22 Mayıs 2025

ORTADOĞU: BİR ŞİDDET TARİHİ – HAMİT BOZARSLAN

-1979’daki dörtlü kopuş, yani İran devrimi, Mekke’deki İslamcı ayaklanma, Camp David anlaşmaları ve Afganistan’ın işgali devrimci sol angajmanı sarsar ve cihat kavramını tamamen askeri bir açıdan yeniden yorumlayan İslamcı bir başkaldırıya neden oluyor.

-19.yüzyıl sonunda, 1000 yıllık Müslüman siyasi kültürüne zıt olarak devrim artık nefret edilen fitneyi değil, gerilemeye verilen olumlu bir siyasi cevabı temsil etmektedir.

-Cihan Harbi, İttihatçı (Enver, Talat, Cemal) sert çekirdek için askeri seferberlik yoluyla iktidarını pekiştirme amacı, Doğu vilayetlerinde reform yapılması hususunda Avrupa’nın taleplerine son verme imkânı, Avrupa’ya ekonomik bağımlılığı sona erdirme fırsatı ve Rus canlılığının parçalanması, bunun peşi sırada Osmanlı İmparatorluğunun Orta Asya’nın Türk halklarıyla birleşmesini sağlama perspektifiydi.

-1948’deki bozgunun öncelikle manda döneminde Filistin toplumunun aşırı zayıflamasının sonucu olduğunu hatırlatmak lazımdır.

-1973 petrol şokundan sonra gelirleri hatırı sayılır ölçüde artan Suudi Arabistan Arap dünyasında Amerika’nın başlıca müttefiki olarak öne çıkar. Rejim, Suud ailesiyle Muhammed ibn Abdülvehhab(1703-1792) arasındaki anlaşmaya dayanmaktadır: bu anlaşma 1932’de Arap yarımadasının tamamının ele geçirilmesinin ardından yeniden güncellenmiş ve Suudi Arabistan Krallığı kurulmuştur. Bu anlaşma, her türlü siyasal faaliyeti yasaklayan kraliyet iktidarının kutsal yerlerin bekçisi olarak kendini meşrulaştırmasını ve diğer yandan da darül harble ittifak kurabilmek için serbest bir manevra alanı bulmasını sağlamaktır. Buna karşılık, Vehhabi ulema krallıkta ahlak zabıtası ve ahlaki meşruiyet rollerini üstlenmiştir.

-İslam 1950-1970 arası Ortadoğu toplumlarının gündelik yaşamında vazgeçilmez biçimde var olsa da, İslamcılıktan tamamen ayrıdır. Sol tarafından marjinalleştirilen bu siyasal akım sadece ABD ve daha sınırlı bir ölçüde de Avrupa nezdinde itibar bulmaktadır. Gerçekten de Batı, özellikle de ABD, sol karşısında bir ‘yeşil kuşak’ oluşturulmasına öncelik vermekte, böylelikle devrimci Arap rejimlerini komünist tehdit karşısında bir tür “karantina kuşağı” olarak görülen muhafazakâr rejimlerle kuşatmayı amaçlamaktadır.

-Haçın karşısına Hilal’i koyan ve İslam’ın birliğini vazeden eserler tüm Müslüman dünyaya yayılırken birçok düşünür şu çelişkiye takılıp tökezliyordu: “Nihai hedef olarak hilafet yadsınamaz, ama gerçekliğin içinde de nihai hedef olarak dile getirilemez” Bu çelişki sonraki uzun yılları belirleyecek çatışmaların kaynağıydı. 20.yüzyıl başlarında kâh modernist ve liberal bir boyut, kâh püriten ve muhafazakâr bir görünüm alan selefi düşüncesi, bu ikilemi aşmaya çalışırken radikalleşmek zorunda kalacaktır. Bu düşünce, hem bir “kimlik yitimi” ve “kültürel saldırı” olarak yaşanan laiklik sorununu, hem de sadece sömürgeleştirilmiş ulusal bir toprağın değil, İslam topraklarının tamamının bağımsızlığını saplantı haline getiren bir akım olan İslamcılığı ortaya çıkaracaktır. Suriyeli selefi entelektüel Reşid Rıda (1865-1935) 1920’li yıllarda mademki “yabancılar memleketlerimizin büyük bölümünü ele geçirmiştir” o halde cihat mutlak bir bireysel farz haline gelmiştir, fikrinde değil miydi?

-Kutub, iman ve yasa olarak dinin baskıya başvurmadan yayılabileceğini kabul eder. Ama bu yol işlemiyorsa, mümin olmayanlara zorla da dayatılabilir. Bu buyruk cahiliye kavramı etrafında başlattığı tartışmayla da ilişkilidir; artık sadece ilahi mesajın ‘bilinmemesini’ ifade etmeyen bu kavram bizzat Müslümanlar tarafından ilahi düzenin bilinçli ve suçlu bir şekilde yadsınması anlamında yorumlanır. İslam kendi evinde daha önce hiç olmadığı kadar bir ideoloji ve ütopya haline gelip, mutlak bir kutsallık kazanmak için manevi alanlardan beslenirken, Kutub o güne dek İslamcıların karşısına çıkan ana tabuyu ortadan kaldırır: Müslüman dünyadaki dinsiz hükümdara karşı şiddete başvurulmasını caiz, hatta farz kılar. Daru’l-İslam’da şiddet kullanılması, darul harbe karşı kullanılmasının ön koşulu haline gelir.

-2000’li yıllarda el-Kaide’nin iki numarası olan Aymen ez-Zevahiri, o idam edildiğinde henüz ergenliğe adım atmasına karşın, Kutub’un intikamını almaya yemin etmiştir.

-İran devriminin devamında yer alan İran-Irak savaşı, şehitliği Müslüman savaşçının nihai hedefi durumuna getirirken, Afganistan savaşı mücahit figürünü Müslüman dünyada sahnenin önüne çıkarır. Lübnan iç savaşı ise özellikle kentlerde milis eylemine sahne olur.

-Devlet baskısı, İslamcı akımı şiddet dışındaki diğer tüm çevrelerden mahrum etmekle kalmıyor, aynı zamanda seçimlere katılmayı reddetmiş radikal İslamcıların ileri görüşlülüğünün de bariz bir kanıtını oluşturuyordu.

-Doğrudan şeref kavramında bir değişime de izin vermektedir. Erkeğin ‘şerefi’ artık kadın üzerinde kurduğu hâkimiyetten değil, ulusun şerefi uğruna kadının mücadeleye katılmasına rıza göstermesinden geçmektedir.

-Bin Ladin, Ekim 2001’de el-Cezire televizyonuyla yaptığı bir söyleşi de şöyle diyor: “Bizimle Yahudiler arasında kalıcı bir barış olabileceğini iddia eden kâfirdir. Çünkü Kitabı ve orada yazılanları inkâr etmektedir.”

-El Kaide’nin gücü kendini kurban etmeyi iki çelişkili çerçeve tarafından meşrulaştırılan bir eylem tarzı olarak kabul ettirebilmesinden kaynaklanmaktadır: yükümlülük ve irade. Müslüman ümmetinin tamamına düşen kolektif bir yükümlülük, birey tarafından gönüllü olarak sahiplenilmektedir. Böylelikle ‘kültürler ötesi bir kimlik’ oluşmaktadır; kesinlikle kuşaklar ötesi ve sınırlar ötesi de olan bu kimlik, kendini kurban etme şiddetinin yeniden üretimini sağlamaktadır.

İletişim Yayınları, 2010 basım, 1.baskı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...