenmekle kalsa zararı yoktu, buldu mu alıp yırtardı. Bir Sefilenin Hasbihalini, şimdi pek iyi hatırlamıyorum, üç dört kere satın almışımdır. Bir gün ihtiyar dostum Hamid'e söylemiştim de gülerek şöyle demişti: "Peder merhum ne kadar haklı imiş. Ben onları zaten okunmasın diye yazmıştım. Babam ahlak hususunda müsamaha bilmez bir püriten idi. Bilhassa ferdi münasebetlerinde yalancılığı, devlet işlerinde hırsızlığı ve rüşveti affetmezdi. Uzun yıllar sürmüş telgraf müfettişliğinde hayli namussuzun canını yakmıştı. Nazırlar içinde onu en çok takdir eden Cavit Bey ile Oskan Efendi olmuştur. Maliye Nazırı iken Telgraf ve Postaya vekalet ettiği zaman tanıdığı babamı, kadro harici bırakıldığı senelerden sonra alıp Maliye, Telgraf ve Posta Müdürü yapan, Cavit Bey'dir. Oskan Efendi de bir teftiş sonunda çıkardığı ihtilas meselesinden dolayı, yirmi yılda on para artmayan maaşına zam yapmıştı. Her iki devlet adamının namusluluğuna bu iki olay sessiz, fakat itiraz götürmez birer delildir. Namuslular ancak namusluyu himaye ederler. Babam her ikisininde ölümünde her ikisi için iman selameti dileyerek minnetini ifade etmiştir. (28-29)
-Çocukken evimizde en çok anlatılan iki isim vardı: Hz.Ali, büyükbabam Ali Bey. Hatta bir üçüncü Ali daha vardı ki, onun adı Şeyh Ali Efendi olarak zikredilirdi ve o Cerrahpaşa Camisi civarındaki Kadiri Tekkesinin şeyhi idi. Şeyh Ali Efendi, büyükbabamında şeyhi imiş. Hazreti Ali, bu tarikata mensupluğu dolayısıyla evimizin en yüce aziziydi. Muharremin ilk 10 gününde bizim evde bir matem havası eserdi. Peygamber torunu İmam Hüseyin'in şehadeti bu matemin içli sebebi idi. Büyükbabacığım da her zaman "Allahım, beni İmam Hüseyin'in şehadet bayrağı altındaki sevgili kulların arasına al..." diye dua edermiş. (35)
-Elifbe bittikten sonra "Amme" cüzünü okumağa başladık. Bu ne zor şeydi. Allah'ım. Arapça bilseydik, yahut Arap çocuğu olsaydık iş, yarı yarıya kolaylaşacaktı. Bu takdirde bütün bir şekil ve işaret olarak okuduğumuz bir kelimenin neye dalalet ettiğini bilmek onun hayaliyle kelimenin görünüşü birbirini çekebilecekler ve kelimenin okunuşu kolayca hatırlanabilecekti. Fakat bizim için buna imkan tamamıyle kapalıydı. Bir taraftan öğretme usulünün iptidaliği, diğer taraftan ne yaptığımızı ne okuduğumuzu hiçbir surette bilmeyişimiz, küçük yaşta zekamızı ezmek, şuurumuzu karartmak için kafi sebeplerdi. O eski günleri ve halleri düşünüyorum da Türk çocuğundaki zekanın bu basınç altında perişan olmamak için yaptığı mukavemete hayran olmamak elimden gelmiyor. Normal bir çocuk böyle sakim, verimsiz bir usulle ne kadar kolay aptal olabilirdi. Elifbeyi bitirdikran sonra "okuma" kitabı olarak doğrudan doğruya Kur'an'ı çocuk eline vermek, ne hesapsız bir harekettir? Çünkü Kur'an, Allah kelamıdır. Arap dil ve edebiyatının en yüksek ve ilahi şaheseridir. O dili hiç bilmeyen küçük bir çocuğa bilmediği o dilin en yüksek ve en güç bir kitabını, ilk "kıraat" olarak vermekte ne dince ne dünyaca bir isabet düşünülebilir mi? Bu mantıksız, manasız hale o kadar alışmıştı ki, hiç kimse "gık" demeden uzun asırlar böyle sürüp gitmişti. Fakat 20.asrın ilk çeyreği sonunda bile Türk Milletinin ancak binde biri okuyup yazabiliyordu. Artakalanı cahildi, Arap harfi ve Arap dili ile okuma işi, her yiğidin yiyebileceği yoğurtlardan değildi. Anadolu çocuklarından medreseye gelenler, sakalları kırlaşıp 40-45 yaşına gelir de henüz icazet alamazlardı. Arapça metinleri okuyabildikleri halde çoğunun Türkçe okumaları gayet zayıftı. Yazmak, pek azına nasip olan bir maharetti. Milletimizin hala en az okuyan topluluklar arasında kalmasının en mühim sebebi, bu tarz öğretimdir. Garplı milletler, koydukları güzel usullerle iki üç senede, lise derecesine varmış yaşta ve baştaki gençlere bir kelime Arapça bilmedikleri halde bu dili pek güzel öğretmektedirler. Ne yazık ki aradan yarım asır geçtiği halde bugün memleketimizde din adına bizim uğradığımız güçlüklere bugünün Türk yavruları da cayır cayır mahkum edilmektedir. Makul olmayan hiçbirşey dini değildir. Çünkü Müslümanlık aklın muhafazası ve gelişmesi için en şaşmaz esasları koyan ve isteyen bir dindir. Öğretim hususunda akla uymayan bir yolu onun istediğini kim iddia edebilir? Vah zavallı Türk çocuğu; senin cahil ellerden kurtulman için 50 yıl bile kafi değilmiş. (47-48)
-Yalnız bir defa namazını bitirmiş, ellerini açıp ağlaya ağlaya dua ederken "Yarabbi şu padişah olacak Abdülhamid kulunu kahhar isminle kahret" diyen anneannemden böyle birşeyler işitmiştim. Ona bunun ne demek olduğunu, niçin ağladığını, kim için böyle dediğini sorduğum zaman bana verdiği cevap şu olmuştu: "Senin büyükbabanı, çürük gemiyle Japonya sularına gönderen bu padişahtır. Yüzlerce cana kıyan odur. Allah da onun cezasını versin diye yalvarıyorum. Ama o çok fena adamdır. Bu söylediğimi birine anlatacak olursan hepinizi büyükbabana yaptığı gibi denize attırır." (72)
-Allah'a şükür ne çocukluğumda ne de büyüdükten sonra bugüne kadar ecinni gibileri çok gördümse de hiç ecinnilere rast gelmedim. Bunları, vücutları olmayan ruhlarmış. Tıpkı insanlar gibi iyileri, kötüleri varmış. Şerlerinden korunmak için ayet okumalı imiş. Şimdiki anlayışımla demek zeka, insanları o kadar şaşırtmış o kadar ürkütmüş ki, ona böyle tabiatüstü bir varlık vermişler. Hatta zekanın en yüksek derecesini aynı kelimeyle ifade etmişler.
-Mevlevihane şeyhi Celal Efendi, babası Osman Efendi gibi hürriyet ce meşruiyet taraftarı imiş. Sonradan öğrendiğimize göre Osman Efendi ile Mebusan Meclisi'nde İstanbul Milletvekili imiş. Mithat Paşa taraftarlarındanmış. Bir gün genç padişah Abdülhamid, onu saraya çağırmış. Vehmine dokunan bir sözünden dolayı, onu tekkeden çıkmamaya mahkum etmiş. Osman Efendi'nin ölümünden sonra yerine şeyh olan Celal Efendi'ye aynı kaygu ile bakarmış. Bunda bir bakımdan haklı imiş. Çünkü veliaht ve hürriyetperver Reşat Efendi ile bütün bu sıkılara rağmen münasebette imiş. Nitekim, Reşat Efendi, padişah olunca evvelce yanmış olan tekkeyi yeniden yaptırdı. Açılma törenine geldi. (157)
-Artık ben "hürriyet"in ne olduğunu anlamıştım. Bizim Habeş dadımız, sevgili Gülşen bacımın dediği gibi ahir zaman alametlerinden biri değildir. Hürriyetin, kendisinden ürkülecek bir şey olmadığını anlamıştım. Sıra anlatmaya gelmişti. Önüme gelene ne olduğunu, hürriyetin ne manaya geldiğini açıklamaya başladım. İttihat ve Terakki'ye sevgim, o günden başlar. Yanlış işlerini gördüğüm halde İttihatçılara daima sempati duymuşumdur. Bir an bile İtilafçıları sevemedim. 1908 hürriyeti, İttihat ve Terakki'nin bize verdiği bir nimetti. Onların her hatalarını hazmettim de 1.Dünya Harbi yenilmesinden sonra bizi yüzüstü bırakıp / kaçmalarını affedememişimdir. Bununla beraber bizim nesle "hürriyet"in tadını ilk defa onlar tattırdılar: sonra onlar bu lezzetli şeye doymadan o nimeti ağzımızdan aldırlar. Demek 1908 Hürriyeti, sahici hürriyet değilmiş. Çünkü hürriyetin sahtesi alınıp verilen bir şey olamaz. (163)
İletişim Yayınları, 2007 basım, 3.baskı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder