22 Mayıs 2025

ORTADOĞUNUN SİYASAL SOSYOLOJİSİ – HAMİT BOZARSLAN

-Bir konfigürasyon olarak ihtilal, mevcut dengelerin sarsılması, yeni aktörlerin ortaya çıkması, teşkilatlanmış aktörlerin kendilerine yeniden ve tabir yerindeyse “uçurumun kenarında” konumlandırmaları, sınıf ve nesiller arası ilişkilerin yeniden tanımlanması anlamına gelmektedir.

-Ortak bir iletişim, edebiyat –ve giderek sinema- dilinin oluşması, el-cezire ya da el-Hayat gibi medya organlarının ve internetin paylaşılan bir alan yaratmış olması, 1990’larda ve 2000’lerde Arap ‘alem’inin yeniden üretilmesinde ve iç entegrasyonunda anlamlı bir rol oynamıştır.

-İslam içi mezhep olgusu Mısır ve Tunus’ta hiçbir fraksiyona sahip değilken, iktidarın Nusayri cemaatinden gelen –ama Sünni ileri gelenlerinin de dâhil edildiği- bir klik tarafından tekelleştirilmesi, Suriye’yi mezhep temelli cemaat olgusunun ipoteğine mahkûm kıldı.

-11 Eylül saldırılarının 10 yıl kadar sonrasında tespit edebileceğimiz tek şey, Müslüman dünyanın bütününde ortaya çıkan şiddetin, zaman içinde intikam davasını ve ödevini kutsayan ve şehitlik kültüründen beslenen ‘metapolitika’ ve gençliğin sosyalleştiği yeni çevrelerin oluşmasıyla yeni bir ‘infrapolitika’yla yeni dinamikler içinde yeniden üretildiğidir. İlk düzey dünyanın mana sayesinde, ikincisi de deneyim sayesinde yeniden büyülenmesini sağlar.

-İsrail devletinin kuruluşundan İran devrimine kadar büyük oranda yerel ölçekte cereyan eden ama bu ölçeği aşan yorumlama çerçeveleri kurmamızı sağlayan bazı olgular, farklı beklenti ufukları yaratan yeni kolektif siyasal tahayyüller ortaya çıkarmaktadır. Bu kopuş olayları, konu edildikleri yorum sayesinde çoğunlukla farklı olay ve dönemleri birbirleriyle ilişkilendirmeye ve böylelikle geniş zaman ölçeğini yeniden düzenlemeye muktedir kuşatıcı meta söylemler yâda komplo teorileriyle beslenen yeni anlatıların kurucu unsurları gibi görünmektedir. Bir örnek vermek gerekirse, 11 Eylül saldırılarıyla başlayan tarihsel döngü esnasında Batılı ya da Ortadoğulu pek çok kişi ya da gazeteci tarafından dile getirilen Haçlı Seferleri teması Fas ya da Pakistan gibi Haçlıların ayak dahi basmadığı topraklarda dâhil olmak üzere, tüm Müslüman dünyasında hissi bir rol oynamıştır.

-İslamcılığın gücü evrenseli ufuk olarak salt Müslüman dünya ile sınırlandırma ve bizzat bu dünyanın yabancılaşma sorunu ortaya koyma becerisinde yatmaktaydı. Batıcılık daha çok “kendisi gibi kalmak” için “öteki haline gelerek” yabancılaşmadan kurtulmayı; sosyalizm kölelerin özgürleşmesiyle ve efendilerin köle sahibi olma ihtiyacının ortadan kaldırılmasıyla ‘köle-efendi’ diyalektiğini kurmayı hedefliyordu. İslamcılık ise özgürlüğe geri dönmeyi, başka bir deyişle aynı tanrı buyruğu altındaki insanlar arasında her tür tahakküm ve kölelik fikrini reddederek profetik modelin yeniden kurulmasını öneriyordu. 1970’lerin kulağa pek hoş gelen ‘antiemperyalizm’ mücadelesini ‘dar’ul-harbe’ karşı mücadeleye, ‘sınıf savaşımı’nı kültürel İslamileşmeye, ‘eşitlikçi toplum’u İslami ekonomiye çevirmeyi sağlayan şeyde bu yabancılaşma sorununun böylesine radikal bir biçimde yeniden tanımlanması olmuştur.

-Mehran Kamrava’ya göre Ortadoğu’da devlet, meşruiyetini karşılıklı olarak birbirini besleyen dört unsur aracılığıyla sağlar. Bunların ilki ‘devletin kendisini ulusal çıkarların tek ve en büyük teminatı olarak sunması’dır. İkinci unsur vatanperverliktir. Ulusal çıkarların korunması mevzusu aslında çeşitli seviyelerdeki kliyartalizm ve patronaj ilişkileri sayesinde devlete toplum içinde yeniden üretilen bir kişileştirilmiş nitelik kazandırır. Üçüncü unsur özel sektörle devletin işbirliğini sağlayan ve son tahlilde devletin üstünlüğünü pekiştiren korporatist bir ekonomi politikasının varlığıdır. Nihayetinde son unsur yukarıda belirtilen ilk üç unsurun faydalarını sorgulama teşebbüsünde bulunabilecekleri baskı altına almayı sağlayan otoritarizmdir.

-20.yüzyılda Ortadoğu’da “yaşlılığa hürmetten” gençlik vurgusuna geçiş, ilk olarak 1908 Jön Türk devrimiyle gerçekleşir. Jön Türkler ve özellikle de 1905’ten sonra radikalleşen İttihatçı örgütlenmeler aslında başarısız ve bundan dolayı hain ilan edilen, ailesini ve şerefini koruma ve yaşatma vazifesini yerine getiremeyen “babanın katli” gibi trajik bir arzuyla doluydular. 1913’ten 1918’e kadar ülkeyi yönetecek en güçlü üç adamdan biri olan Enver Paşa(1881-1922) “Bir yandan kendime diyorum ki, eğer bu sefil isteseydi her şey güllük gülistanlık olacaktı” diye belirtir. Ancak öte yandan “onun bir kan içici olduğunu unutamıyorum” babayı yani bu durumda 2.Abdülhamid’i öldürmek, aileyi genç, savaşçı, muzaffer bir geleceğe yürümeye muktedir bir baba etrafında yeniden toplamak anlamına geliyordu. Osmanlı örneğinde ‘baba’ öldürülmedi ama 1909’da tahttan indirildi ve sürgüne gönderildi; bununla birlikte henüz otuzlarında olan İttihatçı figürlerin birkaç yıl içerisinde eski asker ve sivil bürokratları büyük bir karşı çıkışa mahal vermeden ortadan kaldırma becerisi gerçekten de takdire şayandır. Bu genç İttihatçılardan miras kalan yıkıntıları temizleme görevini üstlenen Kemalist iktidarda toplumun şekillendirilmesinde gençlik kültürü ve onun daimi mücadelesini yüceltmekte onlardan geri kalmayacaktır.

İletişim Yayınları, 2012 basım, 1.baskı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...