22 Mayıs 2025

JÖN TÜRKLÜK VE KEMALİZM KISKACINDA İTTİHADÇILIK – İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

-Jön Türklük, İstanbul'da yüksek mektep talebeleri ve bürokratlar arasında doğmuş ve bunların bir kısmının yurtdışına kaçmasıyla genişlemiş, Abdülhamid muhalifliğinin beslediği, Paris, Cenevre ve Mısır gibi yerlerde ve basın aracılığıyla faaliyette bulunan bir fikir-aydın hareketidir. Bu yapıya mensup insanlar, esasen somut bir tehlike endişeleri olmayan, genel ve soyut bir "devlet çöküyor" edebiyatı yapan; Meşrutiyet, Kanun-i Esasi gibi talepleri oldukça fantastik, reel karşılığı olmayan, sosyal tabanı bulunmayan, fikirleri bakımından da genel olarak pozitivist-seküler-batıcı önceliklere sahip bir "aydın" topluluğu görünümündedir. Az sayıdaki İslami hassasiyet sahipleri, Jön Türklük hareketinin belirleyicileri değil, kendilerine zaman zaman duyulan ihtiyaç sebebiyle hareketin yan unsurudurlar. (25-26)

-Jön Türklük, gerek 1889'da Askeri Tıbbiye'de kurulan İttihad-ı Osmani Cemiyeti'ni gerekse de bu cemiyetten yola çıkılarak Paris'te kurulan/isim değiştirerek İttihat ve Terakki Cemiyeti olan örgütü kapsar görünse de, 1906 senesinde Selanik'te Talat Bey'in öncülüğünde kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'ni ifadede yetersiz kalır. Jön Türklerin Paris'te gerçekleştirdiği 1902 kongresinden sonra cemiyet ikiye bölünmüş, çoğunluğu Damad Mahmud Paşa ve onun ölümüyle de oğlu Prens Sabahaddin'in liderliğinde önce Osmanlı Hürriyetperveran Cemiyeti sonra da Teşebbüs-i Şahsi ve Âdem-i Merkeziyet adı altında örgütlenmiştir. Azınlığı oluşturan grubun mensupları ise Ahmed Rıza Bey öncülüğünde ve cemiyetin ilk iki kelimesinin yer değiştirmesiyle Terakki ve İttihad Cemiyeti ismi altında yola devam etmişlerdir. Yani Prens Sabahaddin Bey liderliğinde yola devam eden Jön Türklerin kahir ekseriyeti esas itibariyle "İttihad ve Terakki Cemiyeti" ismini 1902'den sonra kullanmamışlardır. En azından kendilerini bu isimle ifade etmemeye çalışmışlardır. Prens Sabahaddin ekibi çoğunluk olmasına rağmen türdeş değildir. İçinde ciddi bir gayrimüslim ayrılıkçı unsur bile barındırmaktadır. Ancak Ahmed Rıza liderliğindeki ekip sayıca daha az olmasına rağmen daha türdeştir ve esas itibariyle Türklerden ve Türkleşmiş ya da Türklükle problemi bulunmayan unsurlardan müteşekkildir. Bu ekip için Dr. Nazım Bey ve Dr. Bahaeddin Şakir Bey öne çıkmıştır. Selanik'te Talat Bey öncülüğünde kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile merkezi Paris olan Terakki ve İttihad Cemiyeti'nin 1907 senesinde birleşme kararı almasından sonra Paris dış merkez, Selanik de iç merkez olmuştur. Ancak Selanik'in iç merkez olmasına rağmen her açıdan bağımsızlığını koruduğu genel bir kabuldür. Bu birleşme ile Selanik merkezli OHC, Terakki ve İttihad ismini almıştır. Ancak bunun sebebi Paris merkezli TİC'in gücü değil, sahip olduğu ismin geniş bir çevrede tanınıyor olmasıdır. Cemiyet bu ismi almış olmasına rağmen bütün güç ve yetki esas itibariyle Talat Bey ve arkadaşlarındadır. Aslında bunun da çok fazla anlamı yoktur; cemiyetin gücünün zirveye ulaştığı 1908 ortalarında cemiyete mührünü vuranlar, OHC olarak Selanik'te kurulan örgütün Manastır Şubesi'ne mensup olan ve uzun müddettir çete çarpışmalarında yer alan zabitlerdir. Açıkça ifade etmek gerekirse, bu zabitler, eğer Paris merkezli Terakki ve İttihat Cemiyeti'yle birleşmemiş olsalardı bile 1908 İhtilali'ni, bu cemiyetten ve isminden ayrı, müstakil bir cemiyet olarak Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adı altında gerçekleştirecek güçtelerdi. (31-32)

-Jön Türklük ve İttihadçılık ayırımı şu bakımdan da hayati bir öneme sahiptir: Batıcı, seküler, pozitivist telakki ve yönelişler Jön Türklerde daha baskındır. Oysa bu kabil insanları barındırsa da İttihadçılık daha yerli, kültürel olarak daha muhafazakâr ve dine yakın bir görüntü vermektedir. Bu bakımdan Kemalizm, bir koalisyon olan her şeyiyle İslam'a istinat etmese bile ona saygıda kusur etmeyen İttihadçılığın değil, daha Batıcı, laik, pozitivist Jön Türklüğün mirasçısıdır. Jön Türk İslamcılığı diye bir kavram yoktur ama İttihadçı İslamcılığı varlığı tartışmasız bir kavramdır. (20.dipnot/ Jön Türk İslamcılığı tabirinin kullanıldığı hallerde de kastedilen İttihadçılık ve İttihadçı İslamcılığıdır.) (33)

-1903-1908 yılları arasında Makedonya'da tatbik edilen reform plan ve projelerinin en önemli sonucu, İttihadçılığın yumuşak karnı olarak kabul edilen komitacılığın doğuşu olmuştur. İttihadçı komitacılığının doğuş gerekçesi ilginçtir: Hukukun işlemezliği. İttihadçı komitacılık kısaca hukukun işlemediği bir düzende "ihkak-ı hak"(kişinin bizzat hakkını alıp adaleti kendisinin yerine getirmesi) düşüncesinin tezahüründen başka bir şey değildi. Reform plan ve projelerinin en muazzep yönü adli sistemi işlemez hale getirmesiydi. Selanik, Kosova ve Manastır'dan müteşekkil Vilayet-i Selase'de (Makedonya) büyük devletlerin kimi uluslararası anlaşmalara bağlanmış resmi ve fiili müdahaleleri neticesinde büyük devlet konsolosları valilerden ve hatta zaman zaman Müfettiş-i Umumi Hüseyin Hilmi Paşa'dan bile daha etkili ve yetkili hale gelmişlerdi. (45)

-Komitacı İttihadçı subayların büyük çoğunluğunun ortak özelliği çok zeki ve lider oluşları yani kullanılan, tali önemde olan insanlar olmayışlarıdır; kurmaylar ağırlıktadır, çoğu okulu dereceyle bitirmiştir. Kazım Karabekir, Enver, Ali Fethi Okyar, Kazım Özalp, Hafız İsmail Hakkı dereceyle mezun olan komitacı subaylardır. Mustafa Necip, Yakup Cemil, Bigalı Atıf, Kel Ali (Çetinkaya), Çolak İbrahim ve Abdülkadir gibi "fedai" isimlerin de aralarında bulunduğu komitacı özelliği maruf bu subaylar, Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminde mühim mevkiler işgal etmişlerdir. Dolayısıyla "İttihadçı komitacılığı çapulcu bir güruhun işidir" denilerek geçiştirilecek bir hadise değildir. Meşrutiyet'in ilanından sonra komitacılık, hatta İttihadçılıkla arasına mesafe koyar gibi hareket edecek olan Kazım Karabekir ve benzeri birçok komitacı subay, sonradan neşrettikleri eserlerden anlaşılacağı üzere aynı zamanda birer entelektüeldir. (49)

-İttihadçıların açmazı bu hakikat ya da vakıayı hesaba katacak verilerden mahrum oluşları idi. Ancak onlar, daha evvel tecrübe edilmemiş, edilmesine imkân ve fırsat verilmemiş bir şeyi deniyorlardı; çünkü hem bu denenmemişti hem de beka kaygısını, korkusunu izale edecek tek çareydi. Meşrutiyet'in ilanının üzerinden bir asırdan fazla süre geçti; İttihadçıların Rumeli'yi ve devleti kurtarmak için yaptıkları Makedonya-Meşrutiyet Açılımı'nın bugün için hata olduğunu kabul etsek de o gün için tek çare olduğunu kabul etmek insaflı bir tespit ve tavır olacaktır. Onlar kısa sürede hatayı gördülerse de artık hadiseler geri döndürülemez bir noktadaydı ne manevra yapacak imkânlara ne de hatayı telafi etmeye yetecek bir süreye sahiptiler. Meşrutiyet bile onları köklerinden koparmaya mâni olamadı. Onlar "bir yere vatanım diyebilmek için orada doğup büyümenin yetmediğini pahalı öğrenmiş bir kuşak" olarak aynı hatayı bir daha tekrarlamadılar. Bu sebepledir ki, İttihadçılık sadece 1908 Meşrutiyeti öncesiyle değil sonrasıyla da dikkate alınarak değerlendirilmelidir. (63)

-Her ne kadar hal'e karar vermişlerse de muhtemeldir ki, hal' günü değilse bile hal'den kısa bir müddet sonra pek çok İttihadçı, Abdülhamid'in hadisede dahli olmadığını öğrenmişti. Üstelik Abdülhamid, yalnızlaştırılmış bir padişahtı; Meşrutiyet'in ilanından hemen sonra tüm kadrosu dağıtılmış, mabeyncilerini bile seçecek hak ve yetkiden mahrum bırakılmıştı. Meşruyiet'in ilanını takip eden günlerde İstanbul'da önde gelen devlet adamlarına yönelik muameleler biraz da Abdülhamid'i yalnızlaştırmayı hedefliyordu. Hiçbir yargı kararı olmadan mimli (hırsız ve ahlaksız olduğu kabul edilen) paşalar tutuklanıyor, baskı altında malları müsadere ediliyor, çoğu sürgüne gönderiliyor, adı kötüye çıkmamış paşalar da adeta çocukları yaşındaki subayların emir ve koruması altında görev yapıyordu. İttihadçılar merkezde ve taşrada istedikleri atamaları yapabiliyorlardı. Meşrutiyet'in ilanı ile 31 Mart Vak'a'sının vuku bulduğu gün arasında Abdülhamid, aslında halefi Sultan Reşad'dan daha sembolik bir pozisyondaydı. Kaldı ki bu süre içinde İttihadçılar ile Abdülhamid arasında ciddi bir ihtilaf ya da krizden de bahsedilemez; taraflar arasında çok gönüllü olmasa da bir uyuşmanın hasıl olduğu bile söylenebilir. Karabekir, Meşrutiyet'in ilanından hemen sonra Selanik'ten İstanbul'a gelen heyetle ve bilhassa Talat Bey'le İstanbul şubesi adına yaptığı görüşmelerde padişahın tahttan indirilmesinde ısrarcı olduğunu ancak Talat Bey ve Hafız Hakkı'nın buna yanaşmadığını, hatta padişahla görüştükten sonra bunların padişaha sempati bile duyduklarını ifade etmektedir. Çünkü bu görüşmede padişah Selanik'teki Beyaz Kule bahçesini cemiyete bağışlamıştır. Karabekir ayrıca, padişah hakkında kullanılan saygılı ve ölçülü lisan ve üsluptan da rahatsız olduğunu yazmaktadır. (85.dipnot/ Karabekir, İttihat ve Terakki Cemiyeti 1896-1909, Emre Yayınları, 2000 basım, sf:376-385. Meşrutiyet'in ilanı esnasında İTC'nin Selanik ve Manastır merkezleriyle İstanbul şubesi arasında hal' konusunda ciddi görüş ayrılığı olduğu söylenebilir. Meşrutiyet'ten evvel İstanbul şubesi daha ziyade Jön Türk tarifine daha yakın ve esas meseleleri soyut bir Kanun-i Esasi ve Meşrutiyet olan ve her kötülüğü Abdülhamid'den bilen isimlerden teşekkül ediyordu. Fatin Hoca ve onunla hareket eden Hüseyin Kazım Kadri, Mehmed Akif gibi İslamcıların da hal'e istekli olması İstanbul İttihadçılarının bariz bir vasfıydı. Fatin Hoca aracılığıyla İTC'ye giren Kara Kemal ise, İzmir'de tanıştığı Dr.Nazım'ın tavsiyesi üzerine İstanbul şubesinin başına geçmiştir.) (67-68)

-Muhafazakâr-mütedeyyin camiada tahminlerin fevkinde bir inandırıcılığı bulunan 31 Mart Vak'ası'nı İttihadçıların tertiplediği tezi, bir an için kabul edilse de, pek çok İttihadçının kendisini öldürtmek için can attığına hükmetmemiz gerekecek ki bu eşyanın tabiatına da mugayirdir. 31 Mart Vak'ası günlerinde Makedonya'nın namlı pek çok İttihadçısı canını zor kurtarmış, günlerce ortaya çıkamamıştır. (99.dipnot/ Cavid Bey de ruznamesinde bu hadise esnasında Hüseyin Cahit'le birlikte neler yaşadıklarını genişçe yazmıştır. Hüseyin Cahid, Rusya Sefareti'ne sığınarak ölümden kurtulmuş, bilahare de birlikte bir vapurla Odesa'ya kaçmışlardır. Cavid Bey, Meşrutiyet Ruznamesi, TTK, 2014 basım, Cilt:1, sf:36-40) (75)

-Mevlanzade Rıfat, Abdülhamid'e karşı neredeyse hemen hiçbir İttihadçı'da görülmeyen bir kin ve intikamla husumet besleyen, iftirada sınır tanımayan Kürt kökenli bir Jön Türktür ve esasında Veliahd/Sultan Reşad'ın adamıdır. Aslında Jön Türklerdeki Abdülhamid husumeti, İttihadçılara nazaran daha sert ve eskidir. Jön Türklerin çoğu sürgün cezasına çarptırılmış ya da ülkeden kaçmak mecburiyetinde kalmışken İttihadçılar esas itibariyle Selanik, Manastır ve Edirne'de devletin emrinde vazifeli sivil-asker memurlardan oluşuyordu. Geçmiş bölümlerde de temas edildiği veçhile İttihadçılarda, Jön Türkler'de olduğu gibi bir "zulme maruz kalma" edebiyatı ve hissi mevcut veya kesif değildi. (76)

-Akşin'e göre 31 Mart Olayı ne İTC'nin ne de Abdülhamid'in düşündüğü, başlattığı bir harekettir. İngiltere yanlısı Prens Sabahaddin ve Ahrar fırkasına mensup olanlarla İTC'den umduğunu bulamayanların tezgâhladığı bir isyandır. Muhalefet, bilhassa da dayısına amansız bir husumet besleyen Prens Sabahaddin, hem İTC hem de Abdülhamid'den kurtulmak için Meşrutiyetçi ve İngilizlerden yana netice doğuracak bu ayaklanmayı tertiplemiştir. (80) İsyanı hazırlayanların gayesi İTC'nin devre dışı bırakılması, gücünün azaltılması ve Abdülhamid'in tahttan indirilmesi, isyancıların gayesi ise mektepli zabitlerin "zulmü"nün nihayet bulması, alaylılık sisteminin geri gelmesidir. Ancak isyan eden neferler, Prens Sabahaddin ve Ahrar fırkasının yörüngesinden çıkmış, arzu edilmeyen taşkınlıklarda bulunmuş ve hatta Abdülhamid'e meyletmişlerdir. İsyanın arka planını bahusus kendisini hedef aldığını bilen Abdülhamid de isyancı askerlerin kendisine zarar vermesinden çekinerek onlara yumuşak davranmış, hatta onları kendi safına çekmeye çalışmıştır. Bu tehlikeyi gören Sabahaddin Bey ve muhalifler, Meşrutiyet'in tehlikeye girmesi, istibdadın geri gelmesi endişe ve korkusuyla isyancılarla ve Derviş Vahdeti ile hatta Cemiyet-i İlmiye ile aralarına mesafe koymaya çalışmış, Hareket Ordusu İstanbul'a yaklaştığında da tüm suçu ve günahı Abdülhamid'e yüklemeye çalışmışlardır. Bu durum İttihatçıların da işine gelmiş, gem Abdülhamid'i hem de muhalefeti aynı anda tasfiye etmek uluslararası dengeler bakımından maslahata muvafık olmadığı için tevfik edilen Prens Sabahaddin ve sütkardeşi Ahmet Fazıl Bey'i serbest bırakmışlardır. Muhalifler aslında, kendilerine sert davranan, Hasan Fehmi'yi katleden, mebusları baskı altına alarak Kâmil Paşa Hükümeti'ni düşüren İTC'ye konjonktürün de müsait olmasından istifade ederek etkili bir "askeri gösteri" ile ders vermek isterken beklenmedik bir hadiseyle karşılaşmışlardır. (80)

-Yahya Kemal'in pek de insaflı sayılamayacak vasıf ve kelimelerle bahsettiği Yusuf Akçura, İTC'ye girmek için zaruri olan merasimdeki yemin metninde Kur'an ve Osmanlı tabirleri geçtiği için yemin etmemiş, Türkçülüğün ateşli bir müdafii olan bu mütefekkir hatta başka bir partinin mensubu olmuş, Türk Yurdu ve Türk Ocağı ile de ismi özdeşleşmiş birisi olmasına rağmen İttihadçı muhitte kendisine pek müspet nazarla yaklaşılmamıştır. Yahya Kemal, sırf bu yüzden Ziya Gökalp'in dinmez bir kinle, bir engizisyon hışmıyla Akçura'yı takip ettiğini yazar. (117.dipnot/Yahya Kemal, Siyasi ve Edebi Portreler, Baha Matbaası, 1968, sf:125) Sırf bu misal bile İTC'nin Türkçülüğe irca ve hasr edilemeyeceğine kâfi bir delildir. İttihadçılar, farklı etnik kökenlere mensup olsalar da Türklüğü üst kimlik olarak kabul ediyorlardı. Türklük, İttihadçıların hükmünün geçtiği çağda daha ziyade İslam ve göçlerle şekillenmişti; asla etnik bir mana ve mahiyet arz etmiyordu. (86)

-1908 Meclis albümüne bakıldığında sadece ulema kisvesi olan sarığı takan 70 civarında mebus olduğu görülecektir. Ulema sınıfına mensup mebusların çoğu hem de 3 dönem ardı ardına mebus seçilmişlerdir. (128.dipnot/İTC'nin 3 dönem ardı ardına mebus yaptığı medrese kökenli bir alim ve müderris olan Kâmil Miras'ın müderrislik yaptığı medresedeki görevine Damad Ferid sadarete gelir gelmez, onun şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi tarafından son verilmiştir. Cumhuriyet ilan edilince de, İttihatçılığını unutmayıp Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'na giren Miras, İzmir suikastı sebebiyle İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmış, ancak neticede beraat etmiştir. 1927'de mebusluk görevi bittikten sonra Maarif Vekaleti'nden müktesebatına uygun bir görev istemiş, Gaziantep'te bir ilkokul öğretmenliğine layık görülmüştür. Bu tahkir ve tezlile tahammül edemeyen Miras emekliliğini talep etme mecburiyetinde kalmıştır. Ahmed Naim'in vefatından sonra ise "kifayetsizliği(!)" unutulmuş olacak ki Tecrid-i Sarih tercümesi ve şerhi için kendisine müracaat edilmiştir.) (90)

-İttihadçılık; ideolojik kavgaların ertelendiği ya da öne çıkarılmadığı ama farklılıkların da unutulmadığı, ilginç bir yapıdır. İttihadçılık, hem İslam'ı pervasızca kullanan hem de ona halisane niyetlerle istinat eden ve dertleri vatan olan insanların eşzamanlı olarak müşterek temsil ettikleri/edildikleri bir anlayışın ve yapının ismidir. (93-94)

-(139.dipnot/ Muhittin Birgen gibi İttihatçı ve Tanin kökenli olan Falih Rıfkı Atay, bizim de bigâne kalamadığımız hatırat ve eserlerinde Enver Paşa'yı ima ederek çoğu zaman edep ve terbiye hududunu tecavüz eden ifadeler kullanmaktadır. Atay'ın İslam, dindarlık ve İmam-Hatip husumet ve alerjisinin zirve yaptığı günlerde bir cinsi sapık haberinden yola çıkarak Enver Paşa'yı fikri sapık olarak tavsif edip tahkir ve iftirada bulunduğu yazısı onun İttihad-ı İslam telakki ve siyasetini hedef almaktadır: "Yirminci asrın ilk on yılı içindeyiz. Bir fikri sapık, İslam ittihadı emperyalizmini yeniden ortaya sürer. Bu hayal uğruna biri Ankara'da biri Ulukışla'da biten iki demiryolu hattı ile yani Kafkasya'ya doğru üst tarafını yaya, Süveyş Kanalı'na doğru da yarı yaya, yarı aktarmalı giderek Rusya ve İngiltere'ye harb açarız." Falih Rıfkı, Batış Yılları, Dünya yayınları, 1963 basım, sf:137) (95)

-İnkılab-ı Azim ve 11 Nisan İnkılabı gibi eserlere imza atan Ahmed Refik, muhtemelen şahsi ikbal sebebiyle eski arkadaşlarına kırılmış ve Mondros Ateşkes Anlaşmasından sonraki bir devrede intikam vaktinin geldiğine hükmetmiş olacak ki "düşüne vurulur" dercesine İki Komite-İki Kıtal tefrikasını kaleme almıştır. Bilahare kitap haline getirilen bu yazı dizisinde Ahmed Refik, sadece İTC ve İttihadçıları değil, Osmanlı Devleti'ni ve Türk Milleti'ni de lekelemeye çalışmıştır. Hakeza Meşrutiyet'in ilanında, 31 Mart Vak'ası'nda hele de Balkan Harbi'nden hemen önceki günlerde ve sonraları en ateşli Kemalistlerden biri olan Aka Gündüz'ün yine Mondros Ateşkes Anlaşması ve İttihadçı liderlerin yurtdışına "kaçması"ndan sonra İtilafçı ve 150'liklerden Refi Cevad ve Pehlivan Kadir ile bir olup eski arkadaşlarına bühtan ve hakarette yarışması insanoğlunun beşerî vasfına, karakterine somut bir misal olmalıdır. (96)

-İttihadçıların Selanik'teki İtalyan ve Fransız obediyansına bağlı localardan ziyadesiyle istifade ettiği, hatta azımsanmayacak sayıda bir İTC (OHC) mensubunun gönüllü mason olduğu da şüpheden aridir. Ancak İttihadçıların kahir ekseriyeti için mason locaları gizliliğin, kendilerini gizlemenin, nispeten rahat ve serbest hareket etmenin teminatıydı; çünkü Osmanlı Devleti'nin kapitülasyonlar gereği büyük devletlerin nüfuzu ve muhafazası altındaki bu müesseselere müdahale imkânı ve hakkı yok ya da yok denecek kadar azdı. Mason locaları İttihadçılar için "korunaklı liman" hükmündeydi. (106)

-Talat Paşa ve yakın arkadaşları için masonluk "araçsallaştırılan", "araçsallığı" sebebiyle dikkate alınan, ihtiyaç hissedildiğinde kendisinden istifade edilecek, tehlikeli olduğunda ya da faydadan ziyade zarar verdiğinde de terk edilecek, hatta yasaklanacak bir telakki-müessese-cemiyet idi. Bilhassa İtalya'nın Trablusgarb'ı işgalinden sonra İTC ve İttihadçıların masonluğa bakışında sert değişiklikler olmuştur. (108-9)

-İslamcı olsun olmasın İttihadçıların kahir ekseriyeti masonluğu bir küll halinde değil, onun "işe yarayan", "ihtiyaç duyulan" bir parçasını, bir özelliğini dikkate alarak üyelik cihetine gitmiştir. (111)

-177.dipnot/ Derin Tarih dergisinin ek olarak verdiği ve "müfteriyat risalesi" denilmesi seza bir kitapçıkta Mevlanzade Rıfat, tüm kinini kusarcasına "Malumdur ki Sultan Abdülhamid-i Sani'nin hal'inden sonra Osmanlı hükümetinin idaresi tam manasıyla Siyon Yahudi cemiyetinin İttihad ve Terakki namındaki teşkilatına tabi ümera ve rical eline geçti" demektedir. Mevlanzade Rıfat Bey, Siyonistler Osmanlı'yı Nasıl Yıktı? Derin Tarih Dergisi, 15.sayı eki Haziran 2013. Kendisini II.Meşrutiyet öncesi uzun yıllar kalacağı Yemen'e sürgüne gönderdiği için Meşrutiyet'in ilanından sonra Abdülhamid'e küfür ve hakarette gazetesinin başka bir sürgün yazarı olan Hasan Fehmi ile adeta yarışa çıkan Mevlanzade'nin bu eserinin ek olarak verilmesi ümid ederiz, salt ilmi ve fikri mülahazaya müstenittir. Aksi takdirde karakter ve tıyneti malum birinden sırf İttihadçılara küfrediyor, iftira atıyor diye fayda ve medet ummak garip bir şey olur. (118-9)

-Kimi zaman rızai satışlar arazi sahibinin vasfı ve şahsiyeti sebebiyle daha da çarpıcı bir görünüm kazanmaktaydı. Misal olarak İngiliz muhibbi Osmanlı sadrazamlarından Kâmil Paşa'nın kıymetinin birkaç misli fiyat teklif edilmesi üzerine Filistin'de sahip olduğu çok büyük bir araziyi Yahudilere satmasını zikredebiliriz. Beyrut Valiliği tarafından 29 Ağustos 1902 tarihinde kaleme alınan belgedeki ifadeler şöyledir: "Musevilerin Filistin topraklarına karşı besledikleri gizli emellerin bir sonucu olarak dönümü 50 kuruş kıymetindeki araziyi mesela 150 kuruşa satın almakta olduğu aşikârdır. Aydın Valisi Kâmil Paşa'nın Hayfa'da vaktiyle 400.000 kuruşa aldığı araziyi 10.000 liraya satmak için hususi kâtibini göndermesi dahi bu husustaki rağbetin derecesini takdir için kâfidir." (180.dipnot/ Ömer Tellioğlu, Filistin'e Musevi Göçü ve Siyonizm (1880-1914), Kitabevi Yayınları, 2016 sf:159) Siyonistlere Filistin topraklarını bizatihi Arapların sattığı iddiası ise çok doğru görünmemektedir. Çünkü Siyonistlere karşı kimi zaman sert tedbirlerin alındığı Abdülhamid devrinde bile Araplara ait pek çok arazi Siyonist işgal ve tehdidiyle el değiştirmiş, Osmanlı memurları da çoğu kez rüşvet karşılığı bu duruma sessiz kalmışlardır. Bu arada Ziraat Bankası ya da tefecilerden borç alan ve arazilerini rehin eden Arapların, borçlarını ödeyememeleri üzerine bu araziler icraen satışa çıkarılmış ve hemen hepsini de Siyonistler almıştır. (121)

-Bir roman olarak güçlü karakter, şahsiyet tahlilleri ve insanoğlunun beşeri zaaflarını olanca sadeliğiyle anlatması ve mertliğe vurgu yapması bakımından kıymetli olduğu muhakkak olan Kemal Tahir'in Kurt Kanunu ne yazık ki roman vasfından çıkıp adeta tarihi bir vesika haline getirilmiştir. Bu romanın tarihi pek çok hakikati ihtiva ettiği, dönemin gazetelerine ve konuyla alakalı yazılmış eserlere atıfta bulunduğu vaki ise de Kara Kemal ve İTC ile aslı-astarı olmayan, saçmalık kabilinden şeyleri de içerdiği aşikârdır. (131)

-I.Dünya Harbi esnasındaki Alman etkisi de konjonktüreldi. Uluslararası dengede İngiltere ve Fransa İttihadçılara kucak açsaydı tercih başka türlü olabilirdi. Ancak İngiltere ve Rusya aradaki buzları eritmiş, Reval Toplantısından çok önce birlikte hareket etme -Jön Türklük, İstanbul'da yüksek mektep talebeleri ve bürokratlar arasında doğmuş ve bunların bir kısmının yurtdışına kaçmasıyla genişlemiş, Abdülhamid muhalifliğinin beslediği, Paris, Cenevre ve Mısır gibi yerlerde ve basın aracılığıyla faaliyette bulunan bir fikir-aydın hareketidir. Bu yapıya mensup insanlar, esasen somut bir tehlike endişeleri olmayan, genel ve soyut bir "devlet çöküyor" edebiyatı yapan; Meşrutiyet, Kanun-i Esasi gibi talepleri oldukça fantastik, reel karşılığı olmayan, sosyal tabanı bulunmayan, fikirleri bakımından da genel olarak pozitivist-seküler-batıcı önceliklere sahip bir "aydın" topluluğu görünümündedir. Az sayıdaki İslami hassasiyet sahipleri, Jön Türklük hareketinin belirleyicileri değil, kendilerine zaman zaman duyulan ihtiyaç sebebiyle hareketin yan unsurudurlar. (25-26)

-Jön Türklük, gerek 1889'da Askeri Tıbbiye'de kurulan İttihad-ı Osmani Cemiyeti'ni gerekse de bu cemiyetten yola çıkılarak Paris'te kurulan/isim değiştirerek İttihat ve Terakki Cemiyeti olan örgütü kapsar görünse de, 1906 senesinde Selanik'te Talat Bey'in öncülüğünde kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'ni ifadede yetersiz kalır. Jön Türklerin Paris'te gerçekleştirdiği 1902 kongresinden sonra cemiyet ikiye bölünmüş, çoğunluğu Damad Mahmud Paşa ve onun ölümüyle de oğlu Prens Sabahaddin'in liderliğinde önce Osmanlı Hürriyetperveran Cemiyeti sonra da Teşebbüs-i Şahsi ve Âdem-i Merkeziyet adı altında örgütlenmiştir. Azınlığı oluşturan grubun mensupları ise Ahmed Rıza Bey öncülüğünde ve cemiyetin ilk iki kelimesinin yer değiştirmesiyle Terakki ve İttihad Cemiyeti ismi altında yola devam etmişlerdir. Yani Prens Sabahaddin Bey liderliğinde yola devam eden Jön Türklerin kahir ekseriyeti esas itibariyle "İttihad ve Terakki Cemiyeti" ismini 1902'den sonra kullanmamışlardır. En azından kendilerini bu isimle ifade etmemeye çalışmışlardır. Prens Sabahaddin ekibi çoğunluk olmasına rağmen türdeş değildir. İçinde ciddi bir gayrimüslim ayrılıkçı unsur bile barındırmaktadır. Ancak Ahmed Rıza liderliğindeki ekip sayıca daha az olmasına rağmen daha türdeştir ve esas itibariyle Türklerden ve Türkleşmiş ya da Türklükle problemi bulunmayan unsurlardan müteşekkildir. Bu ekip için Dr. Nazım Bey ve Dr. Bahaeddin Şakir Bey öne çıkmıştır. Selanik'te Talat Bey öncülüğünde kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile merkezi Paris olan Terakki ve İttihad Cemiyeti'nin 1907 senesinde birleşme kararı almasından sonra Paris dış merkez, Selanik de iç merkez olmuştur. Ancak Selanik'in iç merkez olmasına rağmen her açıdan bağımsızlığını koruduğu genel bir kabuldür. Bu birleşme ile Selanik merkezli OHC, Terakki ve İttihad ismini almıştır. Ancak bunun sebebi Paris merkezli TİC'in gücü değil, sahip olduğu ismin geniş bir çevrede tanınıyor olmasıdır. Cemiyet bu ismi almış olmasına rağmen bütün güç ve yetki esas itibariyle Talat Bey ve arkadaşlarındadır. Aslında bunun da çok fazla anlamı yoktur; cemiyetin gücünün zirveye ulaştığı 1908 ortalarında cemiyete mührünü vuranlar, OHC olarak Selanik'te kurulan örgütün Manastır Şubesi'ne mensup olan ve uzun müddettir çete çarpışmalarında yer alan zabitlerdir. Açıkça ifade etmek gerekirse, bu zabitler, eğer Paris merkezli Terakki ve İttihat Cemiyeti'yle birleşmemiş olsalardı bile 1908 İhtilali'ni, bu cemiyetten ve isminden ayrı, müstakil bir cemiyet olarak Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adı altında gerçekleştirecek güçtelerdi. (31-32)

-Jön Türklük ve İttihadçılık ayırımı şu bakımdan da hayati bir öneme sahiptir: Batıcı, seküler, pozitivist telakki ve yönelişler Jön Türklerde daha baskındır. Oysa bu kabil insanları barındırsa da İttihadçılık daha yerli, kültürel olarak daha muhafazakâr ve dine yakın bir görüntü vermektedir. Bu bakımdan Kemalizm, bir koalisyon olan her şeyiyle İslam'a istinat etmese bile ona saygıda kusur etmeyen İttihadçılığın değil, daha Batıcı, laik, pozitivist Jön Türklüğün mirasçısıdır. Jön Türk İslamcılığı diye bir kavram yoktur ama İttihadçı İslamcılığı varlığı tartışmasız bir kavramdır. (20.dipnot/ Jön Türk İslamcılığı tabirinin kullanıldığı hallerde de kastedilen İttihadçılık ve İttihadçı İslamcılığıdır.) (33)

-1903-1908 yılları arasında Makedonya'da tatbik edilen reform plan ve projelerinin en önemli sonucu, İttihadçılığın yumuşak karnı olarak kabul edilen komitacılığın doğuşu olmuştur. İttihadçı komitacılığının doğuş gerekçesi ilginçtir: Hukukun işlemezliği. İttihadçı komitacılık kısaca hukukun işlemediği bir düzende "ihkak-ı hak"(kişinin bizzat hakkını alıp adaleti kendisinin yerine getirmesi) düşüncesinin tezahüründen başka bir şey değildi. Reform plan ve projelerinin en muazzep yönü adli sistemi işlemez hale getirmesiydi. Selanik, Kosova ve Manastır'dan müteşekkil Vilayet-i Selase'de (Makedonya) büyük devletlerin kimi uluslararası anlaşmalara bağlanmış resmi ve fiili müdahaleleri neticesinde büyük devlet konsolosları valilerden ve hatta zaman zaman Müfettiş-i Umumi Hüseyin Hilmi Paşa'dan bile daha etkili ve yetkili hale gelmişlerdi. (45)

-Komitacı İttihadçı subayların büyük çoğunluğunun ortak özelliği çok zeki ve lider oluşları yani kullanılan, tali önemde olan insanlar olmayışlarıdır; kurmaylar ağırlıktadır, çoğu okulu dereceyle bitirmiştir. Kazım Karabekir, Enver, Ali Fethi Okyar, Kazım Özalp, Hafız İsmail Hakkı dereceyle mezun olan komitacı subaylardır. Mustafa Necip, Yakup Cemil, Bigalı Atıf, Kel Ali (Çetinkaya), Çolak İbrahim ve Abdülkadir gibi "fedai" isimlerin de aralarında bulunduğu komitacı özelliği maruf bu subaylar, Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminde mühim mevkiler işgal etmişlerdir. Dolayısıyla "İttihadçı komitacılığı çapulcu bir güruhun işidir" denilerek geçiştirilecek bir hadise değildir. Meşrutiyet'in ilanından sonra komitacılık, hatta İttihadçılıkla arasına mesafe koyar gibi hareket edecek olan Kazım Karabekir ve benzeri birçok komitacı subay, sonradan neşrettikleri eserlerden anlaşılacağı üzere aynı zamanda birer entelektüeldir. (49)

-İttihadçıların açmazı bu hakikat ya da vakıayı hesaba katacak verilerden mahrum oluşları idi. Ancak onlar, daha evvel tecrübe edilmemiş, edilmesine imkân ve fırsat verilmemiş bir şeyi deniyorlardı; çünkü hem bu denenmemişti hem de beka kaygısını, korkusunu izale edecek tek çareydi. Meşrutiyet'in ilanının üzerinden bir asırdan fazla süre geçti; İttihadçıların Rumeli'yi ve devleti kurtarmak için yaptıkları Makedonya-Meşrutiyet Açılımı'nın bugün için hata olduğunu kabul etsek de o gün için tek çare olduğunu kabul etmek insaflı bir tespit ve tavır olacaktır. Onlar kısa sürede hatayı gördülerse de artık hadiseler geri döndürülemez bir noktadaydı ne manevra yapacak imkânlara ne de hatayı telafi etmeye yetecek bir süreye sahiptiler. Meşrutiyet bile onları köklerinden koparmaya mâni olamadı. Onlar "bir yere vatanım diyebilmek için orada doğup büyümenin yetmediğini pahalı öğrenmiş bir kuşak" olarak aynı hatayı bir daha tekrarlamadılar. Bu sebepledir ki, İttihadçılık sadece 1908 Meşrutiyeti öncesiyle değil sonrasıyla da dikkate alınarak değerlendirilmelidir. (63)

-Her ne kadar hal'e karar vermişlerse de muhtemeldir ki, hal' günü değilse bile hal'den kısa bir müddet sonra pek çok İttihadçı, Abdülhamid'in hadisede dahli olmadığını öğrenmişti. Üstelik Abdülhamid, yalnızlaştırılmış bir padişahtı; Meşrutiyet'in ilanından hemen sonra tüm kadrosu dağıtılmış, mabeyncilerini bile seçecek hak ve yetkiden mahrum bırakılmıştı. Meşruyiet'in ilanını takip eden günlerde İstanbul'da önde gelen devlet adamlarına yönelik muameleler biraz da Abdülhamid'i yalnızlaştırmayı hedefliyordu. Hiçbir yargı kararı olmadan mimli (hırsız ve ahlaksız olduğu kabul edilen) paşalar tutuklanıyor, baskı altında malları müsadere ediliyor, çoğu sürgüne gönderiliyor, adı kötüye çıkmamış paşalar da adeta çocukları yaşındaki subayların emir ve koruması altında görev yapıyordu. İttihadçılar merkezde ve taşrada istedikleri atamaları yapabiliyorlardı. Meşrutiyet'in ilanı ile 31 Mart Vak'a'sının vuku bulduğu gün arasında Abdülhamid, aslında halefi Sultan Reşad'dan daha sembolik bir pozisyondaydı. Kaldı ki bu süre içinde İttihadçılar ile Abdülhamid arasında ciddi bir ihtilaf ya da krizden de bahsedilemez; taraflar arasında çok gönüllü olmasa da bir uyuşmanın hasıl olduğu bile söylenebilir. Karabekir, Meşrutiyet'in ilanından hemen sonra Selanik'ten İstanbul'a gelen heyetle ve bilhassa Talat Bey'le İstanbul şubesi adına yaptığı görüşmelerde padişahın tahttan indirilmesinde ısrarcı olduğunu ancak Talat Bey ve Hafız Hakkı'nın buna yanaşmadığını, hatta padişahla görüştükten sonra bunların padişaha sempati bile duyduklarını ifade etmektedir. Çünkü bu görüşmede padişah Selanik'teki Beyaz Kule bahçesini cemiyete bağışlamıştır. Karabekir ayrıca, padişah hakkında kullanılan saygılı ve ölçülü lisan ve üsluptan da rahatsız olduğunu yazmaktadır. (85.dipnot/ Karabekir, İttihat ve Terakki Cemiyeti 1896-1909, Emre Yayınları, 2000 basım, sf:376-385. Meşrutiyet'in ilanı esnasında İTC'nin Selanik ve Manastır merkezleriyle İstanbul şubesi arasında hal' konusunda ciddi görüş ayrılığı olduğu söylenebilir. Meşrutiyet'ten evvel İstanbul şubesi daha ziyade Jön Türk tarifine daha yakın ve esas meseleleri soyut bir Kanun-i Esasi ve Meşrutiyet olan ve her kötülüğü Abdülhamid'den bilen isimlerden teşekkül ediyordu. Fatin Hoca ve onunla hareket eden Hüseyin Kazım Kadri, Mehmed Akif gibi İslamcıların da hal'e istekli olması İstanbul İttihadçılarının bariz bir vasfıydı. Fatin Hoca aracılığıyla İTC'ye giren Kara Kemal ise, İzmir'de tanıştığı Dr.Nazım'ın tavsiyesi üzerine İstanbul şubesinin başına geçmiştir.) (67-68)

-Muhafazakâr-mütedeyyin camiada tahminlerin fevkinde bir inandırıcılığı bulunan 31 Mart Vak'ası'nı İttihadçıların tertiplediği tezi, bir an için kabul edilse de, pek çok İttihadçının kendisini öldürtmek için can attığına hükmetmemiz gerekecek ki bu eşyanın tabiatına da mugayirdir. 31 Mart Vak'ası günlerinde Makedonya'nın namlı pek çok İttihadçısı canını zor kurtarmış, günlerce ortaya çıkamamıştır. (99.dipnot/ Cavid Bey de ruznamesinde bu hadise esnasında Hüseyin Cahit'le birlikte neler yaşadıklarını genişçe yazmıştır. Hüseyin Cahid, Rusya Sefareti'ne sığınarak ölümden kurtulmuş, bilahare de birlikte bir vapurla Odesa'ya kaçmışlardır. Cavid Bey, Meşrutiyet Ruznamesi, TTK, 2014 basım, Cilt:1, sf:36-40) (75)

-Mevlanzade Rıfat, Abdülhamid'e karşı neredeyse hemen hiçbir İttihadçı'da görülmeyen bir kin ve intikamla husumet besleyen, iftirada sınır tanımayan Kürt kökenli bir Jön Türktür ve esasında Veliahd/Sultan Reşad'ın adamıdır. Aslında Jön Türklerdeki Abdülhamid husumeti, İttihadçılara nazaran daha sert ve eskidir. Jön Türklerin çoğu sürgün cezasına çarptırılmış ya da ülkeden kaçmak mecburiyetinde kalmışken İttihadçılar esas itibariyle Selanik, Manastır ve Edirne'de devletin emrinde vazifeli sivil-asker memurlardan oluşuyordu. Geçmiş bölümlerde de temas edildiği veçhile İttihadçılarda, Jön Türkler'de olduğu gibi bir "zulme maruz kalma" edebiyatı ve hissi mevcut veya kesif değildi. (76)

-Akşin'e göre 31 Mart Olayı ne İTC'nin ne de Abdülhamid'in düşündüğü, başlattığı bir harekettir. İngiltere yanlısı Prens Sabahaddin ve Ahrar fırkasına mensup olanlarla İTC'den umduğunu bulamayanların tezgâhladığı bir isyandır. Muhalefet, bilhassa da dayısına amansız bir husumet besleyen Prens Sabahaddin, hem İTC hem de Abdülhamid'den kurtulmak için Meşrutiyetçi ve İngilizlerden yana netice doğuracak bu ayaklanmayı tertiplemiştir. (80) İsyanı hazırlayanların gayesi İTC'nin devre dışı bırakılması, gücünün azaltılması ve Abdülhamid'in tahttan indirilmesi, isyancıların gayesi ise mektepli zabitlerin "zulmü"nün nihayet bulması, alaylılık sisteminin geri gelmesidir. Ancak isyan eden neferler, Prens Sabahaddin ve Ahrar fırkasının yörüngesinden çıkmış, arzu edilmeyen taşkınlıklarda bulunmuş ve hatta Abdülhamid'e meyletmişlerdir. İsyanın arka planını bahusus kendisini hedef aldığını bilen Abdülhamid de isyancı askerlerin kendisine zarar vermesinden çekinerek onlara yumuşak davranmış, hatta onları kendi safına çekmeye çalışmıştır. Bu tehlikeyi gören Sabahaddin Bey ve muhalifler, Meşrutiyet'in tehlikeye girmesi, istibdadın geri gelmesi endişe ve korkusuyla isyancılarla ve Derviş Vahdeti ile hatta Cemiyet-i İlmiye ile aralarına mesafe koymaya çalışmış, Hareket Ordusu İstanbul'a yaklaştığında da tüm suçu ve günahı Abdülhamid'e yüklemeye çalışmışlardır. Bu durum İttihatçıların da işine gelmiş, gem Abdülhamid'i hem de muhalefeti aynı anda tasfiye etmek uluslararası dengeler bakımından maslahata muvafık olmadığı için tevfik edilen Prens Sabahaddin ve sütkardeşi Ahmet Fazıl Bey'i serbest bırakmışlardır. Muhalifler aslında, kendilerine sert davranan, Hasan Fehmi'yi katleden, mebusları baskı altına alarak Kâmil Paşa Hükümeti'ni düşüren İTC'ye konjonktürün de müsait olmasından istifade ederek etkili bir "askeri gösteri" ile ders vermek isterken beklenmedik bir hadiseyle karşılaşmışlardır. (80)

-Yahya Kemal'in pek de insaflı sayılamayacak vasıf ve kelimelerle bahsettiği Yusuf Akçura, İTC'ye girmek için zaruri olan merasimdeki yemin metninde Kur'an ve Osmanlı tabirleri geçtiği için yemin etmemiş, Türkçülüğün ateşli bir müdafii olan bu mütefekkir hatta başka bir partinin mensubu olmuş, Türk Yurdu ve Türk Ocağı ile de ismi özdeşleşmiş birisi olmasına rağmen İttihadçı muhitte kendisine pek müspet nazarla yaklaşılmamıştır. Yahya Kemal, sırf bu yüzden Ziya Gökalp'in dinmez bir kinle, bir engizisyon hışmıyla Akçura'yı takip ettiğini yazar. (117.dipnot/Yahya Kemal, Siyasi ve Edebi Portreler, Baha Matbaası, 1968, sf:125) Sırf bu misal bile İTC'nin Türkçülüğe irca ve hasr edilemeyeceğine kâfi bir delildir. İttihadçılar, farklı etnik kökenlere mensup olsalar da Türklüğü üst kimlik olarak kabul ediyorlardı. Türklük, İttihadçıların hükmünün geçtiği çağda daha ziyade İslam ve göçlerle şekillenmişti; asla etnik bir mana ve mahiyet arz etmiyordu. (86)

-1908 Meclis albümüne bakıldığında sadece ulema kisvesi olan sarığı takan 70 civarında mebus olduğu görülecektir. Ulema sınıfına mensup mebusların çoğu hem de 3 dönem ardı ardına mebus seçilmişlerdir. (128.dipnot/İTC'nin 3 dönem ardı ardına mebus yaptığı medrese kökenli bir alim ve müderris olan Kâmil Miras'ın müderrislik yaptığı medresedeki görevine Damad Ferid sadarete gelir gelmez, onun şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi tarafından son verilmiştir. Cumhuriyet ilan edilince de, İttihatçılığını unutmayıp Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'na giren Miras, İzmir suikastı sebebiyle İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmış, ancak neticede beraat etmiştir. 1927'de mebusluk görevi bittikten sonra Maarif Vekaleti'nden müktesebatına uygun bir görev istemiş, Gaziantep'te bir ilkokul öğretmenliğine layık görülmüştür. Bu tahkir ve tezlile tahammül edemeyen Miras emekliliğini talep etme mecburiyetinde kalmıştır. Ahmed Naim'in vefatından sonra ise "kifayetsizliği(!)" unutulmuş olacak ki Tecrid-i Sarih tercümesi ve şerhi için kendisine müracaat edilmiştir.) (90)

-İttihadçılık; ideolojik kavgaların ertelendiği ya da öne çıkarılmadığı ama farklılıkların da unutulmadığı, ilginç bir yapıdır. İttihadçılık, hem İslam'ı pervasızca kullanan hem de ona halisane niyetlerle istinat eden ve dertleri vatan olan insanların eşzamanlı olarak müşterek temsil ettikleri/edildikleri bir anlayışın ve yapının ismidir. (93-94)

-(139.dipnot/ Muhittin Birgen gibi İttihatçı ve Tanin kökenli olan Falih Rıfkı Atay, bizim de bigâne kalamadığımız hatırat ve eserlerinde Enver Paşa'yı ima ederek çoğu zaman edep ve terbiye hududunu tecavüz eden ifadeler kullanmaktadır. Atay'ın İslam, dindarlık ve İmam-Hatip husumet ve alerjisinin zirve yaptığı günlerde bir cinsi sapık haberinden yola çıkarak Enver Paşa'yı fikri sapık olarak tavsif edip tahkir ve iftirada bulunduğu yazısı onun İttihad-ı İslam telakki ve siyasetini hedef almaktadır: "Yirminci asrın ilk on yılı içindeyiz. Bir fikri sapık, İslam ittihadı emperyalizmini yeniden ortaya sürer. Bu hayal uğruna biri Ankara'da biri Ulukışla'da biten iki demiryolu hattı ile yani Kafkasya'ya doğru üst tarafını yaya, Süveyş Kanalı'na doğru da yarı yaya, yarı aktarmalı giderek Rusya ve İngiltere'ye harb açarız." Falih Rıfkı, Batış Yılları, Dünya yayınları, 1963 basım, sf:137) (95)

-İnkılab-ı Azim ve 11 Nisan İnkılabı gibi eserlere imza atan Ahmed Refik, muhtemelen şahsi ikbal sebebiyle eski arkadaşlarına kırılmış ve Mondros Ateşkes Anlaşmasından sonraki bir devrede intikam vaktinin geldiğine hükmetmiş olacak ki "düşüne vurulur" dercesine İki Komite-İki Kıtal tefrikasını kaleme almıştır. Bilahare kitap haline getirilen bu yazı dizisinde Ahmed Refik, sadece İTC ve İttihadçıları değil, Osmanlı Devleti'ni ve Türk Milleti'ni de lekelemeye çalışmıştır. Hakeza Meşrutiyet'in ilanında, 31 Mart Vak'ası'nda hele de Balkan Harbi'nden hemen önceki günlerde ve sonraları en ateşli Kemalistlerden biri olan Aka Gündüz'ün yine Mondros Ateşkes Anlaşması ve İttihadçı liderlerin yurtdışına "kaçması"ndan sonra İtilafçı ve 150'liklerden Refi Cevad ve Pehlivan Kadir ile bir olup eski arkadaşlarına bühtan ve hakarette yarışması insanoğlunun beşerî vasfına, karakterine somut bir misal olmalıdır. (96)

-İttihadçıların Selanik'teki İtalyan ve Fransız obediyansına bağlı localardan ziyadesiyle istifade ettiği, hatta azımsanmayacak sayıda bir İTC (OHC) mensubunun gönüllü mason olduğu da şüpheden aridir. Ancak İttihadçıların kahir ekseriyeti için mason locaları gizliliğin, kendilerini gizlemenin, nispeten rahat ve serbest hareket etmenin teminatıydı; çünkü Osmanlı Devleti'nin kapitülasyonlar gereği büyük devletlerin nüfuzu ve muhafazası altındaki bu müesseselere müdahale imkânı ve hakkı yok ya da yok denecek kadar azdı. Mason locaları İttihadçılar için "korunaklı liman" hükmündeydi. (106)

-Talat Paşa ve yakın arkadaşları için masonluk "araçsallaştırılan", "araçsallığı" sebebiyle dikkate alınan, ihtiyaç hissedildiğinde kendisinden istifade edilecek, tehlikeli olduğunda ya da faydadan ziyade zarar verdiğinde de terk edilecek, hatta yasaklanacak bir telakki-müessese-cemiyet idi. Bilhassa İtalya'nın Trablusgarb'ı işgalinden sonra İTC ve İttihadçıların masonluğa bakışında sert değişiklikler olmuştur. (108-9)

-İslamcı olsun olmasın İttihadçıların kahir ekseriyeti masonluğu bir küll halinde değil, onun "işe yarayan", "ihtiyaç duyulan" bir parçasını, bir özelliğini dikkate alarak üyelik cihetine gitmiştir. (111)

-177.dipnot/ Derin Tarih dergisinin ek olarak verdiği ve "müfteriyat risalesi" denilmesi seza bir kitapçıkta Mevlanzade Rıfat, tüm kinini kusarcasına "Malumdur ki Sultan Abdülhamid-i Sani'nin hal'inden sonra Osmanlı hükümetinin idaresi tam manasıyla Siyon Yahudi cemiyetinin İttihad ve Terakki namındaki teşkilatına tabi ümera ve rical eline geçti" demektedir. Mevlanzade Rıfat Bey, Siyonistler Osmanlı'yı Nasıl Yıktı? Derin Tarih Dergisi, 15.sayı eki Haziran 2013. Kendisini II.Meşrutiyet öncesi uzun yıllar kalacağı Yemen'e sürgüne gönderdiği için Meşrutiyet'in ilanından sonra Abdülhamid'e küfür ve hakarette gazetesinin başka bir sürgün yazarı olan Hasan Fehmi ile adeta yarışa çıkan Mevlanzade'nin bu eserinin ek olarak verilmesi ümid ederiz, salt ilmi ve fikri mülahazaya müstenittir. Aksi takdirde karakter ve tıyneti malum birinden sırf İttihadçılara küfrediyor, iftira atıyor diye fayda ve medet ummak garip bir şey olur. (118-9)

-Kimi zaman rızai satışlar arazi sahibinin vasfı ve şahsiyeti sebebiyle daha da çarpıcı bir görünüm kazanmaktaydı. Misal olarak İngiliz muhibbi Osmanlı sadrazamlarından Kâmil Paşa'nın kıymetinin birkaç misli fiyat teklif edilmesi üzerine Filistin'de sahip olduğu çok büyük bir araziyi Yahudilere satmasını zikredebiliriz. Beyrut Valiliği tarafından 29 Ağustos 1902 tarihinde kaleme alınan belgedeki ifadeler şöyledir: "Musevilerin Filistin topraklarına karşı besledikleri gizli emellerin bir sonucu olarak dönümü 50 kuruş kıymetindeki araziyi mesela 150 kuruşa satın almakta olduğu aşikârdır. Aydın Valisi Kâmil Paşa'nın Hayfa'da vaktiyle 400.000 kuruşa aldığı araziyi 10.000 liraya satmak için hususi kâtibini göndermesi dahi bu husustaki rağbetin derecesini takdir için kâfidir." (180.dipnot/ Ömer Tellioğlu, Filistin'e Musevi Göçü ve Siyonizm (1880-1914), Kitabevi Yayınları, 2016 sf:159) Siyonistlere Filistin topraklarını bizatihi Arapların sattığı iddiası ise çok doğru görünmemektedir. Çünkü Siyonistlere karşı kimi zaman sert tedbirlerin alındığı Abdülhamid devrinde bile Araplara ait pek çok arazi Siyonist işgal ve tehdidiyle el değiştirmiş, Osmanlı memurları da çoğu kez rüşvet karşılığı bu duruma sessiz kalmışlardır. Bu arada Ziraat Bankası ya da tefecilerden borç alan ve arazilerini rehin eden Arapların, borçlarını ödeyememeleri üzerine bu araziler icraen satışa çıkarılmış ve hemen hepsini de Siyonistler almıştır. (121)

-Bir roman olarak güçlü karakter, şahsiyet tahlilleri ve insanoğlunun beşeri zaaflarını olanca sadeliğiyle anlatması ve mertliğe vurgu yapması bakımından kıymetli olduğu muhakkak olan Kemal Tahir'in Kurt Kanunu ne yazık ki roman vasfından çıkıp adeta tarihi bir vesika haline getirilmiştir. Bu romanın tarihi pek çok hakikati ihtiva ettiği, dönemin gazetelerine ve konuyla alakalı yazılmış eserlere atıfta bulunduğu vaki ise de Kara Kemal ve İTC ile aslı-astarı olmayan, saçmalık kabilinden şeyleri de içerdiği aşikârdır. (131)

-I.Dünya Harbi esnasındaki Alman etkisi de konjonktüreldi. Uluslararası dengede İngiltere ve Fransa İttihadçılara kucak açsaydı tercih başka türlü olabilirdi. Ancak İngiltere ve Rusya aradaki buzları eritmiş, Reval Toplantısından çok önce birlikte hareket etme -Jön Türklük, İstanbul'da yüksek mektep talebeleri ve bürokratlar arasında doğmuş ve bunların bir kısmının yurtdışına kaçmasıyla genişlemiş, Abdülhamid muhalifliğinin beslediği, Paris, Cenevre ve Mısır gibi yerlerde ve basın aracılığıyla faaliyette bulunan bir fikir-aydın hareketidir. Bu yapıya mensup insanlar, esasen somut bir tehlike endişeleri olmayan, genel ve soyut bir "devlet çöküyor" edebiyatı yapan; Meşrutiyet, Kanun-i Esasi gibi talepleri oldukça fantastik, reel karşılığı olmayan, sosyal tabanı bulunmayan, fikirleri bakımından da genel olarak pozitivist-seküler-batıcı önceliklere sahip bir "aydın" topluluğu görünümündedir. Az sayıdaki İslami hassasiyet sahipleri, Jön Türklük hareketinin belirleyicileri değil, kendilerine zaman zaman duyulan ihtiyaç sebebiyle hareketin yan unsurudurlar. (25-26)

-Jön Türklük, gerek 1889'da Askeri Tıbbiye'de kurulan İttihad-ı Osmani Cemiyeti'ni gerekse de bu cemiyetten yola çıkılarak Paris'te kurulan/isim değiştirerek İttihat ve Terakki Cemiyeti olan örgütü kapsar görünse de, 1906 senesinde Selanik'te Talat Bey'in öncülüğünde kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'ni ifadede yetersiz kalır. Jön Türklerin Paris'te gerçekleştirdiği 1902 kongresinden sonra cemiyet ikiye bölünmüş, çoğunluğu Damad Mahmud Paşa ve onun ölümüyle de oğlu Prens Sabahaddin'in liderliğinde önce Osmanlı Hürriyetperveran Cemiyeti sonra da Teşebbüs-i Şahsi ve Âdem-i Merkeziyet adı altında örgütlenmiştir. Azınlığı oluşturan grubun mensupları ise Ahmed Rıza Bey öncülüğünde ve cemiyetin ilk iki kelimesinin yer değiştirmesiyle Terakki ve İttihad Cemiyeti ismi altında yola devam etmişlerdir. Yani Prens Sabahaddin Bey liderliğinde yola devam eden Jön Türklerin kahir ekseriyeti esas itibariyle "İttihad ve Terakki Cemiyeti" ismini 1902'den sonra kullanmamışlardır. En azından kendilerini bu isimle ifade etmemeye çalışmışlardır. Prens Sabahaddin ekibi çoğunluk olmasına rağmen türdeş değildir. İçinde ciddi bir gayrimüslim ayrılıkçı unsur bile barındırmaktadır. Ancak Ahmed Rıza liderliğindeki ekip sayıca daha az olmasına rağmen daha türdeştir ve esas itibariyle Türklerden ve Türkleşmiş ya da Türklükle problemi bulunmayan unsurlardan müteşekkildir. Bu ekip için Dr. Nazım Bey ve Dr. Bahaeddin Şakir Bey öne çıkmıştır. Selanik'te Talat Bey öncülüğünde kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile merkezi Paris olan Terakki ve İttihad Cemiyeti'nin 1907 senesinde birleşme kararı almasından sonra Paris dış merkez, Selanik de iç merkez olmuştur. Ancak Selanik'in iç merkez olmasına rağmen her açıdan bağımsızlığını koruduğu genel bir kabuldür. Bu birleşme ile Selanik merkezli OHC, Terakki ve İttihad ismini almıştır. Ancak bunun sebebi Paris merkezli TİC'in gücü değil, sahip olduğu ismin geniş bir çevrede tanınıyor olmasıdır. Cemiyet bu ismi almış olmasına rağmen bütün güç ve yetki esas itibariyle Talat Bey ve arkadaşlarındadır. Aslında bunun da çok fazla anlamı yoktur; cemiyetin gücünün zirveye ulaştığı 1908 ortalarında cemiyete mührünü vuranlar, OHC olarak Selanik'te kurulan örgütün Manastır Şubesi'ne mensup olan ve uzun müddettir çete çarpışmalarında yer alan zabitlerdir. Açıkça ifade etmek gerekirse, bu zabitler, eğer Paris merkezli Terakki ve İttihat Cemiyeti'yle birleşmemiş olsalardı bile 1908 İhtilali'ni, bu cemiyetten ve isminden ayrı, müstakil bir cemiyet olarak Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adı altında gerçekleştirecek güçtelerdi. (31-32)

-Jön Türklük ve İttihadçılık ayırımı şu bakımdan da hayati bir öneme sahiptir: Batıcı, seküler, pozitivist telakki ve yönelişler Jön Türklerde daha baskındır. Oysa bu kabil insanları barındırsa da İttihadçılık daha yerli, kültürel olarak daha muhafazakâr ve dine yakın bir görüntü vermektedir. Bu bakımdan Kemalizm, bir koalisyon olan her şeyiyle İslam'a istinat etmese bile ona saygıda kusur etmeyen İttihadçılığın değil, daha Batıcı, laik, pozitivist Jön Türklüğün mirasçısıdır. Jön Türk İslamcılığı diye bir kavram yoktur ama İttihadçı İslamcılığı varlığı tartışmasız bir kavramdır. (20.dipnot/ Jön Türk İslamcılığı tabirinin kullanıldığı hallerde de kastedilen İttihadçılık ve İttihadçı İslamcılığıdır.) (33)

-1903-1908 yılları arasında Makedonya'da tatbik edilen reform plan ve projelerinin en önemli sonucu, İttihadçılığın yumuşak karnı olarak kabul edilen komitacılığın doğuşu olmuştur. İttihadçı komitacılığının doğuş gerekçesi ilginçtir: Hukukun işlemezliği. İttihadçı komitacılık kısaca hukukun işlemediği bir düzende "ihkak-ı hak"(kişinin bizzat hakkını alıp adaleti kendisinin yerine getirmesi) düşüncesinin tezahüründen başka bir şey değildi. Reform plan ve projelerinin en muazzep yönü adli sistemi işlemez hale getirmesiydi. Selanik, Kosova ve Manastır'dan müteşekkil Vilayet-i Selase'de (Makedonya) büyük devletlerin kimi uluslararası anlaşmalara bağlanmış resmi ve fiili müdahaleleri neticesinde büyük devlet konsolosları valilerden ve hatta zaman zaman Müfettiş-i Umumi Hüseyin Hilmi Paşa'dan bile daha etkili ve yetkili hale gelmişlerdi. (45)

-Komitacı İttihadçı subayların büyük çoğunluğunun ortak özelliği çok zeki ve lider oluşları yani kullanılan, tali önemde olan insanlar olmayışlarıdır; kurmaylar ağırlıktadır, çoğu okulu dereceyle bitirmiştir. Kazım Karabekir, Enver, Ali Fethi Okyar, Kazım Özalp, Hafız İsmail Hakkı dereceyle mezun olan komitacı subaylardır. Mustafa Necip, Yakup Cemil, Bigalı Atıf, Kel Ali (Çetinkaya), Çolak İbrahim ve Abdülkadir gibi "fedai" isimlerin de aralarında bulunduğu komitacı özelliği maruf bu subaylar, Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminde mühim mevkiler işgal etmişlerdir. Dolayısıyla "İttihadçı komitacılığı çapulcu bir güruhun işidir" denilerek geçiştirilecek bir hadise değildir. Meşrutiyet'in ilanından sonra komitacılık, hatta İttihadçılıkla arasına mesafe koyar gibi hareket edecek olan Kazım Karabekir ve benzeri birçok komitacı subay, sonradan neşrettikleri eserlerden anlaşılacağı üzere aynı zamanda birer entelektüeldir. (49)

-İttihadçıların açmazı bu hakikat ya da vakıayı hesaba katacak verilerden mahrum oluşları idi. Ancak onlar, daha evvel tecrübe edilmemiş, edilmesine imkân ve fırsat verilmemiş bir şeyi deniyorlardı; çünkü hem bu denenmemişti hem de beka kaygısını, korkusunu izale edecek tek çareydi. Meşrutiyet'in ilanının üzerinden bir asırdan fazla süre geçti; İttihadçıların Rumeli'yi ve devleti kurtarmak için yaptıkları Makedonya-Meşrutiyet Açılımı'nın bugün için hata olduğunu kabul etsek de o gün için tek çare olduğunu kabul etmek insaflı bir tespit ve tavır olacaktır. Onlar kısa sürede hatayı gördülerse de artık hadiseler geri döndürülemez bir noktadaydı ne manevra yapacak imkânlara ne de hatayı telafi etmeye yetecek bir süreye sahiptiler. Meşrutiyet bile onları köklerinden koparmaya mâni olamadı. Onlar "bir yere vatanım diyebilmek için orada doğup büyümenin yetmediğini pahalı öğrenmiş bir kuşak" olarak aynı hatayı bir daha tekrarlamadılar. Bu sebepledir ki, İttihadçılık sadece 1908 Meşrutiyeti öncesiyle değil sonrasıyla da dikkate alınarak değerlendirilmelidir. (63)

-Her ne kadar hal'e karar vermişlerse de muhtemeldir ki, hal' günü değilse bile hal'den kısa bir müddet sonra pek çok İttihadçı, Abdülhamid'in hadisede dahli olmadığını öğrenmişti. Üstelik Abdülhamid, yalnızlaştırılmış bir padişahtı; Meşrutiyet'in ilanından hemen sonra tüm kadrosu dağıtılmış, mabeyncilerini bile seçecek hak ve yetkiden mahrum bırakılmıştı. Meşruyiet'in ilanını takip eden günlerde İstanbul'da önde gelen devlet adamlarına yönelik muameleler biraz da Abdülhamid'i yalnızlaştırmayı hedefliyordu. Hiçbir yargı kararı olmadan mimli (hırsız ve ahlaksız olduğu kabul edilen) paşalar tutuklanıyor, baskı altında malları müsadere ediliyor, çoğu sürgüne gönderiliyor, adı kötüye çıkmamış paşalar da adeta çocukları yaşındaki subayların emir ve koruması altında görev yapıyordu. İttihadçılar merkezde ve taşrada istedikleri atamaları yapabiliyorlardı. Meşrutiyet'in ilanı ile 31 Mart Vak'a'sının vuku bulduğu gün arasında Abdülhamid, aslında halefi Sultan Reşad'dan daha sembolik bir pozisyondaydı. Kaldı ki bu süre içinde İttihadçılar ile Abdülhamid arasında ciddi bir ihtilaf ya da krizden de bahsedilemez; taraflar arasında çok gönüllü olmasa da bir uyuşmanın hasıl olduğu bile söylenebilir. Karabekir, Meşrutiyet'in ilanından hemen sonra Selanik'ten İstanbul'a gelen heyetle ve bilhassa Talat Bey'le İstanbul şubesi adına yaptığı görüşmelerde padişahın tahttan indirilmesinde ısrarcı olduğunu ancak Talat Bey ve Hafız Hakkı'nın buna yanaşmadığını, hatta padişahla görüştükten sonra bunların padişaha sempati bile duyduklarını ifade etmektedir. Çünkü bu görüşmede padişah Selanik'teki Beyaz Kule bahçesini cemiyete bağışlamıştır. Karabekir ayrıca, padişah hakkında kullanılan saygılı ve ölçülü lisan ve üsluptan da rahatsız olduğunu yazmaktadır. (85.dipnot/ Karabekir, İttihat ve Terakki Cemiyeti 1896-1909, Emre Yayınları, 2000 basım, sf:376-385. Meşrutiyet'in ilanı esnasında İTC'nin Selanik ve Manastır merkezleriyle İstanbul şubesi arasında hal' konusunda ciddi görüş ayrılığı olduğu söylenebilir. Meşrutiyet'ten evvel İstanbul şubesi daha ziyade Jön Türk tarifine daha yakın ve esas meseleleri soyut bir Kanun-i Esasi ve Meşrutiyet olan ve her kötülüğü Abdülhamid'den bilen isimlerden teşekkül ediyordu. Fatin Hoca ve onunla hareket eden Hüseyin Kazım Kadri, Mehmed Akif gibi İslamcıların da hal'e istekli olması İstanbul İttihadçılarının bariz bir vasfıydı. Fatin Hoca aracılığıyla İTC'ye giren Kara Kemal ise, İzmir'de tanıştığı Dr.Nazım'ın tavsiyesi üzerine İstanbul şubesinin başına geçmiştir.) (67-68)

-Muhafazakâr-mütedeyyin camiada tahminlerin fevkinde bir inandırıcılığı bulunan 31 Mart Vak'ası'nı İttihadçıların tertiplediği tezi, bir an için kabul edilse de, pek çok İttihadçının kendisini öldürtmek için can attığına hükmetmemiz gerekecek ki bu eşyanın tabiatına da mugayirdir. 31 Mart Vak'ası günlerinde Makedonya'nın namlı pek çok İttihadçısı canını zor kurtarmış, günlerce ortaya çıkamamıştır. (99.dipnot/ Cavid Bey de ruznamesinde bu hadise esnasında Hüseyin Cahit'le birlikte neler yaşadıklarını genişçe yazmıştır. Hüseyin Cahid, Rusya Sefareti'ne sığınarak ölümden kurtulmuş, bilahare de birlikte bir vapurla Odesa'ya kaçmışlardır. Cavid Bey, Meşrutiyet Ruznamesi, TTK, 2014 basım, Cilt:1, sf:36-40) (75)

-Mevlanzade Rıfat, Abdülhamid'e karşı neredeyse hemen hiçbir İttihadçı'da görülmeyen bir kin ve intikamla husumet besleyen, iftirada sınır tanımayan Kürt kökenli bir Jön Türktür ve esasında Veliahd/Sultan Reşad'ın adamıdır. Aslında Jön Türklerdeki Abdülhamid husumeti, İttihadçılara nazaran daha sert ve eskidir. Jön Türklerin çoğu sürgün cezasına çarptırılmış ya da ülkeden kaçmak mecburiyetinde kalmışken İttihadçılar esas itibariyle Selanik, Manastır ve Edirne'de devletin emrinde vazifeli sivil-asker memurlardan oluşuyordu. Geçmiş bölümlerde de temas edildiği veçhile İttihadçılarda, Jön Türkler'de olduğu gibi bir "zulme maruz kalma" edebiyatı ve hissi mevcut veya kesif değildi. (76)

-Akşin'e göre 31 Mart Olayı ne İTC'nin ne de Abdülhamid'in düşündüğü, başlattığı bir harekettir. İngiltere yanlısı Prens Sabahaddin ve Ahrar fırkasına mensup olanlarla İTC'den umduğunu bulamayanların tezgâhladığı bir isyandır. Muhalefet, bilhassa da dayısına amansız bir husumet besleyen Prens Sabahaddin, hem İTC hem de Abdülhamid'den kurtulmak için Meşrutiyetçi ve İngilizlerden yana netice doğuracak bu ayaklanmayı tertiplemiştir. (80) İsyanı hazırlayanların gayesi İTC'nin devre dışı bırakılması, gücünün azaltılması ve Abdülhamid'in tahttan indirilmesi, isyancıların gayesi ise mektepli zabitlerin "zulmü"nün nihayet bulması, alaylılık sisteminin geri gelmesidir. Ancak isyan eden neferler, Prens Sabahaddin ve Ahrar fırkasının yörüngesinden çıkmış, arzu edilmeyen taşkınlıklarda bulunmuş ve hatta Abdülhamid'e meyletmişlerdir. İsyanın arka planını bahusus kendisini hedef aldığını bilen Abdülhamid de isyancı askerlerin kendisine zarar vermesinden çekinerek onlara yumuşak davranmış, hatta onları kendi safına çekmeye çalışmıştır. Bu tehlikeyi gören Sabahaddin Bey ve muhalifler, Meşrutiyet'in tehlikeye girmesi, istibdadın geri gelmesi endişe ve korkusuyla isyancılarla ve Derviş Vahdeti ile hatta Cemiyet-i İlmiye ile aralarına mesafe koymaya çalışmış, Hareket Ordusu İstanbul'a yaklaştığında da tüm suçu ve günahı Abdülhamid'e yüklemeye çalışmışlardır. Bu durum İttihatçıların da işine gelmiş, gem Abdülhamid'i hem de muhalefeti aynı anda tasfiye etmek uluslararası dengeler bakımından maslahata muvafık olmadığı için tevfik edilen Prens Sabahaddin ve sütkardeşi Ahmet Fazıl Bey'i serbest bırakmışlardır. Muhalifler aslında, kendilerine sert davranan, Hasan Fehmi'yi katleden, mebusları baskı altına alarak Kâmil Paşa Hükümeti'ni düşüren İTC'ye konjonktürün de müsait olmasından istifade ederek etkili bir "askeri gösteri" ile ders vermek isterken beklenmedik bir hadiseyle karşılaşmışlardır. (80)

-Yahya Kemal'in pek de insaflı sayılamayacak vasıf ve kelimelerle bahsettiği Yusuf Akçura, İTC'ye girmek için zaruri olan merasimdeki yemin metninde Kur'an ve Osmanlı tabirleri geçtiği için yemin etmemiş, Türkçülüğün ateşli bir müdafii olan bu mütefekkir hatta başka bir partinin mensubu olmuş, Türk Yurdu ve Türk Ocağı ile de ismi özdeşleşmiş birisi olmasına rağmen İttihadçı muhitte kendisine pek müspet nazarla yaklaşılmamıştır. Yahya Kemal, sırf bu yüzden Ziya Gökalp'in dinmez bir kinle, bir engizisyon hışmıyla Akçura'yı takip ettiğini yazar. (117.dipnot/Yahya Kemal, Siyasi ve Edebi Portreler, Baha Matbaası, 1968, sf:125) Sırf bu misal bile İTC'nin Türkçülüğe irca ve hasr edilemeyeceğine kâfi bir delildir. İttihadçılar, farklı etnik kökenlere mensup olsalar da Türklüğü üst kimlik olarak kabul ediyorlardı. Türklük, İttihadçıların hükmünün geçtiği çağda daha ziyade İslam ve göçlerle şekillenmişti; asla etnik bir mana ve mahiyet arz etmiyordu. (86)

-1908 Meclis albümüne bakıldığında sadece ulema kisvesi olan sarığı takan 70 civarında mebus olduğu görülecektir. Ulema sınıfına mensup mebusların çoğu hem de 3 dönem ardı ardına mebus seçilmişlerdir. (128.dipnot/İTC'nin 3 dönem ardı ardına mebus yaptığı medrese kökenli bir alim ve müderris olan Kâmil Miras'ın müderrislik yaptığı medresedeki görevine Damad Ferid sadarete gelir gelmez, onun şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi tarafından son verilmiştir. Cumhuriyet ilan edilince de, İttihatçılığını unutmayıp Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'na giren Miras, İzmir suikastı sebebiyle İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmış, ancak neticede beraat etmiştir. 1927'de mebusluk görevi bittikten sonra Maarif Vekaleti'nden müktesebatına uygun bir görev istemiş, Gaziantep'te bir ilkokul öğretmenliğine layık görülmüştür. Bu tahkir ve tezlile tahammül edemeyen Miras emekliliğini talep etme mecburiyetinde kalmıştır. Ahmed Naim'in vefatından sonra ise "kifayetsizliği(!)" unutulmuş olacak ki Tecrid-i Sarih tercümesi ve şerhi için kendisine müracaat edilmiştir.) (90)

-İttihadçılık; ideolojik kavgaların ertelendiği ya da öne çıkarılmadığı ama farklılıkların da unutulmadığı, ilginç bir yapıdır. İttihadçılık, hem İslam'ı pervasızca kullanan hem de ona halisane niyetlerle istinat eden ve dertleri vatan olan insanların eşzamanlı olarak müşterek temsil ettikleri/edildikleri bir anlayışın ve yapının ismidir. (93-94)

-(139.dipnot/ Muhittin Birgen gibi İttihatçı ve Tanin kökenli olan Falih Rıfkı Atay, bizim de bigâne kalamadığımız hatırat ve eserlerinde Enver Paşa'yı ima ederek çoğu zaman edep ve terbiye hududunu tecavüz eden ifadeler kullanmaktadır. Atay'ın İslam, dindarlık ve İmam-Hatip husumet ve alerjisinin zirve yaptığı günlerde bir cinsi sapık haberinden yola çıkarak Enver Paşa'yı fikri sapık olarak tavsif edip tahkir ve iftirada bulunduğu yazısı onun İttihad-ı İslam telakki ve siyasetini hedef almaktadır: "Yirminci asrın ilk on yılı içindeyiz. Bir fikri sapık, İslam ittihadı emperyalizmini yeniden ortaya sürer. Bu hayal uğruna biri Ankara'da biri Ulukışla'da biten iki demiryolu hattı ile yani Kafkasya'ya doğru üst tarafını yaya, Süveyş Kanalı'na doğru da yarı yaya, yarı aktarmalı giderek Rusya ve İngiltere'ye harb açarız." Falih Rıfkı, Batış Yılları, Dünya yayınları, 1963 basım, sf:137) (95)

-İnkılab-ı Azim ve 11 Nisan İnkılabı gibi eserlere imza atan Ahmed Refik, muhtemelen şahsi ikbal sebebiyle eski arkadaşlarına kırılmış ve Mondros Ateşkes Anlaşmasından sonraki bir devrede intikam vaktinin geldiğine hükmetmiş olacak ki "düşüne vurulur" dercesine İki Komite-İki Kıtal tefrikasını kaleme almıştır. Bilahare kitap haline getirilen bu yazı dizisinde Ahmed Refik, sadece İTC ve İttihadçıları değil, Osmanlı Devleti'ni ve Türk Milleti'ni de lekelemeye çalışmıştır. Hakeza Meşrutiyet'in ilanında, 31 Mart Vak'ası'nda hele de Balkan Harbi'nden hemen önceki günlerde ve sonraları en ateşli Kemalistlerden biri olan Aka Gündüz'ün yine Mondros Ateşkes Anlaşması ve İttihadçı liderlerin yurtdışına "kaçması"ndan sonra İtilafçı ve 150'liklerden Refi Cevad ve Pehlivan Kadir ile bir olup eski arkadaşlarına bühtan ve hakarette yarışması insanoğlunun beşerî vasfına, karakterine somut bir misal olmalıdır. (96)

-İttihadçıların Selanik'teki İtalyan ve Fransız obediyansına bağlı localardan ziyadesiyle istifade ettiği, hatta azımsanmayacak sayıda bir İTC (OHC) mensubunun gönüllü mason olduğu da şüpheden aridir. Ancak İttihadçıların kahir ekseriyeti için mason locaları gizliliğin, kendilerini gizlemenin, nispeten rahat ve serbest hareket etmenin teminatıydı; çünkü Osmanlı Devleti'nin kapitülasyonlar gereği büyük devletlerin nüfuzu ve muhafazası altındaki bu müesseselere müdahale imkânı ve hakkı yok ya da yok denecek kadar azdı. Mason locaları İttihadçılar için "korunaklı liman" hükmündeydi. (106)

-Talat Paşa ve yakın arkadaşları için masonluk "araçsallaştırılan", "araçsallığı" sebebiyle dikkate alınan, ihtiyaç hissedildiğinde kendisinden istifade edilecek, tehlikeli olduğunda ya da faydadan ziyade zarar verdiğinde de terk edilecek, hatta yasaklanacak bir telakki-müessese-cemiyet idi. Bilhassa İtalya'nın Trablusgarb'ı işgalinden sonra İTC ve İttihadçıların masonluğa bakışında sert değişiklikler olmuştur. (108-9)

-İslamcı olsun olmasın İttihadçıların kahir ekseriyeti masonluğu bir küll halinde değil, onun "işe yarayan", "ihtiyaç duyulan" bir parçasını, bir özelliğini dikkate alarak üyelik cihetine gitmiştir. (111)

-177.dipnot/ Derin Tarih dergisinin ek olarak verdiği ve "müfteriyat risalesi" denilmesi seza bir kitapçıkta Mevlanzade Rıfat, tüm kinini kusarcasına "Malumdur ki Sultan Abdülhamid-i Sani'nin hal'inden sonra Osmanlı hükümetinin idaresi tam manasıyla Siyon Yahudi cemiyetinin İttihad ve Terakki namındaki teşkilatına tabi ümera ve rical eline geçti" demektedir. Mevlanzade Rıfat Bey, Siyonistler Osmanlı'yı Nasıl Yıktı? Derin Tarih Dergisi, 15.sayı eki Haziran 2013. Kendisini II.Meşrutiyet öncesi uzun yıllar kalacağı Yemen'e sürgüne gönderdiği için Meşrutiyet'in ilanından sonra Abdülhamid'e küfür ve hakarette gazetesinin başka bir sürgün yazarı olan Hasan Fehmi ile adeta yarışa çıkan Mevlanzade'nin bu eserinin ek olarak verilmesi ümid ederiz, salt ilmi ve fikri mülahazaya müstenittir. Aksi takdirde karakter ve tıyneti malum birinden sırf İttihadçılara küfrediyor, iftira atıyor diye fayda ve medet ummak garip bir şey olur. (118-9)

-Kimi zaman rızai satışlar arazi sahibinin vasfı ve şahsiyeti sebebiyle daha da çarpıcı bir görünüm kazanmaktaydı. Misal olarak İngiliz muhibbi Osmanlı sadrazamlarından Kâmil Paşa'nın kıymetinin birkaç misli fiyat teklif edilmesi üzerine Filistin'de sahip olduğu çok büyük bir araziyi Yahudilere satmasını zikredebiliriz. Beyrut Valiliği tarafından 29 Ağustos 1902 tarihinde kaleme alınan belgedeki ifadeler şöyledir: "Musevilerin Filistin topraklarına karşı besledikleri gizli emellerin bir sonucu olarak dönümü 50 kuruş kıymetindeki araziyi mesela 150 kuruşa satın almakta olduğu aşikârdır. Aydın Valisi Kâmil Paşa'nın Hayfa'da vaktiyle 400.000 kuruşa aldığı araziyi 10.000 liraya satmak için hususi kâtibini göndermesi dahi bu husustaki rağbetin derecesini takdir için kâfidir." (180.dipnot/ Ömer Tellioğlu, Filistin'e Musevi Göçü ve Siyonizm (1880-1914), Kitabevi Yayınları, 2016 sf:159) Siyonistlere Filistin topraklarını bizatihi Arapların sattığı iddiası ise çok doğru görünmemektedir. Çünkü Siyonistlere karşı kimi zaman sert tedbirlerin alındığı Abdülhamid devrinde bile Araplara ait pek çok arazi Siyonist işgal ve tehdidiyle el değiştirmiş, Osmanlı memurları da çoğu kez rüşvet karşılığı bu duruma sessiz kalmışlardır. Bu arada Ziraat Bankası ya da tefecilerden borç alan ve arazilerini rehin eden Arapların, borçlarını ödeyememeleri üzerine bu araziler icraen satışa çıkarılmış ve hemen hepsini de Siyonistler almıştır. (121)

-Bir roman olarak güçlü karakter, şahsiyet tahlilleri ve insanoğlunun beşeri zaaflarını olanca sadeliğiyle anlatması ve mertliğe vurgu yapması bakımından kıymetli olduğu muhakkak olan Kemal Tahir'in Kurt Kanunu ne yazık ki roman vasfından çıkıp adeta tarihi bir vesika haline getirilmiştir. Bu romanın tarihi pek çok hakikati ihtiva ettiği, dönemin gazetelerine ve konuyla alakalı yazılmış eserlere atıfta bulunduğu vaki ise de Kara Kemal ve İTC ile aslı-astarı olmayan, saçmalık kabilinden şeyleri de içerdiği aşikârdır. (131)

-I.Dünya Harbi esnasındaki Alman etkisi de konjonktüreldi. Uluslararası dengede İngiltere ve Fransa İttihadçılara kucak açsaydı tercih başka türlü olabilirdi. Ancak İngiltere ve Rusya aradaki buzları eritmiş, Reval Toplantısından çok önce birlikte hareket etme kararı almıştır. Zaten Meşrutiyet de İngiltere ve Rusya arasında vaki Reval Toplantısında Makedonya için reform plan ce projelerini aşan bir özerklik kararı alınacağı endişesi, hatta vehmiyle ilan ettirilmişti. Eğer Reval Toplantısı vuku bulmasaydı İttihatçılar, kuvvetle muhtemel bölgenin tüm karışık yapısına rağmen harekete geçmek için biraz daha bekleyeceklerdi. Bugün için ortaya çıkmış olan vesikalardan anlaşılıyor ki, Reval Toplantısında İttihatçıları, bahusus Arnavutları vehme düşüren karar alınmadığı gibi bu manaya hamledilebilecek herhangi bir konu da görüşülmemiştir. Bu nedenle anayasa ve kamu hukukçularının İttihadçıların "kanun-i esasi, parlamento, hürriyet" gibi mülahazalarla harekete geçtikleri iddiaları da ibret vesikaları olmalıdır. İttihatçıların hükümete ve parlamentoya hakim olduktan sonra yaptıkları anayasa değişikliklerini hayretle karşılayan, sükut-ı hayale uğrayan ve diktatörlük edebiyatı yapan bu isimler ister istemez açmaza düşeceklerdi; çünkü Meşturiyetin ilan edilmesindeki temel gerekçeyi atlamışlar, ne yaptılarsa hep "devleti kurtarmak" düşüncesiyle hareket etmiş olanları "özgürlük havarileri" olarak görmek istemişlerdi. (137)

-Osmanlı ordusu, ne istediğini bilen ordulara karşı ne istediğini, niye savaştığını bilmeyen, beklentisi olmayan bir ordu olarak harp etmiştir. Balkan Harbi hezimeti normal şartlarda hangi hükümet iş başında olursa olsun yaşanmaması gereken bir hezimetti. Ancak Manastır'da dağa çıkan Arnavut subayların ve İstanbul'daki Halaskar Zabitan grubunun baskılarıyla İttihadçı hükümetin devrilmesi talihsizlik olmuştur. İttihadçı kabine iş başında kalsa netice daha farklı olabilirdi. İşbaşına gelen İttihadçı muhalifi kabinenin 93 Harbi kahramanı ve gazisi olan Sadrazam Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın ciddi sayıda askeri, yerlerine yenisini almadan terhis etmesi ağır bir hata olmuştur. Savaş idaresi biraz da işbaşında hükümetin dirayetine göre şekil alır. Muhtar Paşa ve Kamil Paşa kabinelerini temize çıkarmak, tüm suçu muhtırayla işbaşından uzaklaştırılmış ve takibe maruz kalmış İttihadçılara havale etmek herhalde dürüstlük olmasa gerektir. (143)

-Osmanlı Devleti, daha sonraları bu harpten ders çıkardığı ve bu dersi bir daha unutmadığı için haksız ithamlara maruz kalmıştır. Artık bir yerin kaybı, sadece toprak kaybı manasına gelmiyordu; kaybedilen yerlerdeki Müslüman ahalinin de yok edilmesi manasına geliyordu. Bu sebeple Balkan Harbi, artık elde kalan toprakların değil, milletin de muhafazası lüzumunu icbar etti. Eli kanlı katiller olarak haksız şekilde itham edilen İttihadçıların yaptığı tek şey, bu gerçeği akıllarından çıkarmamalarıydı. Onlar böylelikle geçmişte iyi niyetli olarak işledikleri günahlarının da bir kısmının kefaretini ödemiş oldular. (149)

-Balkan Harbi neticesinde sadece Rumeli elimizden çıksa, ama Müslüman nüfus katliama ve tehcire maruz kalmasaydı ne Batı Anadolu merkezli Rum ne de Doğu Anadolu merkezli Ermeni Tehciri vuku bulurdu. (152)

-Meseleye hakkıyla vakıf olmayanlarca, bütün darbeler İttihadçılar ve İttihadçılıkla özdeşleştirildiği için maalesef Cumhuriyet dönemi darbeleri de yanlış bir şekilde hep "İttihadçı darbe geleneği" klişesiyle kıyas ve izah edilmiştir. Hâlbuki darbecilikte öncelik, İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne muhalif Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile Halaskar Zabitan isimli subay grubuna aittir. (165)

-Halaskar Zabitan isimli subay grubunun tehdit, müdahale ve muhtıralarını takip eden gelişmeler neticesi önce İttihadçı Said Paşa kabinesi istifa etmiş, sonra da çoğunluğunun İttihadçıların teşkil ettiği Meclis-i Mebusan feshedilmiştir. Bu buhranlı dönemi bir felaket takip etmiş, birkaç ay sonra Balkan Harbi başlamış, uğruna Meşrutiyet'in ilan ettirildiği, meclisin açtırıldığı ve Osmanlı Devleti'nin kalbi sayılan Rumeli, iki hafta gibi bir sürede kaybedilmiştir. Şayet İttihad ve Terakki bir darbeyle hükümetten indirilmeseydi Balkan Harbi'nde mağlup olunsa bile muhtemelen netice bu kadar ağır olmayacaktı. (166-7)

-Goben/Yavuz aslında Türk Milletinin ve memleketinin bekasında kıymeti bihakkın takdir edilememiş bir vazife ve misyon ifa etmiş, (303.dipnot/ "Çanakkale'ye İngiliz ve Fransızların debarkman yaptıkları sıralarda birkaç Rus kolordusunun da İstanbul sahillerine çıkarılmasına mâni olan ancak Yavuz'un mevcudiyeti değil midir?...Eğer Alman gemileri gelmeseydi Osmanlı devleti, itilaf devletlerinin emrine boyun eğmeye mecbur olacaktı." Kazım Karabekir, I.Dünya Savaşı Anıları, sf:56) buna mukabil Türk milleti de kalbi teşekkür ve minnetini ifade için birkaç türkü yakmayı kâfi görmüştür. (182-3)

-Cihad fetvasının hiçbir işe yaramadığı ve İtilaf devletleri saflarında yer alan Müslüman askerlerin bize karşı savaştıkları iddiası, Hilafetin ilgasını mazur ve meşru göstermek için de en fazla dillendirilen argümanlardan birisi olmuştur. Bu iddianın Kemalist tarih edebiyatında mühim bir mevki işgal ettiği ve dogma şeklinde kabul gördüğü de bir gerçektir. Hint ve Afrika Müslümanları cihad fetvası üzerine birkaç yerde faaliyet göstermeye, isyan çıkarmaya çalışmış ancak İngiliz ve Fransızlar tarafından kimi yerde çok kanlı ve vahşi şekilde bastırılmışlardır. Sömürge Müslümanlarının o esnada etkili bir isyanı başlatıp neticeye ulaştıracak hiçbir maddi altyapı ve hazırlıklarının olmadığı da söylenmelidir. İngiliz ve Fransız birlikleri yalın ayaklı bu Müslümanların üzerine birkaç makineli tüfekli birlik göndererek ortalığı kan deryasına çevirebiliyordu. Bu Müslümanların bağımsız olmadıkları, uzun müddettir sömürge devletlerinin baskısı altında bulundukları, dış dünyadan haber alma kaynak ve imkanlarından mahrum olduklarını da dikkate almak gerekir. Nasıl ki "Cihad'ın ilanı tehdidi, fiilen ilanından daha tesirli bir silah" idi ise ilandan sonra da ilanın er veya geç makes bulma ihtimali de ilan ağırlığında bir silahtı. Bu sebepledir ki bilhassa İngilizler, ilanın tesirini en aza indirmek için tüm harp müddetince karşı-propaganda faaliyetlerine ara vermeden devam etmişlerdir. Kanaatimizce hiçbir Hintli, hiçbir Afrikalı Müslüman bile isteye halifenin askerlerine kurşun sıkmamıştır. (186-7)

-Osmanlı Devleti tehcire herhangi bir zamanda değil, Balkan Harbi faciası yaşandıktan ama bilhassa Şubat 1914’te imzalanan Yeniköy Anlaşması’ndan çok kısa bir süre sonra vuku bulan bir dünya harbinde ve Ermeni tahriki karşısında karar vermiştir. Bir an için Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak gerçekleştiremediği düşünüldüğünde Ermenilerin Rusya safında yer alarak harp içinde arzuladıkları neticeyi elde edip edemeyecekleri, buna uygun faaliyette bulunup bulunmayacakları aslında tüm sorunun cevabını da ihtiva etmektedir. (201)

-1915 Ermeni Tehciri’ne kadar kendilerinden menfi surette bahsedilen Müslüman etnik unsurlar arasında Kürtler açık arayla ilk sırada, Çerkesler ikinci sırada ve etnik Türkler de üçüncü sırada yer almaktadır. Gürcülerden sadece tehcire temas eden hadiselerde zikredilmektedir. Araplar tehcire kadar dikkate bile alınamayacak bir oranda bahse konu olmuşlar, ancak tehcir esnasında bilhassa Suriye hudutlarında bazı feci hadiselerle birlikte anılmışlardır. (214)

-Bugün başta Talat Paşa olmak üzer, İttihadçılara ağız dolusu söven sol liberaller, onlardan aferin ve entelektüel paye almak gayretiyle ağız ve işbirliğine girişen bazı muhafazakâr ve dindarlar hele de Kürtler bu topraklardaki bekalarını önce Allah’a sonra da İttihadçılara borçludurlar. Onlar hiç kimseyi “yok etmek” kastıyla hareket etmediler, yok edilmek istenilen bir milleti korumak için tehcire müracaat ettiler. (222)

-Talat Paşa, şeftir, reistir; ancak İttihadçıların Küçük Efendisi Kara Kemal de az adam değildir; Talat ülkeyi, o da İstanbul’u idare etmiştir; bazen, İstanbul’u idare etmek, tekmil memleketi idare etmekten daha müşkildir, daha mühimdir; İttihad ve Terakki’nin İstanbul murahhası, cemiyetin katib-i umumisi’nden daha az ehemmiyeti haiz bir pozisyonda değildir. (226)

-Kara Kemal’in yerli-yabancı gayrimüslim tüccara karşı kayırdığı Müslüman esnaf için yani bakkallar, kayıkçılar, fırıncılar, hamallar için yakın zamana kadar “ayak takımı” tabiri kullanılıyordu. (360.dipnot/ Falih Rıfkı, ”Birinci Dünya Savaşı’nda kendisi on kuruş kazanmadan birkaç milyoner yaratmıştı. Eski fedailer arasından!” derken sapla samanı karıştırmaktadır. / Batış Yılları, Dünya yayınları, 1963 basım, sf:72) Türk köylüsü, çiftçisi, esnafı İTC devrine kadar yerli ve yabancı gayrimüslim tüccarın sömürdüğü zavallı diye gördüğü insanlardı. Ancak kısa müddet zarfında İTC bu sömürüyü nihayete erdirdi. “Müslüman” kimliğinin haricinde muhafazakar-dindar vasfına hiç vurgu yapılmayan bu insanlar aslında Kara Kemal’in de tercih ve inancını ifade etmekteydi. Kara Kemal’in idaresindeki şirketlere hem Damad Ferid Hükümeti (361.dipnot/ Galip Kemali Söylemezoğlu bu hususta şunları yazmaktadır: “Damat Ferit Paşa’nın güya İttihatçıları tekrar iş başına gelmekten menetmek maksadile harp esnasında teşekkül etmiş ne kadar milli şirketler varsa –Donanma Cemiyetine kadar- hepsini tasfiye ettirmiş olması hep İngilizlerin el altından çevirdikleri dolaplar neticesi idi.” Başımıza Gelenler Yakın Bir Mazinin Hatıraları Mondrostan-Mudanyaya 1918-1922, İstanbul: Kanaat Kitabevi, 1939, sf:38-9) hem de bilahare Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından el konulmasıyla dindar-muhafazakâr insanların içtimai, siyasi, iktisadi hayattan dışlanması aşağı-yukarı aynı şeydi. Bu meyanda Dersaadet Ticaret Odasından başka bir surette teessüs ve istihale eden ve esasen muhafazakâr ve mütedeyyin esnafın temerküz ettiği Odalar ve Borsalar Birliği bile Kara Kemal’in eseridir denilse sezadır.(228-229)

-“Kemalistler” doğrudur, birkaç isim istisna edilirse yüzlerce insanı suikastle öldürmediler; onlar bu işi hukuku, mahkemeleri kullanarak hallettiler. Dr. Nazım’ın, idamında Mustafa Kemal’e “Gazoz Paşa”, “Küçük Napolyon” (374.dipnot / Lord Kinross, Atatürk Bir Milletin Doğuşu, Çev: Ayhan Tezel, Sander Kitabevi 1970, sf:655) demesinin etkili olduğu iddia edilmektedir. Bu durumda işbaşındayken dahi sabahtan akşama kadar küfür yiyen ve bunların çoğuna gülüp geçen Talat Paşa’nın habire adam astırması gerekirdi. İstiklal Mahkemesi gerektiğinde Milli Mücadele’nin insan ve silah kaynağı olan Karakol’un Kara Kemal’le birlikte müessisi olan Kara Vasıf’ı bile asmayı düşünecek kadar gözünü karartmış insanlardan teşekkül etmişti. (237)

-Muhafazakâr-mütedeyyin çevrenin Kara Kemal’e nispeten sert ve menfi bakışını değil Kemal Tahir, akrabası Necip Fazıl bile çok yumuşatamamış gibidir. Malum olduğu veçhile İTC ve İttihadçılara kimi zaman bühtan telakki edilebilecek isnad ve ithamlarda bulunan Necip Fazıl’ın, dindarlığından dolayı Enver Paşa’dan, namusundan dolayı Talat Paşa’dan ve bilhassa akrabası olduğu için de Kara Kemal’den tahkir lafızları kullanmadan bahsettiğine de tesadüf edilir. Ancak kendi beyanına göre dayısı da İttihadçı olan Necip Fazıl’ın Kara Kemal’i iki mühim hadisede şahit olarak gösterir. Bunlar Ulu Hakan II.Abdülhamid Han kitabında yer alan “Bir Sahne” başlıklı bölümde anlatılanlardır. (Bkz: Büyük Doğu Yayınları, 1981 basım, sf:645-646) (239)

-Mustafa Kemal’in İttihadçılığı müsellemse de mahiyeti ve derecesi meşkûktür. Ancak gerek kendi gerekse de Kemalist tarihçiler ihtiyaç hasıl olduğunda kimi zaman mübalağaya varan iddialarda bulunabilmektedir. İşin daha da garibi, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin tesisi ve 1908 İnkılabı’nın sahipliği bile kendisine izafe edilmektedir. İTC’yi kuran odur, Meşrutiyet’in ilanı onun eseridir, 31 Mart Vak’ası haber alınır alınmaz Selanik’te “Hareket Ordusu” aklını veren ve Meşrutiyet’i kurtaran odur. (380.dipnot/ Mustafa Kemal’in en yakınlarından, Mustafa Kemal merkezli yakın dönem resmi tarih yazımının en mühim isimlerinden biri ve Kamil Paşa’nın torunu olan, İTC ve İttihadçılardan bahsettiği hemen her kitap ve makalesinde –bilhassa darbenin beyni telakki ettiği Talat ve Enver Beylere hakaret ve iftirada pervasızlaşarak- dedesine yapılan ve Osmanlı-Türk darbe tarihinin tek mazur görülebilecek darbesi olan 23 Ocak 1913 Bab-ı Ali darbesinin intikamını alma gayesini güden Yusuf Hikmet Bayur, 31 Mart Vak’asına da ölçüsüz yaklaşmakta, gerçek dışılığın, en azından mübalağanın şahikalarında dolanmaktadır: ”Kendi anlayışsızlık ve yanlış tedbirleri üzerine patlayan ayaklanma karşısında İttihat ve Terakki şaşalamıştı. Mustafa Kemal’in soğukkanlılığı, keskin görüş ve azmi olmasaydı irticaın bastırılması çok uzayabilir ve devlet temelinden sarsılabilirdi.” Yusuf Hikmet Bayur, “İkinci Meşrutiyet Devri Üzerine Bazı Mülahazalar”, Belleten, 1959, Cilt: XXIII, S:90. Yusuf Hikmet Bayur’un en ağır itham ve tahkirleri Talat Paşa ile Enver Paşa’ya tevcih etmesinin temel sebebi bizce onun Kamil Paşa’nın torunu ve Mustafa Kemal’in de maiyetinde bulunmuş oluşudur. Enver Paşa, Bayur’a göre bir komutan olarak “hiç”tir.) Bu iddiaların doğru olmadığı ne yazık ki, Mustafa Kemal hayattayken dile getirilememiş, hatıralarda ya da hafızalarda kalmıştır. (242-43)

-Enver Bey ile birlikte İTC’nin Manastır Şubesi’nin kurucusu olan Kazım Karabekir’in şu ifadeleri zaten tartışmanın anlamsızlığını ortaya koymaktadır: “Selanik’te kurulan ve Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adıyla faaliyete geçen cemiyetin kuruluşunda Mustafa Kemal Bey’in hiçbir tesiri yoktur. Onun Selanik’e gelişi bu cemiyetin faaliyete başlamasından sonradır. Cemiyete girişi ise İttihat ve Terakki namını aldıktan hayli zaman sonradır. Bu hakikati henüz bir kısmı sağ olan cemiyetin kurucularından da öğrenmek mümkündür.” (391.dipnot/Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası, Emre yayınları, 2005, sf:62) Mustafa Kemal’in İttihadçılığı vadisinde Enver Behnan Şapolyo’nun yazdıkları da şöyledir: Şapolya’ya göre Mustafa Kemal Şam’da kurulmuş olan Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ne dahil ve cemiyetin Selanik’te de bir şubesini tesis etmek istemiştir. Şapolyo’ya göre Selanik’te şubesi kurulan Vatan ve Hürriyet ile merkezi burası olan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ayrı ayrı örgütlerdir. 1907’de Selanik’e tayin olduktan sonra “Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki’yi, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin bir istihalesi zannederek onların arasına karışmıştı. Fakat tahlif edilince yeni bir cemiyete girdiğini anlamıştı. Bunu ömrünün sonuna kadar affedememiştir. Ankara’da iken merhum Hakkı Baha anlatırdı. Bu sebeple İttihat ve Terakki’ye ısınamamış, onların icraatlarını mütemadiyen tenkit etmiştir. Bir türlü İttihatçılarla kaynaşamamıştır. En çok kıskandığı ve onun gibi olmak istediği Enver Paşa idi.”(392.dipnot/ Enver Behnan Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, İstanbul: Rafet Zaimler Yayınevi, 1958, sf:66-92) (247-8)

-Deli Halid Paşa, tartışmasız bir kahraman, aynı zamanda çok asabi, ayrıca saf ve kullanılmaya elverişli biriydi. Milletvekili olduğu dönemde sırf vazifesinin icabınca hareket ettiği için Meclis’te Halil(Ülgen) isimli bir zabıt kâtibini Başkâtip Recep (Peker) Bey’in odasına götürerek dövmüş, kan revan içinde bırakmış, bu durumu gören Mahir İz’in, savcılığa şikâyette bulunması için tavsiye ve ısrarı, ayrıca diğer memurların da istifa edeceklerini bildirmeleri üzerine Halil Bey savcılığa şikâyette bulunmuş, şikâyetin işleme alınması ve meclise tezkerenin gelmesi üzerine de bazı mebusların devreye girmesiyle mesele kapatılmıştır. (422.dipnot/ Mahir İz, Yılların İzi, Kitabevi yayınları, 2000 basım, sf:131-132) (265)

-Deli Halid Paşa’nın ölümü de hazindir. Paşa kendisini Rize Mebusu Rauf’un vurduğunu ifade etmiş, Kel Ali ise meşru müdafaada bulunarak kendisinin vurduğunu iddia etmiş, şahitler de bu yönde ifade vermiş ve müddei-i umumilik (savcılık) men-i muhakeme (yargılamaya gerek olmadığı) kararı vermiştir. Hemen tüm kaynaklarda Deli Halid Paşa’nın hadden aşırı asabi olduğu, birçok kaynakta da olay esnasında paşanın da silah kullandığı ifade edilmektedir. (424.dipnot/ Feridun Kandemir, Cumhuriyet Devrinde Siyasi Cinayetler, Ekicigil Matbaası, 1955. Sf:58-93) Deli Halid’in katlinde medhaldar olan Osmaniye mebusu Topçu İhsan ver Avni, Kozan mebusu Ali Saip, Bozok mebusu Salih, Rize mebusu Rauf, Kılıç Ali ve Afyon mebusu Kel Ali, “kabadayılar grubu” halinde mecliste silahla dolaşan, “Halk Partisinin köktencileri”dir. (425.dipnot/Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, İş Bankası Yayınları, 2007, sf:107-108. Rauf Orbay, Mustafa Kemal’in silahşorları hakkında şunları ifade etmektedir: “İkinci Grup adına Kara Vasıf Bey’le bazı arkadaşları Rauf Bey’e gelerek, Mustafa Kemal Paşa adına, katiyen kendi haberi olmadan hareket eden bazı silahşor tanınmış mebusların, hükümeti ve dolayısıyla bizzat Mustafa Kemal Paşa’yı halk nazarında küçültecek derecede yaptıkları taşkınlıklarla münasebetsiz hareketlerden şikayet ederken; “Bir yerde güzel bir kız, güzel bir çocuk gördüler mi, sürükleyip götürüyorlar. İşi bu dereceye vardırdılar. Size gelmeden evvel kedilerine bu gibi çirkin hareketlerden kaçınmaları için münasip şekilde söyledik. Aldığımız cevap: ‘Erbab-ı zekaya arız olan hastalıktır. Vazgeçilmez’ oldu. Bunu birkaç arkadaş arasında yüzümüze karşı, hem de gülerek söyleyen Topçu İhsan Bey’le nerede ise dövüşüyorduk.” Kandemir, Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, Sinan Matbaası, 1965, sf:63-64) Kanaatimizce Deli Halid Paşa’nın katli –katil ister Rize mebusu Rauf, isterse de Kel Ali olsun- taraflarının hepsini eski İttihadçı, hatta Teşkilat-ı Mahsusacı komitacı siyasilerin teşkil ettiği adi bir cinayettir ve illet derecesinde asabiyete musab olan Deli Halid’in teskin ve kontrol edemediği tehevvürü bu elim hadiseye sebebiyet vermiş, komitacılık ve kabadayılıkla maruf bir grup da cinayet işlemekten çekinmemiştir. (270-271)

-Kâhya Yahya'nın katli ile Enver Meselesi'nin tamamen kapanacağı düşünülmüş bu sebeple İsmail Hakkı Tekçe ile Topal Osman'ın iki adamı gizlice Trabzon'a gönderilmiş ve neticede Kâhya Yahya ve otomobilindeki misafir pusuya düşürülerek katledilmişlerdir. Failler yakalanamamıştır. Kazım Karabekir'in Millî Mücadele esnasında anlaşılmaz bir şekilde cephe aldığı eski arkadaşı Enver Paşa'yı destekleyen Trabzonlularla, bilhassa da Kâhya Yahya ile mücadele etsin diye Trabzon'a 13.Fırka Kumandanı olarak tayin ettirdiği Sami Sabit Karaman da gerçek katili bilmesine rağmen söylemediği ve failler arasında Topal Osman'ın adamları da yer aldığı için fatura da yanlış olarak Topal Osman'a ve Fırka Kumandanı Sami Sabit Bey'e kesilmişti. Kabul etmek lazımdır ki Kazım Karabekir, çok büyük bir kahramandır; Millî Mücadele'nin olmazsa olmaz bir lideridir. Ancak hem Kâhya Yahya'nın hem de Ali Şükrü Bey'in katlinde kendisinin de çok az da olsa günahı mevcuttur. Bilhassa İskele/Kayıkçılar Kahyası Yahya'nın katlinde müdahil değil ama amildir; çünkü Yahya Kahya'nın Enver Paşa'ya bağlılığını inanılmayacak bir şekilde mübalağa etmiş, onun Trabzon'daki ağırlığının izalesiyle Trabzon ve Karadeniz sahilinin Enver Paşa ve İttihadçılık "tehlikesi"nden kurtulacağına inanmıştır. Karabekir, Enver Paşa'nın memlekete gireceği, ikilik çıkaracağı ve bunun da Millî Mücadele'ye zarar vereceği korkusunu bir takıntı haline getirmiş; Enver Paşa ile eski ve samimi arkadaşlığı da vehmini körüklemiştir. (274)

-Karabekir'in Ankara'ya kötülediği birçok ismin İstiklal Mahkemesi'nde idam cezası almasında bu kötülemeler gerekçe yapılmamışsa bile dikkatten de kaçırılmamıştır. Karabekir, artık hem İttihadçı ve İttihadçılarla alakasının olmadığını ispatlamak hem de Mustafa Kemal'in ardından ikinci adam olabilmek, bu şekilde anlamak ve kabul edilmek için İttihadçıları Mustafa Kemal'e gammazlamak ve onun İttihadçı alerjisini tahrik için elinden geleni ardına koymamıştır. (275)

-Her ne kadar Ali Şükrü Bey'in ağzından net bir şekilde İttihadçı olduğuna dair herhangi bir beyanın sadır olduğuna dair birincil bir vesikaya sahip değilsek de istidlalen onun İttihadçı olduğuna hükmedebilmekteyiz. Trabzon meselesi mevzubahis olduğunda İttihadçılık ile Envercilik eşanlamlıdır. Onun İttihadçı veya Enverci olduğunu iddia eden bazı kaynaklar bunu herhangi bir vesikaya istinat ettirme lüzumu duymamaktadırlar. (283)

-Hastahane odasında ölmeden önceki son yazısını Mustafa Kemal ve laikliğe hasr ve tahsis edecek derecede Kemalist ve laik bir hukuk ordinaryüsü olan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, genç bir meclis memuru olarak bulunduğu BMM'deki vir sahneyi şu şekilde anlatıyor: "Ali Şükrü Bey'i öldürülmesi üzerine Hüseyin Avni Bey'in Meclis Genel Kurulu'nda yaptığı konuşma çok ünlüdür. O gün bu konuşmayı başından sonuna değin ayakta dinledim. Sözleri arasında şu tümce de vardı: "Ali Şükrü'yü öldüren bilekleri kıracağız; o bilekler isterse sırmalı paşa bilekleri olsun." Hiç unutmadığım bu sözleri herhalde daha sonra Meclis tutanak dergilerinden çıkartmış olacak ki orada yerini bulamadım." (465.dipnot/ Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, İlk Meclis, İstanbul: Çağdaş Yayınları, 1990. sf:129) (289)

-Milli Mücadele'nin 1919-1922 evresi ve Cumhuriyet dönemi komitacılığının yok farz edilerek salt İttihadçılığın komitacılıkla anılması artık tarihe intikal etmiş İttihadçılığın en büyük talihsizliklerinden biri olmuştur. Oysa revolverle yapılan komitacılık, mahkeme hükmü ile yapılan komitacılıktan daha ağır değildir. Komitacılığı, hatta silahşorluğu müsellem Kel Ali ve Kılıç Ali'nin İstiklal Mahkemeleri'nde kendi arkadaşlarına yaptığı komitacılık; kalemle, mahkeme hükmü ile yapılan, ancak revolverle yapılandan daha ağır bir komitacılıktı. Unutulmamalıdır ki, Kel Ali, Topçu İhsan ve Kılıç Ali gibi İTC'nin silahşorları/fedaileri yeni dönemde de bellerinden tabancalarını hiçbir zaman eksik etmemişler, Meclis'te zaman zaman terör estirmişler, ancak asıl mühimi de İstiklal Mahkemeleri'nde komitacılığı ve fedailiği daha rafine şekilde, bu defa ellerine kalem alarak, yani icraatlarını imzalarının olduğu mahkeme hükmü şeklinde yapmışlardır. (305-6)

-Bir hatıratın bir anekdotun tenkid ve diğer kaynaklarla mukayese edilmeden kabulü ilmi bir tavır olmadığı gibi bunlara bigane kalmak da doğru değildir. Bu anekdotları doğrulamak için daha fazla anekdota ve kaynağa ihtiyaç olduğu muhakkaktır. Ancak en azından Mustafa Kemal'in Anadolu'ya devlet içinde hala etkili ve yetkili olan ve bir şekilde İttihadçılıkla ilişkili bir ekip tarafından bilinçli ve planlı olarak gönderildiği her türlü şüpheden azadedir. Fazlullah Moral'ın hatıratını (bkz:Cem Vehbi Aşkun, Sivas Kongresi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, 1963)dikkate alırsak, Mustafa Kemal, dini hisleri kuvvetli delegeler üzerinde bir tesir meydana getirebilmek için Anadolu'ya gönderilişinin esas hissesini padişaha ayırmış olabilir. (316)

-İtilaf işgal devletleri yetkilileriyle ilişkiler yanında, manda tartışmalarının en yoğun dönemde İstanbul'da, himaye ve mandaya karşı tam bağımsızlık fikrini savunan Uluslararası Hukuk Profesörü ve Hukuk Fakültesi Dekanı Ahmed Selahaddin Bey, "1920'de 42 yaşında öldüğü zaman Vahdettin, Ahmet Bey'in Fatih Külliyesi'ndeki Saltanat Aile Mezarlığına gömülmesini emrederek, onu beklenmedik bir şekilde onurlandırıyordu" da. (538.dipnot/Bilge Criss, İşgal Altında İstanbul 1918-1923, İletişim yay, 1993, sf:89-90. Haldun Taner, Sıddık Sami Onar'ın kendisine Vahdettin'in topladığı Saltanat Şurası'na üniversite temsilcisi olarak davet edilen babası Ahmed Selahaddin Bey'in ilk sözü alarak "Artık Şura-yı Saltanat toplamanın zamanı çoktan geçmiştir. Artık devir Şura-yı Millet toplama devridir" dediğini, ancak vefat edince ailesi onu Üsküdar'a defnetmeye hazırlanırken Vahdeddin'in, ölüm haberini alınca Ahmed Selahaddin Bey için "Çok yazık oldu, çok hamiyetli, vatanperver bir hoca idi" dediğini, "Fatih Külliyesine, ceddimin yanına defnedilsin" diye irade ettiğini ve oraya defnedildiğini anlattığını yazmaktadır. Haldun Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, Cem yayınları, 1983, sf:134. Ahmed Selahaddin Bey, Osmanlı Devleti'nin I.Dünya Harbi'ne girişini de haklı bulmaktaydı. Seha Lütfi Meray, Ahmed Selahaddin Bey'in Siyasi ve Hukuki Tetebbular unvanlı kitabını sadeleştirme adı altında perişan etmiştir. Ahmed Selahaddin Bey, dindar, namuslu, İttihadçı değilse bile onlara sövmeyen, kendisini Türk olarak tavsif ve takdim eden Gürcü kökenli bir hukuk profesörüdür. Haldun Taner'in babasıdır. Merhumun vefatından sonra kitaplaştırılan yazılarının sadeleştirilmesi kanaatimizce en çok dini hissiyatının anlaşılmasını da zorlaştırmıştır. Çünkü kullandığı dini tabirler, öztürkçe adı altında sadeleştirilirken kuvvet ve vurgularını kaybetmiştir. Manda ve himayeye karşı çıkışı Osmanlı Mecclis-i Mebusanına seçilmesine vesile olmuştur. Bkz: Seha Meray, Lozan'ın Bir Öncüsü Prof. Ahmet Selahattin Bey 1878-1920, TTK Yayınları, 1976) (322-3)

-Bugün artık kabul edilen gerçek şudur ki, Milli Mücadele, İttihadçı kadroların eseri ve başarısıdır. (574.dipnot/ Milli Mücadele'nin Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkmasından evvel başladığı, belli bir aşamaya geldiği hususu da artık ciddi ve ilmi hiçbir çalışmada inkar edilmemektedir. Mustafa Kemal'in Nutuk'ta Milli Mücadele'yi Samsun'a ayak bastığı tarihte başlatması ve ayaklanan birkaç yerel gruptan başkasının olmadığını söylemesi bugün için tenkit edilmektedir. Bu konuda Zürcher'in ifadeleri anlamlıdır: "...Bu durum, gerçeği bir kaç noktadan çarpıtmaktadır. Bölgesel direniş hareketleri, muhtemelen Atatürk'ün Anadolu'ya çıkışını da sağlamış olan İttihat ve Terakki tarafından kurulmuş ve yönetilmekte olan merkezi bir organizasyonun ürünü olup Atatürk katıldığında direniş altı aydır devam etmekteydi. Atatürk, bu nitelikli direniş grubunu, kendi teşkilatının başına geçmeye çalışan bir alay gaspçı olarak resmediyor. Gerçekte ise Atatürk, onların kurdukları teşkilatları yavaş yavaş kendi eline geçirecekti. Bkz. Zürcher, Savaş Devrim ve Uluslaşma-Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908-1928),sf:11. En ağır Nutuk eleştirisi Kazım Karabekir'e aittir. Kapsamlı ve yeni bir Nutuk eleştirisi için bkz. Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, 2008) (335-6)

-Milli Mücadele esas itibariyle bir Türk-Yunan harbidir diyenler yanlış bir şey söylememektedirler. Fakat ateşkes anlaşmasının hükümleri gereği bu mücadelenin kolay olmadığı da bir gerçektir ama yine de Milli Mücadele, I.Dünya Harbi ağırlığında bir savaş değildir. Mesela bir Çanakkale Destanı, kelimenin tam manasıyla tarihi bir başarıdır ve zaten bunun için de Kemalist tarih yazıcılığında Milli Mücadele1nin bağlandığı, ilişkilendirildiği tek hadisedir. Sebebi basittir: Güya İttihadçılar, imparatorluğu gereksiz yere savaşa sokmuşlar, yüz binlerce vatan evladının şehit olmasına sebep olmuşlar ve devasa toprakları kaybetmişlerdir; yine de bu harp esnasında bazı kahramanlıklar olmuştur. Çanakkale bunların en kayda değeridir ve yedi düvele karşı başarı kazanılmıştır. (590.dipnot/ Gariptir, 'yedi düvel' metaforunu daha evvel Ziya Gökalp 'yedi çar' şeklinde Enver Paşa için kullanmıştır. Gökalp'e göre Enver Paşa, 'yedi çar'a meydan okuyan bir kahramandır.) İşte bu başarının mimarı Mustafa Kemal'dir. Oysa Mustafa Kemal'in bu başarıdaki katkısı kabil-i inkar olmamakla birlikte destansı boyutta da değildir. Son yıllarda az da olsa bir gelişmeye tesadüf edilmekle birlikte Çanakkale başarısında katkısı olan birçok komutanın ısrarla görmezden gelinmesi Kemalist tarih yazıcılarının bilinçli bir tercihidir. Eğer Mustafa Kemal, Çanakkale yerine mesela bir dönem bayram olarak da kutlanan Kutulamare'deki başarının komutanı olsaydı Halil Paşa'dan esirgenen kahramanlıklar/övgüler kendisinden esirgenmeyecekti. Çanakkale'nin önemi Anadolu sınırları içinde olması ve elde kalmasıydı. (343-4)

-İttihadçı liderlerin Milli Mücadele'de "siyasi" ağırlığının bulunmayacağı baştan belliydi. Çünkü hem lider kadrosunun çoğu yurtdışına çıkmak mecburiyetinde kalmış hem de ülkede kalanlar mevcut durum gereği siyasi bir varlık gösterememişlerdir. Her şeyden önce İttihadçıların savaş suçlusu olarak yargılanacakları kesindi; yargılanmasalar bile işbaşında kalma şansına sahip değillerdi. Kendileri, işbaşında kalırlarsa mütareke şartlarının daha ağır olacağını bilmekte(597.dipnot/Mütarekeden sonra muhaliflerin en büyük propagandası İttihadçı liderler ve meşhurlar tecziye ve takip edilirse memleket ve milletin kurtulacağı idi.) ancak yine de ülkeden kaçarken tedbir için mütarekeyi güvendikleri bir hükümetin imzalamasını istemekteydiler. Bunun dışında Ermeni Tehciri sebebiyle de sıkıntıya gireceklerini çok iyi bilmekteydiler. Her hal ve şartta İttihadçı liderlerin ve üst düzey kadronun siyasi görünürlüklerinin çok yüksek olması pek mümkün değildi. (598.dipnot/ Halide Edip Adıvar bile, 10 Ağustos 1919’da Mustafa Kemal ve Rauf Bey’i Amerikan mandasına ikna için yazdığı mektupta “Çok tehlikeli anlar geçiriyoruz. Anadolu’daki hareketleri dikkat ve muhabbetle takip eden bir Amerika var. İstanbul Hükümeti ve İngilizler bunun, Hristiyanları öldürmek, İttihatçıları getirmek için bir hareket olduğunu Amerika’ya telkine elbirliğiyle çalışıyorlar” demekteydi. Orbay, Cehennem Değirmeni, 1.cilt, Emre Yayınları, 2000, sf:254) Bu sebeple Mustafa Kemal, muhalifliği bilinse de geçmişte İttihadçılığı müsellem ve harbe giriş sebebiyle suçlanamayacak biri olduğu için hemen hemen tüm İttihadçı kadroların üzerinde mecburen ittifak ettiği bir isim olmuştur. (599.dipnot/Zürcher, “Mustafa Kemal’in 1.Dünya Harbi esnasında herhangi bir siyasi vasfının olmaması onun harp sonrası için en büyük avantajı olmuştu. İttihadçılar –Milli Mücadele liderliği için- İTC’nin harp siyasetiyle doğrudan bir alaka ve irtibatı olmayan askeri başarıyla temayüz etmiş İttihadçı ve milliyetçi bir kumandan aradıklarında onu buldular. Onun siyasi feraseti ve taktik zekası yanında İTC’nin lider kadrosunun yurtdışına çıkmış ya da İngilizlerce tutuklanmış olması da onu tartışmasız bir lider haline getirmişti.”demektedir. Zürcher, The Youngs Türk Legacy and Nation Building From the Ottoman Empirte to Atatürk’s Turkey, sf:135) Mustafa Kemal’in farklılığı, özelliği, silahlı mücadeleyi yürütürken belli bir noktadan sonra eşzamanlı olarak siyasi mücadeleyi de yürütecek kararlılıkta olmasıydı. Çok geçmeden anlaşıldığı üzere Mustafa Kemal’in silahlı mücadele görünümündeki bazı karar ve tercihleri siyasi mücadele kategorisindeydi. (601.dipnot/ Zürcher’in Mustafa Kemal’in Nutuk’ta Milli Mücadele’nin başlangıcından itibaren yeni bir devlet fikrinin geliştiği şeklindeki ifadelerine yönelttiği tenkit şöyledir: “Hareket üyelerinin büyük bir çoğunluğu, şüphesiz Allah, padişah ve vatan için çarpıştıklarını düşünüyorlardı. Sakarya’daki son zafer ertesinde dağıtılan savaş madalyalarının Osmanlı madalyaları olmaları ve padişahın doğum gününün tüm Kurtuluş Savaşı süresince Ankara’da kutlanması bu bağlamda çok anlamlıdır. Atatürk’ün daha işin başında yeni bir devlet kurmayı hedeflediğine dair elimizde hiçbir kanıt bulunmamaktadır.” Zürcher, Savaş Devrim ve Uluslaşma-Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908-1928), sf:12. Zürcher’in Mustafa Kemal’i hafife almadığını bildiğimiz için bu satırlarını bir tespit ve yorum hatası olarak değerlendirmekteyiz. Mustafa Kemal’in padişaha gösterdiği sureta hürmet bunlarla sınırlı değildir ki. Mustafa Kemal, bu yazılanlardan daha fazlasını yapmıştır ve yapardı da. Ancak gerçek niyetini faş etseydi kuvvetle muhtemel başarısız olurdu.) Müşterek gaye olan vatanın kurtuluşuna kilitlenen İttihadçıların siyasi istikbalsizliği, geniş İttihadçı koalisyonun dağılmasına da yol açtı. Esas itibariyle bu durumun net olarak görülmesinden sonra bir kısım İttihadçı, geleceklerini Mustafa Kemal’e bağladı. Üstelik onların, ileride İttihadçı arkadaşlarını ipte sallandırmalarını izahta kullanılmaya elverişli bir mazeret, bir psikolojik etken de vardı: İTC, kongre ile kendisini feshederek tarihin hükmüne terk etmiş, ancak birileri onu güya ihyaya çalışmıştı. Oysa yeni devir, hep geri planda kalmış İttihadçıların kendilerinin ön plana çıkacağı bir imkan sunmuştu. Dağılmış İTC’nin ihyası, hayatta kalmış meşhur İttihadçıların tekrar işbaşına geçmesi demekti ve bu ihtimale siyasi ikballerini Mustafa Kemal’e bağlamış olanlarca çok sert bir tepki gösterilmiştir. Mustafa Kemal, İttihadçı ruhunu ve geleneğini çok iyi bildiği için önce ihtiyatı tercih etmiş, sonra büyük çaplı bir tasfiyeye girişmişti. Lakin bunun salt İttihadçı tedirginliğinden kaynaklanmadığı kanaatindeyiz. Tasfiyede bu tedirginlik yanında Mustafa Kemal’in zihninde planladığı yeni yönetim tarzı ve gerçekleştirmek istediği reformlar için bu kadroların ayak bağı olma ihtimali de etkili olmuştur. İttihadçı kadroların yer aldığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması, parti ileri gelenlerinin gadre uğratılması, Milli Mücadele’de yer alan kadro ve mühimmatın İstanbul’dan Ankara’ya naklinde en çok hizmeti geçen Karakol Cemiyeti’nin iki kurucusundan Kara Kemal’in hazin sonu, siyasi kombinezonlarda yer alsa bile netice elde edemeyecek kadar tesirsiz Cavid Bey’in asılması salt İttihadçılığın ve İttihadçı kadroların tasfiyesi şeklinde okunamaz. İttihadçılık geniş bir cepheyi temsil eden, her düşünceden insanı barındıran bir yapıydı. Muhalefete tahammülü olmayan bir vasıfla temayüz eden Mustafa Kemalcilik (ileride Kemalizm olarak belirgin bir ideolojik vasfa bürünecektir), esas itibariyle İttihadçılığın Batıcı, seküler, pozitivist yönünü ve bu telakkilere sahip kadrolarını tevarüs etmiştir. Ermeni Tehciri sebebiyle suçlanan Dr. Nazım idam edilirken, tehcirin beyin takımından olan Şükrü Kaya’nın çekirdek kadroda yer alması, Kara Kemal intihara zorlanırken (doğrusu katledilirken) –ki asıl asılmak istenen Kara Kemal’di- Memduh Şevket Esendal’ın makbul adam olması genel çerçeveyi etkilememektedir. (602.dipnot/Esendal’ın da muhtelif itham ve imalardan kurtulamadığı muhakkaktır. Falih Rıfkı Atay 1960 darbesinden sonra bir laiklik ve Kemalizm hassasiyetinin zayıf olduğunu iddia ettiği bazı CHP’lileri tenkid ederken geçmişe de atıfta bulunup “Kaç defa tüzükten ‘Kemalizm’ sözü kaldırılmak istenmiştir. Buna çalışan umumi kâtip bir zamanlar Kara Kemal’in adamı olduğu için biz: ‘Kemalizm yerine Kara Kemalizm mi koyacağız’ diye dayatmıştık” diyerek bir dönem CHP Genel Sekreterliği yapan Esendal’ı hedef tahtasına yerleştirmektedir. Bkz. Atay, Batış Yılları, Dünya yayınları, 1963, sf:158-9) (349-350-351)

-Mustafa Kemal, hilafetin ilgasının vaktinin geldiğine inandığı anda dahi hem üslubuna ve hilafetin kaldırılması gerekçesine ziyadesiyle dikkat etmiş hem de çok az lidere nasip olacak doğru adamı doğru yerde kullanma kabiliyetinin gereği olarak bu iş için sahasında tartışılmaz bir otorite olan fıkıh müderrisi ve âlimi eski bir İttihadçıyı, Seyyid Bey’i kullanmıştır. (615.dipnot/İstiklal Mahkemesi’ndeki ifadeleri ve hakkındaki gazete haberlerine bakılırsa Kamil Miras’ın da kullanıldığı anlaşılmaktadır.) Tedbirsizlik ve dikkatsizlik yaptığını fark ettiği anda da bunu telafi cihetine gidecektir. Mesela, hilafetin ilgasında argümanlarını hep İslam’ın kendi geleneği içinden seçmeye gayret edip İzmit’te buluştuğu gazetecilere “Hakikatte şer’an ve dinen hilafet denilen şey yoktur. Malum-ı aliniz bir defa peygamberimizin kendisi demiş ki ‘Benden otuz sene sonra hilafet yoktur’ derken, az sonra da “Zannediyor musunuz ki Hindliler, Mısırlılar, Afganlılar bize dini bir alaka ile merbutturlar. Herhalde hilafet başımıza beladır. Osmanlı padişahlığı hilafeti almadan evvel devrinin en parlak safhasını yapmıştır. Hilafeti aldıktan sonra da sükût başlamıştır” gibi o günler için tehlikeli sayılabilecek sözler sarf etmiş ama neticede gazetecilere bu mülakatın yayınlanmaması söylenmiştir. (616.dipnot/ İsmail Arar, Atatürk’ün İzmir Basın Toplantısı, Burçak Yayınevi, 1969, sf:46,50) (358)

-626.dipnot/ Türki entelektüeller, Cumhuriyet devrinde çok ağır muamelelere maruz kalmışlardır. Bu çalışmada bahsettiğimiz Ahmet Ağaoğlu ve Hüseyinzade Ali Turan, bu bölümde bahsettiğimiz Zakir Kadiri, ayrıca korkudan saçmalığına kimsenin ses çıkaramadığı Türk Tarih Tezine ilmi bir itiraz tevcih ettiği için Zeki Velidi Togan, Denizbank terkibinin Türk dili gramerine uymadığını söyleme cüretinde bulunduğu için de Sadri Maksudi Arsal ilmi ve siyasi müktesebat ve şahsiyetlerine hiç yakışmayan muamele ve hakaretlere muhatap olmuşlar, rencide edilmişlerdir. İşin ilginç yanı, bu isimler hangi inanç ve siyasi görüşte olurlarsa olsunlar, sadece Türk ve İslam dünyasınca değil, aynı zamanda Batı dünyasınca da tanınan, itibar edilen ve kaynak olarak müracaat edilen çapı hayli yüksek entelektüellerdi. (362-63)

-Cumhuriyetin tepe kadrosuna bakıldığında ise nispeten de olsa bağımsızlığını koruyan bir tek İsmet İnönü'ye tesadüf edilmektedir. Diğer isimlerin Mustafa Kemal karşısında herhangi bir otorite ve kuvvet merkezi ya da kaynağı olduğunu iddia etmek çok zordur. Bu bakımdan Kemalizm tek adam idaresidir. İttihadçılığın Kemalizm'le, tek parti idaresiyle veya seküler-laik telakkiyle aynileştirilmesi yapılan en ciddi hatalardan birisidir. (386)

-Uygur Kocabaşoğlu da İş Bankası'nın kuruluşundaki paranın kaynağına dair görüş birliği olduğunu, bunun Hint Müslümanların gönderdiği yardım olduğunu ancak miktarın ve ne kadarının nerede kullanıldığı hususunda değişik anlatışlar bulunduğunu, 1 milyon TL kuruluş sermayesi olan bankaya Mustafa Kemal'in katkısının 250 bin TL ile sınırlı olmadığını, toplam katkının 457.400 TL olduğunu yazmaktadır. (683.dipnot/ Uygur Kocabaşoğlu, Türkiye İş Bankası Tarihi, İş Bankası Yayınları, 2001, sf:4-5) (393)

-İsmi, tesir ve cisminden daha büyük olan Jön Türklük, çoğu mensubunun Paris ve Cenevre kafelerinde vakit geçirdiği, gazete ve dergilerle ahkam kestiği, sabah-akşam Abdülhamid'e sövdüğü, lanet ettiği, başta İngiltere büyük devletleri Osmanlı Devleti'ne müdahale için tahrike çalışarak mümkünse yabancı bir devletin müdahalesiyle darbe gerçekleştirmek hayali olan bir hareketti. Oysa İttihadçılar gece-gündüz komitacı peşinde canlarını hiçe sayan askeri ve mülki memurlarsan müteşekkildi. Sadece harbiye değil akademi birincileri de günlerce dağlarda komitacı peşinde koşmaktaydı. Her hareketin gelişimi aslında biraz da doğuşuyla yakından alakalıdır. (398-99)

-Abdülhamid'in hal'i haksız, hal fetvasında yazılanların da çoğu iftiraydı ama hal için en fazla gayret gösterenler arasında maalesef padişahın en fazla sadrazamlık görevine getirdiği Said Paşa, nimete boğduğu Gazi Ahmed Muhtar Paşa ve okutup paşa yaptığı Mahmud Şevket Paşa da vardı. Gariptir, İslamcısından muhafazakarına, liberalinden Batıcısına, paşasından eşrafına, müsliminden gayrimüslimine hemen herkes hal'den yanaydı. Galiba "zamanın ruhu" padişahtan yana değildi. (400)

-İttihadçı Masonluğu ise bugün anladığımız bir vasıfta değildi. İttihadçıların Selanik'te mason localarına girişi, hafiye takibinden ve cezai tazyikten masun kalabilme gayesine müstenitti. Her İttihadçı mason olmadığı gibi her mason olan İttihadçı da aynı ya da benzer sebep ve saiklerle mason oluyor değildi. Talat Paşa'nın Türk masonluğunun üstadı oluşu ise milli endişelere dayalı idi. Talat Paşa, bu locaların büyük devletlerin Truva atı olduğunu, milli meselelerde güçlü locaların kendi devletlerinin sözcülüğünü yaptığını biliyordu. Talat Paşa'nın tehcir esnasında çok etkili mason ermenilere şefaatte bulunmaması onun masonluğunun mahiyetini anlamaya kafidir. Enver Paşa'nınsa mason localarını kapattığı, onlara hayli mesafeli davrandığı ise izahtan varestedir. (402)

-Gerçek Milli Mücadele 1913-1918 arasında cereyan etmiştir. 1919-1922 arasındaki Milli Mücadele, gerçek mücadelenin bir devamı ya da tamamlayıcısı hükmündedir. (411)

Yarın yayınları, İlaveli 3.baskı, Mart 2021

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...