-Yayla, halk kültüründe bağımsızlığın, hükümet korkusundan uzakta kalmanın ve göçebeliğin sembolüdür. (12)
-Açık saçık cinsel anlatım, halk edebiyatının tuzu biberidir. Masalda, bilmecede, atasözlerinde, fıkralarda dünya kadar açık saçık örnek var. Bunlar halkın terbiyesini bozar diyenlerin kendi terbiyelerine bakmaları gerekir. Halk bunları gülünç buluyor, eğleniyor; bunları konuşarak cinsel tabuların baskısından kurtuluyor. (22)
-Ben lise öğrencisiyken mahallemizde beklenmedik bir olay oldu. Mahallemizin evlerinden biri genelev oldu. Resmi bir müsaadesi var mıydı, yok muydu bilmiyorum. Bu evin arkası Çukur Bostan denen boş bir tarlaya açılırdı. Yani evin ön kapısından giren kolayca arka kapısından kaçabilirdi. Süslü püslü kadınların oturduğu bu eve faytonlarla müşteriler geldiler. Bu kadınlar müşterilere gittiler. Mahallede geceleri sarhoş naraları duyulur oldu. Korkumuz, geceleri sarhoş korkusuydu. Hepimiz gece olsun, gündüz olsun bu evin kapısının önünden geçerken tuhaf bir korku duyardık. Sonra bu ev kapandı, mahalleli mi şikayetçi oldu, yoksa idare mi kapattı bilmiyorum. Sosyal hayatta Sivaslı kadınlar pek görülmezdi. Ben ortaokula girince okul karma oldu, kızlarla aynı sınıfta oturmaya başladık. Ama gene de teneffüslerde kızlar bir yere toplanır kendi aralarında konuşurlardı. Okul dışında kız erkek arkadaşlığı henüz yoktu. (49)
-1920’li yıllarda parasız yatılı okuyan çocukların, genel öğrenci sayısına oranı yüzde 16’yı bulmuştu. Ben Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde devlet babanın verdiği 40 lira bursla 6 kişilik bir aileyi geçindirerek okudum. Liselerde parasız yatılı sınıfları vardı. Sivas lisesi de bunlardan biriydi. (55)
-Okullar karma olunca Hasan Efendi iki kızını da okuldan aldı. Kızlarla erkeklerin yan yana okumasını istemiyordu. Bu yüzden gerçekten akıllı ve çalışkan öğrenciler olan kardeşlerim Fevziye ve Bedriye okumak olanağını kaybettiler. (58)
-Nihal Atsız’ın kardeşi olan Necdet Sancar lise birinci sınıfta edebiyat öğretmenimdi. Ondan iyi not almak kolaydı. Bizden beklediği bilgi kalıplarını ezberlemiştik. Kim tahtaya kalksa geleneksel bir sorusu vardı: “Ziya Gökalp kimdir?”, “Ziya Gökalp, Türkçülüğün peygamberidir”, “Otur sana tam numara veriyorum” Edebiyat dersinde bundan başka bir şey öğrenmedik. (76)
-Sivas’ta görece bir ekonomik canlılık tren hattının gelmesinden ve bir de ordu için dikimevi açılmasından sonra başladı. İstasyonda vagon yapımı ve tamiri için bir atölye açıldı: cer atölyesi. İstasyon, Vali Reşit Paşa’nın yaptırdığı hükümet konağına geniş bir caddeyle bağlandı. İstasyon Caddesi’nin iki yanına akasyalar dikildi. Trenin geldiği saatlerde İstasyon Caddesi ana baba günü olurdu. Bu yol herkesin piyasa yeri oldu. İyi planlanmış bir mekânın toplum hayatında ve insan ilişkilerinde ne kadar önemli olduğunu ben bu caddeyle öğrendim. (84)
-Saat 10’da vali bey teşrif ettiler. Vali, Cumhuriyet Halk Partisi’nin valisi Avni Doğan’dı. Kaşlarının ucunu Atatürk’ün kaşları gibi yukarıya kaldırmış, heybetli bir vali. O vakit böyle kaşlar Atatürkçülük işaretiydi. Karşısında dizildik. Kız arkadaşlarımız pek tedirgindi. Hepimizi şöyle bir süzdü vali bey. Bizi korkutacak kadar beklediğine inandıktan sonra, “Siz, dün bir Rus şarkısı söylemişsiniz, doğru mu?” deyiverdi. Büyük suçumuzu kabullenmemizi istiyordu. Biz hem bu dehşet suçumuzu öğrenerek rahatlamış, hem de yarı gecede bunun için mi çağrıldığımıza hayret etmiştik. “Türk şarkıları yok muydu? Siz Türk değil misiniz?” diye bizi bir güzel haşladı. “Aman vali bey, biz Türk halk şarkıları da söyledik, sonra ilkin orkestra başladı bu şarkıya, onlar da suçlu olmalı” dedik ama varak-ı mihr ü vefayı kim okur kim dinler? Sonra aşağı perdeden nasihata geçti vali bey. Gençmişiz, geleceğimizi düşünmeliymişiz. Bu seferlik bizi affediyormuş. Sonra o meşhur cümleyi patlattı: “Bakın çocuklar! Eğer bütün dünya komünist olacaksa Türkiye en son komünist olacaktır. Eğer Türkiye komünist olacaksa onu da biz yaparız, size bırakmayız, haydi gidin.” Ucuz atlattık diye evlerimize döndük. Bir daha da “Volga Volga” şarkısını ağzımıza almadık. Yukarıda bu sözler Vali Tandoğan’ın değil dedim. Niyetim Tandoğan’ı arkalamak değil. Kılıkları kötü diye köylüleri Atatürk Bulvarı’ndan geçirmezdi Tandoğan. Bu köylülerin sefaretlerin önünden geçerek bizi yabancılara kötü göstermeye hakları yoktu. (100-101)
-Sanırım 1946’da dernek kurmak da valilerin iznine bağlı olmaktan çıkarıldı. Belli kurallara uyularak izin almadan dernekler kurulabiliyordu. Biz de Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin solcu öğrencileri Türkiye Gençler Derneği adıyla bir dernek kurduk. Bu dernek daha evvel kurulan gizli bir derneğin açığa çıkmasıdır. Bu gizli derneği, Dil-Tarih’in solcu öğrencileriyle bazı sosyoloji asistanları, bir Atatürk Orman Çiftliği yürüyüşünde kurmuştuk. Katılanlar arasında Fatma Taşkıngöl, Nezihe Araz ve Nilüfer adlı asistanlar, ben ve öğrencilerden Şevki Akşit, Enver Gökçe, İbrahim Erdem (Köylü İbrahim), Naci Akın (Laz Naci) Mübeccel Belik ve adlarını hatırlamadığım başkaları vardı. Dernek, demokratik bir dernek olacak ve ırkçı milliyetçilerden başka herkesi içine alabilecekti. Ben bu derneğin arkasındaki ismin Behice Boran olduğunu zannediyorum. Türkiye Gençler Derneği kurulunca elbet bu gizli dernek dağılmış oldu. Ben devlet memuru olduğumdan Türkiye Gençler Derneği’ne kurucu üye olamadım. Kız kardeşim Fevziye Başgöz’ün ismini derneğe kurucu üye olarak yazdırdım. Derneğe üye olmadım ama dernek faaliyetlerini yürüten birkaç isimden biriydim. Ötekiler Enver Gökçe ve Şevki Akşit’ti. Dernek adına yapılan konuşmaları ve basına verilecek yazıları ben hazırlardım. (137)
-Biz 1945’le 1950 arası, İnönü’nün cumhurbaşkanlığı devrini, sol hareketlere karşı memleketimizin gördüğü en zalim, en baskıcı ve en kanunsuz devir olarak yaşadık. Türk solunun İsmet İnönü’yü hala neden desteklediğini bir türlü anlamam. 1945’ten itibaren kendimi bu sosyal ve politik olayların tam ortasında buldum. Benim sola açılmam bu koşullar içinde başladı ve gelişti. Şunu hemen belirtmeliyim ki, o yıllarda sosyalistlik, sosyal demokratlık diye bir şey yoktu. Ya CHP’nin zulmünden taraf olacaktınız veya komünist. (142-143) Benim solcu veya komünist olmamda en etkili olay Enver Gökçe’yle tanışmam oldu. (143)
-Küçük illerin öğretmenliği, sosyal hayatı olmayan bir meslektir. Derse girilir, dersten çıkılır, öğretmenler lokaline uğranır, tavla oynanır, briç oynanır, kumar oynayanlar da vardır. Geç vakit eve dönülür, uzun zaman yol bekleyen hanımla çekişilir ve uyunur. Özellikle genç kadın öğretmenlerin hayatı gerçekten çekilmez. Tek tek olsun, toplu olsun gidecekleri bir yer yoktur. Bir erkek arkadaşları olsa ilkin öğretmen arkadaşları arasında dedikodu başlar. Azıcık kısa kollu veya kısa etekli bir elbise giyseler herkesin gözü onların eteğindedir. Evli hanımlar, kocalarını kıskandıkları için bekarları aralarına almaz. (167-168)
-Tokat’ta iki yıllık öğretmenliğimde sonradan pek tanınmış, başarılı insanlar olan öğrencilerim yetişti. Ali Şevki Erek bir ara Adalet Partisi Genel Sekreteri ve Spor Bakanı oldu. Daha önce değindiğim gibi yayıncı ve yazar Erdal Öz de öğrencimdi. Erdal beni konu edinen bir hikâye de yazdı. “Bir Kuşu Tanımak” adlık hikâyenin kahramanı İlhan Bey benim. Bu hikâye Erdal’ın ‘Sular Ne Güzelse2 kitabında yayımlandı. (Can yayınları, İstanbul, 1997, sf:7-21) (191)
-Yanda bir hamam odası var, haftada bir hamam var. Su bol. Kantinden istediğiniz şeyi alıp yiyebiliyorsunuz. Yakın bir binada kız tutuklular var. Haftada bir onlar da hamama geliyor. Hamamın önündeki salonun pencereleri bizim avluya açılıyor; gidip onlarla da konuşmak olanağı var. Mihri Belli hamam günleri demir parmaklıklı pencereden nişanlısı Sevim’in elini tutuyor. Konuşması olağan, ama el ele tutuşmayı biz çok ayıplıyoruz o zaman. (208)
-Bir akşam İlhan saklandığı yerde duramıyor, kenar yollardan Fikret Otyam’ın Çankaya yakınındaki evine gidiyor. Evde rahmetli Şahap Balcıoğlu, Örsan Öymen, ikisi de yedek subay, toplanmışlar. İlhan soruyor, “Ne yapacağız, gene bu şehri bırakıp, keyfi idaresiz bir şehre mi gitmeli?” Şahap Balcıoğlu diyor ki, “İlhan Cumartesine kadar bekle, Menderes gitmezse sen gidersin.” Ne var ne oluyor? Ordu büyük bir nümayiş hazırlıyormuş, bunlara da dövizleri yazmak düşmüş. Serde halk edebiyatçılığı var, İlhan da birkaç döviz yazıp bırakıyor. Ve umutla arka yollardan saklandığı eve dönüyor. Sabahın erinde uçak sesleriyle uyanınca, bodrum katında saklanan İlhan çok heyecanlanıyor. Pencereden başını uzatıyor. Sokağın başını iki askerin tuttuğunu görüyor, ellerinde otomatik tabancalar var, genç insanlar. Pijamayla dışarı fırlıyor ve soruyor, “Çocuklar ne oldu?” “Menderes hükümeti devrildi, ordu idareye el koydu.” Bunlar Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde okuyan asker öğrenciler. Öğrencilik yıllarında İlhan’ın onların ağabeylerinden arkadaşları var: Özdemir Sarıca, Osman Adil gibi. Gözyaşları içinde çocukları kucaklıyor, silahlarını sevgi ile okşayıp öpüyor. Oysa bu kan kusan soğuk namluların hiçbirini sevmez. Balkonlarda salkım salkım insanlar uykulu, meraklı, İlhan avazı çıktığı kadar bağırıyor: “Gözünüz aydın olsun, zalimler devrildiler” (248-249)
-Berkeley’de iki yıl çalıştıktan sonra İndiana Üniversitesi’nde bir asistanlık pozisyonu açıldı. Ben de başvurdum. Prof. Bernard Lewis’ten, Hocam Pertev Boratav’dan ve Tietze’den referans istedim. Üçü de çok iyi birer referans yazmış. Beni Bloomington’dan mülakata çağırdılar. Uçakla gittiğim İndianapolis’ten bir otomobil kiralayarak 60 mil uzaklıktaki Bloomington’a girerken iki trafik hatası yaptım. İşaretleri doğru okuyamadığım için ters bir yola girmişim. Trafik polisi beni durdurdu. Hem kendimi, hem birkaç kişiyi bu gidişle öldüreceğimi söyledi. Soru, cevap derken acemi olduğumu ve üniversiteye bir görüşme için geldiğimi öğrenince bana ceza yazmadı. Böylece Bloomington’u ilk adımda sevdim. O vakit burada 32 yılımın geçeceğini ve buradan emekli olacağımı elbet bilmiyordum. (291)
-Hamdullah Suphi Tanrıöver Romanya’da büyükelçi iken, Hristiyan olan Gagauz Türklerinden Türkiye’ye bazı öğrenciler yollamıştı. Prof. Kemal Karpat bu öğrencilerden biridir. (316)
-Amerikalı genellikle dindardır. Onlarca din ve mezhepten farklı kiliseler vardır. Ve kiliseler Pazar günleri tıklım tıklım doludur. Her dinin kendi okulu ve üniversitesi olabilir. Buna kimse karışamaz. Ancak devlet kesesinden bu kiliselere para yardımı yapılamaz. Ve gelirlerinden vergi alınır. Bir zamanlar memleketimizde “Amerika kadar laik olalım yeter” fikri sık sık tekrar edilirdi. Orada, önemli toplantılarda papaz efendi, söz gelimi cumhurbaşkanının meclisi açış konuşmasında çıkar ve dua eder. Ama o kadar. Bizde olduğu gibi yüz binlerce imama devletin maaş bağlaması düşünülemez. Zaten kiliselerin çoğu sosyal faaliyet merkezi olarak da çalışır. Orada gençler için dans partileri verilir, doğum günleri kutlanır, konserler düzenlenir. Sorunlu insanlar ve aileler için danışmanlar ve psikiyatri doktorları bulundurulur kiliselerde. Bazı kiliseler, erkek erkeğe veya kadın kadına evlenenlere de kapılarını açmıştır. (338)
-Babayev’le Nazım Hikmet üzerine konuşuyoruz. O günlerin tartışma konusu, Nazım’ın hayal kırıklığı içinde kendini öldürmek istemiş olması. Babayev’e soruyorum. Ne evet ne hayır anlamına gelen bir karşılık veriyor. Açıkça konuşmak istemediği belli. (374)
-Sosyal bilimler alanında Sovyetler Birliği Batı’dan 50 yıl geride, zor kırılır bir yalnızlık içindeler. Yurtdışındaki gelişmeleri ve yayınları izleyemiyorlar. Büyük Türkologlar geleneği ne yazık ki bitmiş. Radloff gibi, Jirmunski gibi bilginler artık yetişmiyor.(379)
-Sovyetler Birliği’nden çelişkili duygularla ve çok şey öğrenerek döndüm. Türkiye’ye döndükten sonra eski dostlara Sovyetler Birliği’nde gördüklerimi anlattım, bana “Amerika’da uzun zaman yaşadığın için sen de kapitalist olmuşsun” dediler, güldüm. (385)
-Ferit Kam Bey İstanbul Üniversitesi’nde derse girmiş, oturduğu sandalyenin bir bacağı kırıkmış, Ferit Bey düşecek gibi olmuş. Eskilerin deyişi ile tab-ı şairanesi olan bir adamdı. Sandalyeden kalkmış, öğrencilerin önünde demiş ki;
Ferit, sana mevki vermezler bundan öte
Böyle sandalye gerek böyle göte (438)
Türkiye İş Bankası Yayınları, 2018 basım, 2.baskı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder