-Tarihin ideolojikleştirilmesi daha doğrusu provoke edilmesine en iyi örnek 11 Eylül arefesinde yaşandı. Buda heykellerini din adına bombalayan Taliban uygulaması ile ona gösterilen uluslararası tepkilerde muhteva olarak daha vahim bir mantaliteyi resmeder. 1400 yıllık İslam geçmişinde dokunulmayan Buda heykellerini din adına bombalamakla işe başlayan Taliban ile bunu savaş nedeni sayıp onarımı için milyonlarca dolarlık bütçe ayıran Batı’nın tutumu arasında temelde bir fark yok. Buda heykellerine dünya kültür mirası adına sahip çıkanların Afgan kültürünü barbar bularak tahrip etmek ve medenileştirme adına sergilediği uluslararası seferberlik, heykelleri bombalayan zihniyetten daha vahim değil mi? Afganistan'da binlerce çocuğun açlık ve hastalıktan öldüğü bir dönemde yardım için en küçük çaba göstermeyenlerin bir anda tarih ve kültür adına milyonlarca doları seferber etmesi tarihin fetiş haline getirilmesinin örneğidir. (31-32)
-Şehirlerimiz orada yaşayanların mahremleri gibi algılandı ve bu algıya uygun biçimde inşa edildi. Özel hayatın dışa dönük yüzü olan sokakların kozmopolit ve mahremiyetten uzak büyük meydanlara değil de külliye, kapalı çarşı, cami gibi geniş mekanlara açılması ev ve mahremiyet ilişkisinin şehir ölçeğinde formüle edilişi olarak yorumlanabilir. Geleneksel Osmanlı evinde odaların “hayat” denilen mekâna açılması gibi geleneksel şehirlerde sokakların hayata açıldığı alanların şehir meydanları olmaması anlamlıdır. Bu iki farklı “hayata açılma” alanları; hayat karşısında farklı iki duruşun, hayat biçiminin göstergesidir aslında. (44)
-Cumhuriyet modernleşmesinin şehir mimarisinde, şehrin peyzajına hâkim alanlarda camiye yer yoktur. Sahiller, meydanlar önemli ölçüde camisizleştirilmiştir. İstanbul gibi tarihi dokunun silinemediği yerlerde ise camiler, etrafı boşaltılarak adeta müzeleştirilmiştir. (69)
-Anadolu topraklarının Balkanlar’ın neden ve nasıl vatan haline geldiğinin nişanesi olarak ücra köşelerde, dağ başlarında namı silinip giden mezar taşları, türbeye dair işaretler olmasa acaba Müslümanlık iddiamız bu topraklarda bu kadar köklü olur muydu? Geleneğin, içi boşaltılmış ritüellerin farkına varmadan yaşattığı şey aslında bu ülkenin neler karşılığında sahibi olduğumuzun tarihi değil mi? (97)
-İpek Yolu ismi sanılanın aksine 19.yüzyılın sonlarında, 1877’de ilk kez bir Alman coğrafyacı olan Ferdinand Von Richthofen tarafından kullanıldı. Binlerce yıllık İpek Yolu güzergahını Almanların, Batılıların gözüyle yeniden keşfetmek, içinde bulunduğumuz medeniyet krizinin de bir göstergesidir. Tanımlamanın şu ya da bu şekilde olması nesneye yüklediğiniz anlamı belirler. (99)
-Bir medeniyetin tüm yönleriyle tezahür ettiği, somutlaştığı alan olan mimarlık, her türlü ontolojik hiyerarşi, iyi-güzel, evrensellik ve mutlak hakikat mesajını yok sayan bir postmodern iklimden fayda hasıl edilebilir mi? Jean Baudrillard’ın her türlü değerde azade kalmayı temel alan postmodern teklifi, mimaride de modern paradgmayı ortadan kaldırmıyor, inancı esas alan tüm çözümlemeleri ve bundan beslenen evrensel ve aşkın değerleri inkâr ediyor. İslam mimarisinin kendi geleneği ve hiyerarşisi açısından tarihsel bağlamla barışmayı değil tüm bağlamların atılmasını öneriyor. (108)
-Bugün sayıları 1500 kadar olan Yahudiler için Osmanlı Selanik’inin anlamı tarihsel olarak bir dönüm noktasıdır: “Dünyanın her tarafında Yahudiler ancak belli mesleklerle uğraşabilirlerdi. İlk defa Selanik’te hamaldan bankere, tüccardan fırıncıya kadar bir toplumu oluşturan piramidin tüm unsurları oluşmuştu. (4.dipnot/ Selanik’te 2000 yılında Yahudi tarihçi Alberto Nar’la gerçekleştirdiğim görüşmeden) Bu durum hiç de marjinal bir örnek olmadığı gibi genel karakteristik özelliği yansıtır. (119)
-Zaten çok ucuza hizmet vererek bir tür sömürge-efendi ilişkisinin postmodern formunu inşa eden turizm sektörü aynı zamanda kendi kültürel, siyasal projesini bu şekilde finanse ettirmektedir. Böylece hem elinizde tuttuğunuzu varsaydığınız toprağın kültürel ve manevi değeri üzerinde mülkiyet hakkından feragat etmiş oluyor hem de bila-bedel hizmet/çilik sunmuş oluyorsunuz. (132)
-Modern hayatın bir ritüeli haline gelen tatil yapma alışkanlığının özellikle Avrupalıların tasrihi açısından bir tür hac yolculuğunun yerini alması yeni mekanları görme ve fethetme duygusuyla da iç içedir. Bireysel ölçekte farklılıkları tanıma ve çoğullaşmayı mümkün kılıyor görünse de turizmin endüstriyel sektöre dönüşmesi farklılıkları, ehlilleşmemiş güzellikleri (mekân ve insanları) zapt etme ve daha organize haliyle efendi-hizmetçi ilişkisinin modern sonrası belki postmodern formülasyona dönüşmesi kaçınılmaz hal alıyor. Bunun en çarpıcı örneği Türkiye’ye gelen turist profilinin sosyoekonomik özellikleri ile bunlara hizmet veren sektörün/Türklerin konumudur. Kendi ülkesinde alt sınıftan bir Alman, Hollandalı ülkesinde ulaşamayacağı hizmeti çok ucuz fiyata burada elde edebilmektedir. Tam tersi bir durum burası için söz konusu; kat kat fazlası fiyatı ödeyebildiği takdirde benzer mekân ve hizmete ulaşabilen bu ülkenin ayrıcalıklı kesimi de beyaz kolonizatörle bir arada olma mutluluğunu yaşayabiliyor. (140-141)
-Tarihi eser kaçakçılığı, tarih düşmanlığı, hafızanın yok edilmesi sadece küresel, endüstriyel açgözlülük değil. Tarihsizleştirme, bir bayrak bir marş vererek siyasal kimlik inşa ederken ülkelerin sömürgeleştirilmesidir. (197)
-Küreselleşmenin en önemli avantajı olarak, yerel olanın evrensel alana taşınması gösterilebilir. Evrensel ölçektekinin yerel alana inmesi (yerelleşme) gibi yerel olanın evrensel ölçeğe taşınması gibi iç içe geçen bu küresel etkileşim aynı zamanda “popüler olan”ın teknesinde “otantik olan”ı da eritmekte; ona yeni bir biçim vererek onu kültür endüstrisinin ürünü haline getirmektedir. (206)
-Avrupa İslam'ı, Kalvinist İslam, modern İslam projeleri kapitalist modele direnen bir kültürün dirençlerini kırarak dönüştürme çabalarından başka ne olabilir. Uzakdoğu'nun da Batı’nın bir parçası haline geldiği bir dünyada gerçek anlamda öteki hala İslam dünyasıdır. Ötekinin yani İslam dünyasının yükselişi gerçekleşmeden de Batı’nın ürettiği küresel krizden kurtuluş mümkün görünmüyor. (224)
-Cumhuriyetin gerçekleştirmek istediği modernleşme projesi, bunun şehirlerde ortaya çıkardığı yeni insan tipi, yeni toplumsal ilişkiler gibi çok boyutlu toplum mühendisliği göz ardı edilerek dünkü şehir Müslümanlığı ile bugünkü arasında yapılacak bir kıyaslama yaşanılan süreci anlamlandırmamızı engeller. (232-233)
-Ben dünyanın en ideolojik mesleği olarak mimarlığı görürüm. (377)
-Osmanlı batılılaşmasıyla İstanbul’un batılılaştırılması arasında çok ilginç bağlantılar var. İstanbul’a dair ilk nazım planı 1839’da yapıldı. Tanzimat kaçta ilan edilmişti? Hemen hemen aynı tarihte. Ve bütün 19.yüzyıl boyunca, büyük siyasi müdahaleler döneminde, siyasi dönüşümlerde büyük imar planları yapılmış, birebir. Ve çok ilginç, geçen haritayı karşılaştırmıştım. İlk çizilen nazım planında 1839’da Helmuth Moltke diye bir Alman mimarın yaptığı nazım planıyla 1950’lerde Menderes’in yaptığı bulvarlar, caddeler neredeyse birebir aynı. İstanbul’da Sultanahmet aksından başlayıp Topkapı’ya uzanan, Fevzi Paşa’ya uzanan, sahil boyu surlarıyla paralel olarak açılan sahil yoluna kadar hemen hemen her şeyi birebir koyduğunuzda kopyası gibi. Şehir aynı, ihtiyaçlar aynı denilebilir ama bu kadar benzeşmenin de ben tesadüf olmadığını düşünüyorum. (386)
Büyüyenay Yayınları, 2020 basım, 1.baskı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder