22 Mayıs 2025

OSMANOĞULLARININ DRAMI – KADİR MISIROĞLU

-Dindarlık, -harcıâlem manasıyla- dinin, ferdi emir ve nehiylerine riayetkâr bir hayat tarzını ifade eder. İman asabiyeti ise, onu terakki ve teali ettirerek temadisini sağlayacak vecd ve heyecan dolu hamlelerde tezahür eden gayret-i diniyyenin adıdır. Denilebilir ki; bu iki hal, yani dindarlık ve iman asabiyeti, Osmanoğullarının tarih boyunca -adeta- değişmez bir farik vasıflarını teşkil etmiştir. (52)

-Yavuz Sultan Selim, Mısır seferlerinden sonra Suriye ve nisbeten bugünkü Irak mıntıkasında bulunan bazı çiftlikleri hanedanın geçimi için tahsis etmişti. İktisadi istiklalin binnetice fikri istiklal doğurduğunu düşünen ve şehzadeleri kendi müstebid hükümetlerinin emrine sokmak isteyen ittihatçılar, bu emlaki hazineye intikal ettirerek hanedan mensuplarına hazineden cüz'i bir maaş bağlamışlardır. Bu maaş o kadar kifayetsizmiş ki; Şehzade Mahmud Şevket Efendi Hazretlerinden şahsen dinlediğimize göre kendileri Sultan Vahideddin zamanında Kuruçeşme'de otururlar ve "Yaveran-ı Hazret-i Şehr-i Yari"den oldukları halde Yıldız Sarayına gidebilmek için arabaya binemezler ve yürümek mecburiyetinde kalırlarmış. Vasıtaya binebilmek için maaşları kafi gelmezmiş. Merhum bu sebeple Sultan Vahideddin'e müracaat edip kendisine devletçe bir fayton tahsis edilmesi için vaki müracaatlarını aradaki kimselerin nasıl savsaklayıp padişaha ulaştırmadıklarından dert yanmıştı. (58-59)

-Millî Mücadelenin dasitani şan ve şereflerle dolu olan umumi Türk tarihi içinde iddia ve ifade edildiği kadar ehemmiyetli bir mevkii haiz değildir. Aşağı yukarı müsavi kuvvetlerle Yunanistan gibi küçük bir devlete karşı gerçekleştirilmiştir. Ancak memleketin harim-i ismetinde cereyan ettiği ve çok büyük bir yıkım ve zaruret devresine rastladığı için manevi değer ve ehemmiyeti çok büyüktür. İşte kanaatimizce onun üzerinde durulması gereken asıl ciheti budur. (80)

-Sultan Vahideddin'in vatandan ayrılışından sonra hazine dairesinde yapılan tespitler herşeyin yerli yerinde olduğunu, kıymetli bir iğnenin dahi onun tarafından götürülmediğini göstermiştir. Buna dair tutulan zabıt Topkapı Sarayı Müzesi arşivinde (35) numarada kayıtlı "Daire-i Hazine-i Hümayun'un İlmühaber ve Kuyudat-ı Saire Defteri"nde mahfuzdur. Hâlbuki kendisi 1926 yılında San Remo'da vefat ettiği zaman yüz yirmi bin lira borcu çıktığı için alacaklıları tarafından tabutuna haciz konulmuştur. Tahnit edilmiş cesedi ancak kızı Sabiha Sultan'ın bu parayı temin etmesinden sonra Şam'a naklonularak Yavuz Selim Camii Şerifi'nin avlusuna defnolunabilmiştir. (63. Dipnot/ Kadir Mısıoğlu, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahidler, 1969, sf:95) (95-96)

-Vasıf Çınar bundan sonra daha ziyade Kadirbeyoğlu Zeki Bey'i hedef ittihaz ederek tamamiyle şahsiyyata kaçan bir konuşma yapmıştır. Bir zamanlar Bursa'da mubassırlık (muallimle hademe arası bir vazife. Talebeyi susturmak ve onlara nezaretle mükellef olanlara denirdi) yapmış olan bu ayağı çarıklı açıkgöz kendisini Maarif Vekilliğine kadar yükselten sayısız ve emsalsiz dalkavukluklarının o gün en parlak bir misalini vermişti. (135)

-Halife ve yakınlarını yurt dışına çıkarmaya memur olan polislerden biri bulunan Razi Yalkın'ın sonradan bu hadiseye dair neşrettiği yazılarda (93.dipnot/ Razi Yalkın - "Son Halife Abdülmecid ve Hanedan-ı Ali Osman İstanbul'dan Nasıl Çıkarıldı?" "Ünvanıyla Tarih Dünyası (İstanbul 1950) mecmuasının birinci ve müteakip sayılarında neşredilen tefrika) vali ve emniyet mensupları tarafından çıkarılan kanuna bile riayet olunmıyarak nasıl haşin ve zalimane davranıldığının kendi ağızlarıyle açıkça itiraf edildiği görülmektedir. (140) Dikkatlerinize arz edilen bu tafsilat bilmecburiye rejimin adamı olması lazım gelen bir polis tarafından kaleme alınmıştır. Bunun ne kadarına inanılabilir onu kestirmek güçtür. Çünkü o bir polistir ve yazılarını çok sonra neşretmiştir. Böyle olduğu halde onun verilen emri tatbik ederken nasıl amirlerine yaranmak gayreti içinde bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Başta o zamanki İstanbul valisi Haydar Bey ve Emniyet Müdürü Saadeddin Bey olmak üzere bütün vazifelilerin, halifeyi bir an evvel vatanından çıkarabilmek için, icabında gayet rahatlıkla yalan dahi söyleyebildikleri, çekilmemiş telgrafları çekilmiş gibi göstererek onu aldattıkları, kendi ağzıyla sabit bulunmaktadır. Esasen tefrikanın iktibas etmediğimi nihayetlerinde hadisenin başlangıcına dönen polis Razi Yalkın, Abdülmecid Efendi'yi yurt dışına çıkarabilmek için daha kanun Meclis'te kabul edilmeden bile emniyetçe hazırlık yapıldığını itiraftan ve bunun tafsilatını vermekten içtinab etmemektedir. Bu tefrikanın en calib-i dikkat olan ciheti şudur ki; son halife Abdülmecid Efendi, polisler sarayının kapısına dayandığı ve müsaadesiz huzuruna girip, mahud emri tebliğ ettiği anda dahi, kendisine hazırlanmakta olan hazin sonu kavrayamamış bulunuyordu. Hala sağdan soldan ve bilhassa M.Kemal Paşa'dan medet umduğu ve ona bir telgraf çektirerek vaziyeti kurtarabileceği ümidini beslediği anlaşılmaktadır. Hâlbuki saltanatın hilafetten tefrik edilerek lağvedildiği gün belli olan bu gerçeği anlamak için fazla bir siyasi tecrübeye de ihtiyaç yoktu. Fakat evvelce de söylediğimiz gibi ressam, musikişinas ve gerçekten sanatkâr ruhlu bir insan olan Abdülmecid Efendi hakikaten bu işlerin adamı değildi. Razi Yalkın'ın iktibas edilen satırlarından çıkarılacak ehemmiyetli bir netice de şudur: Polisler Abdülmecid Efendi'yi yurt dışına çıkarmak için Dolmabahçe Sarayı'na mahud kanunun Meclisce kabul edildiği 3 Mart 1924 tarihinde dayanmışlardır. Hâlbuki kanun daha Resmî Gazetede neşir bile edilmemişti. Kanunların neşrinden evvel mer'iyyete girmemesi ise umumi bir hukuk kaidesidir. Kaldı ki mezkûr kanun hanedan mensuplarına "on günlük" bir hazırlanma müddeti de tanımaktaydı. Bunu nazar-ı itibare almayarak kanunun aşikâr bir hükmünü ihlal eden İstanbul'daki vazifelilerin, re'sen bu tarzda hareket edemeyecekleri meydandadır. Demek ki Abdülmecid Efendi'nin son dakikada bile meden umduğu Ankara'daki rical, emirlerini ona kanunun tanıdığı bu on günlük mühlete bile riayet etmeyecek tarzda ve -anlaşıldığına nazaran- hatta kanunun Meclis'ce kabulünden dahi önce çoktan vermiş bulunuyorlardı. (158)

-Abdülmecid Efendi’nin kaldığı otele her taraftan telgraflar yağıyordu. Dünyanın birçok yerlerindeki Müslümanlar tarafından çekilen bu telgraflarda Türkiye’de hilafetin lağvından duyulan üzüntü belirtiliyor ve son günlerde bu mevzuda cereyan eden hadiseler hakkında kendilerine izahat verilmesi rica olunuyordu. Bütün bu telgraflara ayrı ayrı cevap vermeye imkan yoktu. Bu yüzden 11 Mart’ta haber ajanslarının muhabirlerini davet eden Abdülmecid Efendi, onlardan “muhtelif memleketlerdeki Müslüman cemaatlerden gelen teessür ve istizah telgraflarına cevap teşkil etmek üzere vereceği yazılı beyanın ajansları vasıtasıyla her tarafa yayılıp duyurulmasını” rica etti. Halifenin bu beklenen beyanının meali hülasatan şöyleydi: “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hilafeti ilga kararı, yersiz ve yolsuzdur. Hilafet sadece Türklerin değil, bütün Müslimlerin müşterek dini ve tarihi müessesesidir. Tek taraflı bir kararla kaldırılamaz. Kaldı ki; büyük milletimiz, bu yüce varlığa bağlılık derecesini Osmanlı Saltanatına son verdikten sonra da teşrii vekillerinin müşterek reyleriyle, beni en ehil bularak Halife seçtirmekle göstermiştir. Şimdiki vekillerini de Hilafet’e daima destek olma vaadiyle seçmiştir. Bu seçim ahdine sadık kalmayan Meclis’in kararı vekaleti şartına, dolayısıyla da milli hakimiyet esasına uymadığı için yolsuzdur. Bu sebeplerle yersiz ve yolsuz gördüğüm kararı hükümsüz saydığımı ve tanımadığımı bütün müslim cemaatlere bildiririm. Bütün müslim kardeşlerimizin salahiyetli mümessillerini ileride toplanabileceğini umduğum bir dini şuraya davet ederek, müşterek ve mukaddes müessesemizi birlikte desteklemek ümidiyle, her taraftaki din kardeşlerimizin bu büyük davamıza gönüllü ve devamlı yardımlarını bekler, muvaffakiyetimizi Rabbimin inayetinden beklerim.” (117.dipnot/ Salih Keramet Nigar, Halife II.Abdülmecid, 1964 basım, sf:13) (213-214)

-Gerçi Halife Abdülmecid Efendi, evvelce temas edildiği üzere Mısır’da yayınlanan “müsavat” isimli gazeteye alakadardı. Hatta bu gazete kendisinin bir nevi naşir-i efkarıydı. Fakat burada Türkiye’de teessüs eden yeni rejim ve onun idarecilerine çatılmamış –hatta denilebilir ki- taraftarlık ifade eden yazılar yayınlanmıştır. Ayrıca Paris’te Kemalist idareye muhalif bir takım eski rical tarafından çıkarılan “Mücahede” ve “Zincire Vurulmuş Cumhuriyet” gibi mevkutelerle de ilgilenmemiş, onlara yazı ve beyanet vermemiş ve maddi destek sağlamamıştır. Üstelik bunlardan Mücahede, “Hilafet Davası”nın baş mürevvici olarak ortaya çıkmıştı. Halife Abdülmecid Efendi, İkinci Cihan Harbi esnasında Paris bombalanırken 23 Ağustos 1944 tarihinde hayata gözlerini yummuştur.(225-226)

-Burhaneddin Efendi, Sultan Abdülhamid Han’ın en çok sevdiği şehzadesiydi. 1885 yılında Yıldız Sarayı’nda doğmuştur. Son derece zeki, kabiliyetli ve yakışıklıydı. Kabiliyetini, daha küçük yaşlarında birçok safhada göstermiş ve ispat etmişti. Fevkalade piyano çalar ve çok iyi resim yapardı. Konuşması ve muhakemesi çocukluk ve ilk gençlik yıllarında bile dikkati çekecek derecede düzgün ve mükemmeldi. (242) Ancak tuhafı şuydu ki, Sultan Abdülhamid Han’ın bu en sevgili şehzadesi, kendisinden küçük kardeşleri Abdurrahim ve Mehmed Abid Efendiler gibi babıyle Selaniğe gitmeyerek İstanbul’da kalmıştı. Gerçi amcası, yeni padişah Sultan Reşad’la temas etmemiş ve onunla merasimlere iştirak etmemiştir. Fakat daha kötüsü İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenleriyle sıkı bir dostluk kurmuştu. Ancak bu tutumu, onun aile saadetinin yıkılmasına sebep olmuştur. Şöyle ki: Şehzade Burhaneddin Efendi aslen Çerkes olan Aliye Hanımefendi ile evliydi. Asıl adı “Melek” olan bu son derecede zeki ve güzel kadın, hazinedar olan teyzesinin delaletiyle Yıldız Sarayına girmiş burada “Nazlıyar” ismiyle iştihar etmişti. Burhaneddin Efendi ile evlendikten sonra da Aliye adını almış, bu evlilikten sonradan Amerika’ya yerleşen Fahreddin(1911) ve Osman (1912) adında iki oğlu olmuştur. (126.dipnot/ Şehzade Burhaneddin Efendi bu iki çocuğunun tahsil ve terbiyeleriyle son derecede itina etmiş ve onları Viyana’daki meşhur “Terezyanum” da okutmuştur. Fahreddin Efendi ressamdı, Osman Efendi ise ticaretle iştigal etmektedir. Ayrıca dedesi gibi marangozlukta da büyük maharet sahibi olduğu duyulmuştur. Güney Afrika’ya yerleşmiş bir İngiliz ailesinin genç ve güzel kızıyla evlenmiş, çocuğu olmamıştır. Fahreddin Efendi ise İstanbul Rumlarından Papadapulos’un kendisinden on yaş büyük kızıyla evlenmiş, onun da çocuğu olmamıştır.) Bu münasebetler Burhaneddin Efendi’nin bu iki çocuk sahibi hanımının kendisinden ayrılarak İttihatçıların ileri gelenlerinden meşhur dönme Maliyeci Cavid Bey’le evlenmesini sonuçlandırmıştır. Bu zeki ve dirayetli şehzadenin İttihat ve Terakki ileri gelenleriyle vaki sıkı münasebeti ne maksatla tesis eylediğini tahmin, cidden müşküldür. Bunu, sırası gelmeden tahta geçmek gibi bir maksatla yaptığı söylenilemez. Zira böyle bir ihtirası olmadığını, daha sonra Arnavutluk Devleti’nin kuruluşu sırasında resmen vaki olan, orada hükümdar olması tarzındaki teklifi reddederek göstermiştir. (127.dipnot/ Bu teklifin yapıldığını ve Efendi’nin reddettiğini ailece tanıdığımız esbak Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’nın lisanından da bizzat duymuştum. Bkz: Nahid Sırrı Örik, “Abdülhamid’in Sevdiği ve En Sevmediği Oğulları” , Tarih Dünyası, Cilt:III, sayı:23, sh: 973, İstanbul 1951) İttihadçılarla münasebeti, başlangıçta onları hakkiyle teşhis edememiş olmasıyla da izah edilemez. Zira zekâ ve dirayeti herkesçe müsellemdi. (243-244) Bilahare Amerika’ya yerleşmiş ve orada Madam Charles adından zengin bir Amerikalı Hanımla evlenmiştir. Diğer Osmanoğulları gibi gurbette fakr-u zaruret içinde kıvranmamıştır. Bununla beraber, karısının parasiyle yaşamamış, çalışıp hayatını kazanmıştır. Hatta kanserden muzdarip olan hanımı tahminler hilafına hayatta kalarak bir kalb krizi sonucu vefat eden efendinin mirasını yemiştir. (244) Şehzade Burhaneddin Efendi, Amerika’da 15 Haziran 1949 tarihinde geçirdiği ani bir kalb krizi sonucu vefat etmiş, cenazesi Şam’a naklolunarak Sultan Selim Camii avlusuna defnolunmuştur. (245)

-Şehzade Mahmud Şevket Efendi, Sultan Abdülaziz Han’ın en küçük oğlu Seyfeddin Efendi’nin oğludur. 1903 yılında babasının Suadiye’deki mütevazi evinde doğmuştu. Meslek olarak askerliği seçmişti. Bahriye teğmeni olarak orduya katıldıktan az bir müddet sonra Sultan Vahideddin’in yaverliğine tayin olunmuştu. (253) Mahmud Şevket Efendi, meşhur Gazi Osman Paşa’nın oğlu Kemaleddin Paşa’nın kızı Adile Hanımsultan’la evlenmişti. Kayınvalidesi, Sultan Abdülhamid’in kızı Naime Sultan’dı. Onun Kuruçeşme’deki evinde oturuyordu. (253) Sultan Abdülhamid Han, iki kızını Gazi Osman Paşa’nın iki oğluna vermişti. Bunlardan biri olan Kemaleddin Paşa Şehzade Mahmud Şevket Efendi’nin kayınpederiydi. Onun kızı Adile Hanımsultan’la evliliğinden sadece tek çocuğu dünyaya gelmiştir: Nermin Sultan. Halen Fransa’da babasının medfun bulunduğu “Bagnols s/ceze” şehrinde tek başına yaşamakta olan bu rikkat ve merhamet timsali Sultan Efendi’nin hayatı, bir roman olarak yazılmaya değer vasıfta hazin tablolarla doludur. Hakkıyle tasvir ve tavsif edilemeyecek gerçek bir dramdır. Maalesef sakat olan ve mübalağasız on iki lisan bilen bu vefakâr sultan efendiden ileride bir nebze bahsedilecektir. Osmanoğullarını yurt dışına çıkaran mahud 431 sayılı kanun kabul edildiği sırada Mahmud Şevket Efendi’nin bu biricik evladı, henüz altı aylık bir çocuktu ve kundaktaydı. (253-54) Her şeyden önce Şehzade Mahmud Şevket Efendi’nin derhal göze çarpan mücadeleci karakteri üzerinde durmak gerektir. Biraz da karşılaştığı girift hadiselerin ve ağır şartların pişirip bilediği bu kıymetli şehzade son derece cesur, iradeli, zeki, mantık ve muhakemesi kuvvetli bir insandı. Diğer hanedan mensupları gibi mütevekkilane bir surette köşeye çekilmemişti. Mısır’da dost düşman herkesi hayran bırakan ve dikkat nazarlarını celbeden Mahmud Şevket Efendi –çoğu kere- Mısır başvekillerinden ziyade itibar ve alaka görüyordu. Mısır’ın ilim ve siyaset erbabı seçkinleri ile ecnebi sefaret mensupları ona büyük bir teveccüh gösteriyorlardı. Nasır ise iş başına ihtilalle gelmiş bir kimseydi. Mahmud Şevket Efendi gibi Osmanoğulları Hanedanına mensup olmanın rakip kabul etmez otoritesine ilaveten bir de sayısız meziyetleri haiz bulunan bir kimsenin onu endişeye sevk etmesi tabiiydi. Gerçekten bu değerli şehzadenin mütevazı evi ecnebi sefaret mensuplariyle, mahalli nüfuzlu şahsiyetlerin sık sık girip çıktıkları bir nevi siyasi mahfeldi. Artık eski krallık zamanındaki baskı da mevzuubahis olmadığı için Efendi, birçok ehemmiyetli toplantıda sık sık görülüyor ve mübahase ettiği şahsiyetlerin derin hayranlık ve alakasını celbediyordu. (259-260) 1962 yılında Fransa’ya giderek Güney Fransa’da “Bagnols sur Seze” kasabasında yerleşmişti. Kasabanın merkezine on sekiz yirmi kilometre mesafede Cezayir mültecileri için kurulan bir kampta kızı Nermin Sultan’a “Asistan Sosyal” Müdireliği verilmişti. Onun kazancıyla burada baba kız yeniden mütevazı bir hayat kurmuşlardı. Fakat esasen sakat bulunan ve bastonla işe giden bu çilekeş Sultan Efendi’nin bir kere daha kaza geçirerek çalışamaz hale gelmesi üzerine büyük ölçüde mali müzayaka içine düşmüş olan Mahmud Şevket Efendi, ömrünün sonuna kadar bin bir ızdırapla yoğrularak 31 Ocak 1973 tarihinde Banglos’da vefat etmiştir. (277) Efendi “gurbet içinde gurbet” olan hayatına 31 Ocak 1973 tarihine kadar devam edecek ve bu tarihte evine baskın yapan garip maksadlı –sözüm ona türk- meçhul şahıslarla boğuşma sonunda geçirdiği bir kalp krizi ile vefat ederek, bulunduğu şehrin Hristiyan mezarlığına defnolunacak, ebedi uykusuna orada yüzyirmi yaşında vefat eden emektarı Yemenli Osman’ıyla dalacaktı. Hatta orada hiçbir Türk ve Müslümanın yaşamaması sebebiyle na’şı bile –maalesef- mecburen kızı tarafından yıkanacaktı. Bugün babasının kabul edilmediği memlekete dönmek hususundaki teklifleri kati bir lisanla reddeden ve onun mezarı başından ayrılmak istemeyen Nermin Sultan, Bagnol Kasabasında yaşamakta ve her gün babasının kabrine giderek gözyaşları dökmektedir. (280-281)

-“Arapların yaptıkları o yaygaralar çok mübalağalıdır. İngilizler, Filistin’i Yahudilere terk ederek çıkmak istememişlerdir. Arapların bu husustaki iddiaları asılsızdır. İngilizler izah ettiğim gibi, hâkim unsuru Araplardan olan müşterek bir devlet kurmak istemişlerdir. Maksatları, kendileri çekildikten sonra orada anarşik hareketlerin vuku bulmasını önlemekti. Filistin’de bir Arap hâkimiyetini ibka etmek istiyorlardı. Yahudileri iyi idare edip etmemek meselesi Arapların kendi kabiliyetlerine terk edilmiş olacaktı. Fakat Araplar şimdi böyle söylemiyorlar. İngilizler bizi aldattılar, kandırdılar ve sonra da Filistin’i Yahudilere terk edip çıktılar diyorlar. Bu doğru değildir. Çünkü ben işin içerisindeyim. Cereyan eden müzakereleri çok iyi biliyorum.” Mahmud Şevket Efendi (271)

-Mehmed Abid Efendi, Sultan Abdülhamid Han'ın oğludur. 1905 yılında Yıldız Sarayında doğmuştur. Anası Saliha Naciye Kadınefendi'dir. Yurd dışına sürüldüğünde henüz ondokuz yaşında ve askeri liseyi yeni bitirmiş bulunmaktaydı. Önce en büyük ağabeyi Selim Efendi'nin de dahil bulunduğu kalabalık bir hanedan grubu ile Beyrut'a gitmişti. Fakat burada fazla kalmayarak Paris'e geçmiş, orada üniversiteye devam ederek meşhur Sarbon'un "Siyasi İlimler" kısmını bitirmiştir. Daha sonra doktora çalışması da yaparak oradan hukuk doktoru payesi kazanmıştır. 1933 yılında Arnavutluk Kralı Ahmed Zago'nun kız kardeşi Prenses Seniyye ile evlenmişti. Düğünleri Paris'te olmuştur. Fakat bu evlilikten az sonra Arnavutluğa dönen Mehmed Abid Efendi, orada faal siyasi ve idari hizmetler ifa etmiştir. Ancak Arnavutluk'ta krallığın yıkılması üzerine tekrar Paris'e dönmek mecburiyetinde kalmış ve 1940 yılına kadar Paris'teki Arnavut elçiliğinde çalışmıştır. 1948 yılında hanımından boşanan Abid Efendi, bir daha evlenmemiş ve hayatta hiçbir çocuğu olmamıştır. 1966 yılına kadar Paris'te yaşayan Abid Efendi pek çok mali sıkıntı çekmiştir. (305-306) Mehmed Abid Efendi'nin bütün hayatı temiz ve dindarane bir şekilde geçmiştir. Beyrut'ta biraz daha da takva yoluna dökülen Abid Efendi buradaki birkaç yakın akrabasıyla olan münasebetleri dışında son derecede içine kapalı bir hayat yaşıyordu. (308) Hakikaten Abid Efendi son derece mütevazi, sakin, nazik ve dindar bir insandı. Bu satırların yazarı onun bu hususiyetlerine Beyrut'ta tanışıp görüşerek yakından şahit olmuştu. Beyrut'taki bir kaç yakınıyla, kaldığı pansiyonun civarında kaim apartımanımsı bir camiin zemin katında oturan aslen Oflu bir meczubtan başka hiç kimseyle görüşmüyordu. (310) Mehmed Abid Efendi, Beyrut'ta sakin ve mütevazi bir hayat yaşarken, Osmanoğullarını vatanlarına sokmayan mahud kanunun ilgasına şahid olamadan 8 Aralık 1973 Cumartesi günü öğleden sonra Beyrut'ta ani bir kalp krizi sonunda vefat etmiştir. Kriz kendisine geldiği zaman -maalesef- sokakta bulunuyormuş. Derhal üzerinden adresi çıkan yakınları, polisce haberdar edilmiş, bundan sonra da 11 Aralık 1973 Salı günü, Şam'da Sultan Selim Camii'nde öğle namazından sonra kılınan namazını müteakip bu camiin avlusunda diğer hanedan mensuplarının yanına defnedilmiştir. Mevla rahmet eyleye. (314)

-Bir kimsenin Osmanlı Hanedanına mensup addedilebilmesi için onun babasının hanedan mensubu olması şarttır. Bunlar erkekse "şehzade", kız ise "sultan" lakabıyla anılırlar. Erkek evlatlar hakkındaki şehzade tabiri isminden evvel kullanılır ve sonuna da "efendi" kelimesi ilave olunur. Kız çocukları için kullanılan "sultan" tabiri ise isimden sonra gelir ve yine "efendi" tabiriyle birlikte kullanılır. (341) Sultan Efendiler hanedana mensub olmayan bir erkekle evlendikleri takdirde doğan çocuklarına bunlar erkekse "Sultanzade", kız ise "Hanımsultan" denilir. Sultanzadeler babaları hanedandan olmadığı cihetle taht üzerinde hiçbir hak sahibi değillerdir. Zira böyle olmasa, başka bir aileye mensub babanın çocuğu tahta geçmiş olurdu ki bu da hanedan değişikliği manasına gelir. (342)

-Bazı hanedan mensupları ailenin bütün fertlerini bir araya toplamak ve Musul petrolleri üzerindeki ailevi hakları elde ederek bir aile şirketi kurmak için harekete geçmişlerdi. Bu hareket, yurd dışına sürüldükten sonra çoğu sefalete düşen hanedan mensuplarını iktisaden rahatlatmak ve bilhassa gençlerin iyi yetişmelerini sağlamak gibi tamamen gayri siyasi ve temiz bir maksada bağlıydı. Fakat Abdülmecid Efendi böyle bir faaliyete bir takım zan ve yakıştırmalarla siyasi bir maksat izafe edilmesinden endişe duymuştur. O derecede ki bu teşebbüsün faal elemanlarından biri olan ve bir yıl önce Fransa'da "vatan, vatan" diye diye vefat eden Şehzade Mahmut Şevket Efendi'yi bu faaliyetlerde bulunduğundan dolayı "Aile reisi sıfatıyla üzerindeki Osmanlı Hanedanı azalığı sıfatını kaldırdığını" tebliğ ettirmiştir. (353-354)

Sebil Yayınevi, 1992 basım, 6.baskı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...