-Başlangıçta insan konuşmayı bilmezdi. Soradan fiziksel şiddetin yerine konuşmayı koydu. Günümüzde ise kendisini ve çevresini fiziksel şiddete yönelten sözcükleri kullanmaya başladı. (10)
-Okunarak öğrenilecek ve yaşanarak öğrenilecek şeyler var; önemli olan bu ikisinin birleşimini oluşturabilmek. Üstelik bir insanın diğerinden bir şeyler öğrenebilmesi bir ilişki sürecinin akışı içinde gerçekleştirilebilir. Oysa bazı insanların beklentileri, kendilerine hazır bilginin sunulması ve kendilerinin bu bilgiyi sonradan kendi başlarına uygulamaya çalışmaları şeklinde olabiliyor. Şahsen, ilişki temelli bir alanda, sonradan kullanmak üzere bilgi depolamadaki tek başınalığın o bilgiyi nasıl yararlı kılabileceğini anlamam mümkün değil. Öğrenme süreci zaman zaman riskler içerir, insanın tanımadığı yanlarıyla yüzleşmesinin rahatsızlığını yaşaması gibi. Bundan kaçınarak öğrenilenler, korteksler arası ilişkiler olarak sınırlanır ve böyle bir temelde kurulacak yeni ilişkilerde bu sınırlar içinde sürdürülebilir. (19)
-Freud, başlangıçta psikanalizi fizyolojik bir temel üzerine kurmuş olduğu halde, sonraları bu zemini gereğince vurgulamamış olması bence bir talihsizlik. Eğer başlangıçta dâhiyane bir şekilde açıkladığı kateksis kuramını bir kenara itmemiş olsaydı, bugün psikanaliz sulandırılmış yorumlamalara açık olmayacağı gibi, çağdaş fizik ve nörobiyolojiyle kolayca kucaklaşabilecek bir konumda olacaktı. Şahsen, fizyoloji formasyonu olmayanların ya da olduğu halde göz ardı edenlerin psikanaliz kuramını özünden sapmadan yorumlayabileceklerini düşünmüyorum. Öte yandna, uygulamada, psikanalizin bireyi merkez alan tavrı, insanın kendiyle fazla meşgul hale gelmesine yol açmıştır. Jerome Frank psikiyatrinin aksayan yönlerini tartışırken şöyle diyor: "Tüm farklılıklarına rağmen bütün psikiyatristler, bireyin kendini gerçekleştirmesine öncelik tanıyan bir değerler sistemini paylaşırlar. Bu sistemde birey, kendi değerler evreninin merkezi olarak görülür ve diğer insanlar için duyacağı ilgi ve düşüncelere, ancak kendisini gerçekleştirdikten sonra sıra geleceğine inanılır." (28-29)
-Jung'un psikiyatrisinde bu sözcük insanın kendisi olmayan bir kimlik yaşaması anlamında kullanılır. Bir başka deyişle, persona toplum tarafından kabul edilebilmek için insanın dış dünyaya karşı taktığı maske ya da takındığı kimliktir. (52)
-Aslında insanın içsel yaşantılarındaki karşıtlıklar, Jung'un anlattığı persona-gölge kutuplaşmasından farklı biçimlerde de insanın doğasında mevcut. Çalışkan ve üretken bir insanın içinde her zmana bir koca tembel vardır ve bence önemli olan bu ikisinin birbiriyle uzlaşıp, çatışmadan birlikte var olabilmeleri. Tembelin egemen olduğu zamanlarda kendini suçlu hissetmeyen insan, kendi zamanının akışı içinde saati geldiğinde, çalışkan ve üretken yanıyla zaten yeniden buluşacaktır. "Yapmam lazım"ın yerine "yapmak istiyorum"u koyabildiğimizde, yapmam lazımın insana yaşattığı "kendine karşı işlenmiş varoluşsal suç"un gerilimi söner, "yapmak" yerini "olmaya" bırakır. Ancak, günümüz dünyasında pek çok insan, üst sistemlerin şartlandırmaları ve beklentileri sonucu, yaparak var olabileceği yanılgısını yaşamakta. Olabildiğimiz zaman zaten yapabileceğimizi bilmenin hafifliğini yaşayamadan, tanıyamadan. (57)
-Narsisistik kişilik bozukluğunun en ayrılmaz parçası istismardır. Narsisist birini yüceltir, sonra da yücelttiği kişiyi acımasızca bir kenara atıverir. Bu olgu patolojik narsisizmin özüdür. Narsisistik kişi, sömürerek, yalan söyleyerek, hakaret ederek çevresini kontrol eder. Bu davranışların ortak yanı istismardır. İstismarın türleri saymakla bitmez. Birini çok fazla seviyor olması bile istismarı içerir. Çünkü onun için sevgi, o insana kendisinin bir uzantısı, kendisine zevk vermekle yükümlü biri olarak davranma anlamına gelir. Aşırı koruyuculuk, mahremiyete karşı saygılı olmamak, karşısındakini acıtırcasına dürüst olmak ya da ikide bir düşüncesizce davranmak istismardır. Karşısından çok fazla şey beklemek ya da onu kaale almamak da öyle. Fiziksel, sözel, psikolojik ve cinsel istismarın her çeşidi söz konusu olabilir. Narsisistik kişilik bozukluğu özellikleri gösteren kişi, istismarı açıkça ya da örtülü bir biçimde gerçekleştirir. Örtülü istismar etrafını kontrolü altında tutmaya yöneliktir. (60-61)
-İktidar sahibi olmadıkları halde güçlü olan isimsiz pek çok insan var, ama onları ancak biçimsel değerlendirmelere kapılmadığımız zaman fark edebiliriz. Buna karşılık, kadına yönelik şiddet ya da ırza geçme ile iktidar sahibi güçsüz erkekler arasındaki ilinti öteden beri bilinmekte. Eski evliliklerde iktidar erkeğin, güç kadınındı, şimdi roller biraz karıştı. Üstelik kentli toplumun bir kesiminde cinsellik, anksiyete, anlamsızlık ve boşluk duygularını geçiştirme aracı olarak kullanılır oldu gibi. Eskiden terapi seanslarında insanlar cinsel beraberlikleri sırasında ve ertesinde yaşadıkları duyguları anlatırlardı. Günümüzde "...sonra yattık" deyip başka bir konuya geçiveriyorlar. (67)
-Batı kültürü etkisi altındaki toplumlarda yüceltilen mantıklılık, korkularımızla ve kırgınlıklarımızla yüzleşme fırsatından yoksun kalmamıza neden olmakta. Mantıklılığı, korkularımızın ve zedelenebilirliğimizin üzerini örtmek için kullanırken içgüdüsel sezgilerimize de yabancılaşıyoruz. Oysa insanlık tarihinin derinliklerinden getirdiğimiz "sağduyu" denen bir hasletimiz var. (70)
-Trafik ışığı kırmızıya dönüşmeden önce yetişebilmek için seferberlik durumuna geçtiğimiz ya da asansörün gelmesini bekleyemeden merdivene yöneldiğimizde kazandığınız saniyelerin neden sizden daha değerli olduğu sorusunu hiç kendinize sordunuz mu? (72)
-Bence aslolan hangi şekilde olursa olsun, insanın olabildiğince, kendisini kendi olarak hissedebileceği bir hayatı sürdürmeyi gerçekleştirebilmesi. Bir yandan da hayatı bir süreç olduğunu, kendimizi her an kendimiz olarak hissetmemizin mümkün olamayacağını, hayatın inişleri ve çıkışları olduğunu kabul ederek kendimize başarılı bir hayat ısmarlamaya çalışmanın, kendimizden vazgeçme tehlikesini de beraberinde getireceğinin idrakiyle. Bir şeyi isteyerek ve severek yaparken ulaşılacak sonucun baskısı zaten yaşanmaz, sonucu düşünerek yaptığımızda ise istek kaygıya dönüşebilir. Çünkü çoğu zaman başarı, kendisini şartlı kabul edenlerin ya da vaktiyle şartlı kabul edilmiş olanların, kendileirni kabul edebilmelerinin tek ve mutlak şartı. Üstelik sonuca ulaşıp kendini başarılı hissettiği anın ardından insanı yeniden boşluğa düşüren ve daha da öteye koşmaya yönelten bir tuzak. (80-81)
-Sanırım insanlar çoğu zaman mutluluk ile hazzı birbirine karıştırıp, kendilerine haz veren yaşantıları mutluluk diye adlandırıyorlar. Çünkü bana göre mutluluk bir durum değil, süreç; dış etkenlere doğrudan bağımlı olmayan, iç dünyamızın derinliklerinden gelen ve zman zaman buluşabildiğimiz bir yaşantı. Kendimizi bir diğer insanla ya da evrenle bir "bütün" olarak yaşayabildiğimiz, bazen de sadece yaşıyor olmanın bize sevinç verdiği alanda, bir başka deyişle kendimizi ve dünyamızı gözlemlemekten özgürleşebildiğimiz zamanlarda bizi sarıveren bir duygu, ısmarlanması mümkün olmayan. Ancak buna rağmen, zaman zaman yine de bizi mamur eden ya da bize haz veren yaşantılar için de "mutlu oldum" ya da "beni mutlu etti" gibi ifadeler kullanıyoruz, mutluluğun adını koyduğumuz an onun zaten başka bir yaşantıya dönüşeceğini düşünmeden. (82)
-Tarihçi Will Durant'a göre üç öğün yemek en ileri aşamada bir kurumsallaşmadır. Yabanlar ya tıka basa yer ya da aç otururlar. Amerikan yerlilerinin en yaban olanları ertesi güne yiyecek saklamaz. Avustralya yerlileri anında ödüllendirilmeyecekleri işlere girişmezler. Geleceği düşünmeyen bu "yaban" tarzlarında sessizce yaşanan bir bilgelik vardır. İnsan geleceği düşünmeye başladığı andan itibaren, yaşamakta olduğu cenneti terk edip anksiyete dünyasına adım atar; üzerine kaygının gri tonunu çeker, hırs dürtüsü oluşur, mülkiyet başlar ve "düşünceden yoksun" yabanın keyifli hayatiyeti kaybolur. Kaşif Peany, Eskimo rehberlerinden birine "Ne düşünmektesin?" diye sorduğunda "Düşünmem gerekmiyor" diye cevap vermiş rehber, "Bol miktarda etim var." Gerekmedikçe düşünmemenin bilgeliği bizlere uzak ve yabancı artık. (101-102)
-Çoğu zaman sorunlu bir durumdan yakınarak dolaşıldığında sarf edilen enerji ve zaman, ona "uygulanabilir" bir çözüm bulmak için çaba arandığında sarf edilen enerji ve zamandan daha fazla oluyor. (124)
-Duyarlılık, başkalarının hissettiklerini kendimizle karıştırmadan hissedebilmemizi tanımlar. Bence, başkalarının hissettiklerini hissedebilmemiz, bizim de kendi iç dünyamızla ilişkimizi olabildiğince yalın bir biçimde yaşayabiliyor olmamızı gerektirir. (133)
Metis Yayınları, 2016 basım, 14.baskı (İlk baskı 2002)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder