-Türkiye’nin mutlak bir din-devlet ayırımı manasına gelebilecek bir laiklik tarzını tercih etmemiş olması kültürel olarak doğru ve önemsenmesi gereken bir husus olsa gerektir. Fakat bunun mevzuatı, işleyişi ve seviyesi bütün bir asır boyunca ciddi problemlere, haksızlıklara ve biçimsizliklere sebebiyet veren bir karakterde olmuştur. (7)
-Bugün bölgemizdeki hareketler için de düşündürücü ve ibret verici örneklerden biri şu: Osmanlı hilafetinin gayrı meşruluğunu savunan ve halifenin Kureyş’e mensup olması gerektiği üzerinden Türkleri zora sokarken Araplara göz kırpan İngiliz diplomatlarının yazılarına karşı Osmanlı tezlerini, Türklerin hilafet hakkını savunan ilk önemli metin de bir İngiliz’in, meşhur sözlükçü Redhouse’ın kaleminden çıkma İngilizce bir risaledir. Bu metin İstanbul’da veya Kahire’de yahut Kalküta’da değil Londra’da basılmıştır. (Müellif o sırada İstanbul’da Osmanlı bürokrasisi içindedir ve bir rivayete göre ihtida ederek Yusuf adını almıştır.) (32)
-Hint Hilafet Hareketi’nin de iki yüzü var. Biri İngiltere’ye, biri Osmanlılara (hilafete) bakıyor. Bu hareketin temel fikri, bir dönemin İngiliz politikalarıyla da tamamen uyumlu olarak şöyle özetlenebilir: Hindistan Müslümanlarının (ve diğer Müslüman ülkelerin) siyasi menfaatleri ve kendilerini koruyabilmeleri İngiltere ile Osmanlıların ittifak veya itilafına, iyi geçinmesine bağlıdır. Bu denge ve ittifak kurulabilirse (ki zaman zaman kurulmuştur) Hintli Müslümanlar hem Osmanlı hilafetine ve İstanbul’a hem de İngiliz kralına ve Londra’ya aynı zamanda bağlı ve sadık olabilir, Hintli alim ve aydınlar iki tarafa da çalışabilir, Londra ile İstanbul arasında hem fikren hem de fiilen gidip gelebilirler. (38)
-Hilafet konusunun tekrar canlanması ve dini-siyasi bir mesele, bir slogan, bir ideolojik çerçeve, aktivist ve entelektüalist İslamcılığın bir parçası haline gelişi II. Dünya Savaşı sonrası şartlarda, bizde ise 1960 İhtilali sonrasında oldu. (Türkiye’de muhafazakârlar, muhafazakâr İslamcılar Osmanlı hilafetini ihya etmek peşinde idi ama radikal ve entelektüel İslamcıların tarihle, Türk-Osmanlı tarihiyle kuvvetli bir irtibatları olmadığı için onlar –bahsederlerse eğer- yeni üretilen ümmete ait, soyut ve tarihsiz bir hilafetten bahsediyorlardı. Türkiye'ye bir miktar intikal eden Hizbu’t-Tahrir hareketi üzerinden buraya taşınan hilafet de enteresan bir şekilde tarihsizdi.) Fakat dikkat edilmesi gereken husus hilafeti savunmanın, hilafetten yana tavır koymanın radikal İslamcılıkta demokrasi karşıtlığı üzerinden konumlandırılmış olmasıdır. Başarılı bir şekilde kurulan ve muhafazakârlarla İslamcıların da bir taraftan paylaştıkları bu kurgu söyleme göre hilafetçi demek demokrasi (ve onun hatırlattığı her şeyin) karşıtı olmak demektir. Hâlbuki bu Osmanlıların ve Türkiye’nin 1876-1924 yılları arasında yaşadığı meşrutiyetçi hilafet veya anayasalı-meclisli hilafet tecrübesini bilmemek, hiçe saymak, çöpe atmak manasına gelecekti/geliyordu. Demokrasiye yaklaşanların, sisteme dâhil olanların hilafet düşüncesinden uzaklaşmaları da aynı kurgunun bir başka parçası olmalı. (55-57)
-Falih Rıfkı Atay’ın aktardığına göre, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bakanlığına devredilen medreseleri kapatan Maarif Vekili Vasıf Çınar, medreselileri kastederek “Onaltı bin asker kaçağının ocağını söndürdüm. Bundan duyduğum zevk, Milli Mücadele’nin o heyecanlı devirlerinde duyduğum en yüksek zevklerden daha büyüktü” demiş. (Cumhuriyet, 2 Ekim 1924/2 Teşrinievvel 1340) Hâlbuki Milli Mücadeleyi başarıya ulaştıran, Ankara’da Meclis’in açılışını sağlayan unsurlar arasında medrese mensupları, hocalar ve şeyhler ilk sıralarda yer almıştı. Nitekim Sebilürreşad mecmuasının Falih Rıfkı’ya verdiği cevapta bakanın “onaltı bin erbab-ı ilmin ocağını söndürdüğü” vurgulanmıştır. (SR, XXIV /620, 9 Teşrinievvel 1340) (63)
-17.dipnot / Maarif Vekili Vasıf Çınar’ın açıklamasına göre kapatıldıkları zaman 479 medresede 16 bin talebe bulunmaktadır. Bk: Cumhuriyet, 2 Teşrinievvel 1340/ 2 Ekim 1924. Ankara’da medreselerin yönetiminden sorumlu kişi olarak Ahmet Hamdi Akseki, zikredilen raporunda ihtisas medreselerinde de 400 talebe bulunduğunu kaydetmektedir. (Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, 4.Baskı, Dergâh Yayınları 2011, II, sf:889) (70)
-Tarihi realite her ne olursa olsun XIX. Asrın ikinci yarısından itibaren Osmanlılarda ve Mısır’da tarikatların ve tekkelerin ulemanın hâkim olduğu kurumlara (Osmanlılarda Meclis-i Meşayih üzerinden Şeyhülislamlığa) bağlanması, denetlenebilir birer müessese haline getirilmesi âlimlerden ziyade veya onlar kadar siyasi merkezler tarafından da istenmiş ve gerçekleştirilmiş gözükmektedir. Çünkü tasavvuf ve tarikat vakıasının zaman zaman başvurulan imkânlarından ziyade problemlerine ve tortularına, tabiri caizse tali taraflarına bakılmaktadır artık.(84)
-Teorik ve sistematik olarak hiçbir tarikat mensubu kendisini önceki tarikat ulularından büyük ve üstün göremeyeceği gibi geliştirdiği düşünce ve teknikleri de mesela tarikatın kurucu şeyhinin fikirlerinden daha yüksek bir yerde ve değerde göremez, düşünemez. (86)
-Hamdullah Suphi Tanrıöver’e bakılırsa tekke ve türbelerin kapatılmasının ortaya çıkaracağı kültürel problemler konuşulurken Mustafa Kemal Paşa araya girer ve şunları söyler: “(…) Ben size on beş sene müddet veriyorum. On beş sene bu böyle devam edecek. Hamdullah Bey, on beş sene sonra gelin, hangi türbenin türbedarlığını istiyorsanız ben onu size vereceğim. Orada entari giyin, oturun, türbedar olun.” Rivayetlere göre yıllar sonra Bülent Ecevit de CHP Genel Sekreteri iken (demek ki 60’ların sonu 70’lerin başı) tarikatlar ve tekkeler meselesini partinin genel başkanı İsmet İnönü’yle konuşmuş ve şu cevabı almıştı: “Başlangıçta on on beş yıllık bir yasaklama döneminden sonra biz de serbest bırakılmasını düşünüyorduk, olmadı. Şimdi mümkün. Ama parti meclisindeki havayı yoklayıp ona göre hareket edelim. Ben görüşeyim.” Bunlar olmadı fakat etkileri ve problemleri bugüne kadar gelen başka şeyler oldu. Onların başında herhalde ilim ve irfan hayatının büyük darbe alması zikredilmelidir. (88)
-Bakın yakın zamanlarda neler olmuş: “(Kudsi Erguner): 1958-59 seneleriydi. Konya’da ilk kez Mevlevi ayini düzenlenecekti. Onca yıl üstüne gidilen bir konu olduğu için büyük heyecan yaratmıştı. Hatırlıyorum, rahmetli babam (neyzen Ulvi Erguner) ve bütün zevat trenlere binip gittiler. Orada vali hepsini toplayıp “bu yaptığınız yalnızca gösteridir, birinizin, içinden Allah dediğini hissedersem hemen yasaklarım” demiş.” (8.dipnot/ Paris’te Bir Mevlevi, Aktüel, 133.sayı, 20-26 Ocak 1994) “(Ahmet Hatiboğlu): İlahiler radyoda yayınlansın diye güftelerdeki ‘Allah’ yerine ‘can’ derdik” (9.dipnot/ Zaman, 15 Mart 2005, sf:2. Hatiboğlu TRT bünyesinde kurduğu korosuna Dini Musiki Korosu adını vermek istediğini fakat “laik bir ülkede dini musiki nasıl yayınlanır” tepkileri arasında buna muvaffak olamadığını da belirtmektedir.) (91)
-Hemen söyleyelim; Cumhuriyet idaresinin ve ideolojisinin zor bir geçiş döneminde, Fransız usulüne benzer şekilde, din-devlet ilişkilerinin mutlak olarak birbirinden ayrılması ve din işlerinin/Diyanet’in devlet çatısının dışında bırakılması istikametinde bir tercihin yapılmamış olması doğru bir düşünce ve karardır. Çünkü bu topraklarda ve Sünni İslam dünyasında din ve devlet kültürel olarak birbirinin mütemmim cüzüdür; dinsiz (laik?) bir devletin veya devletsiz bir dinin kültürel ve toplumsal karşılığı yoktur. (Bu sebeple tek partili yılların katı ve kaba laiklik politikaları döneminde, din ve Müslümanlıkla alakalı aşağılayıcı açıklamaların yapıldığı devirlerde bile hiçbir üst düzey devlet yetkilisi “yeni Türk devletinin/Cumhuriyetin dini yoktur” mealinde bir cümle telaffuz etmemiş, edememiştir. İrticayı askeri müdahalenin ilk veya ikinci gerekçesi olarak takdim eden darbeci generallerin bile öyle) Bu doğru tercih doğru bir istikamette yorumlanıp yeterli ölçüde ve Türkiye’yi taşıyabilecek kapasitede ete kemiğe büründürülebildi mi sorusunun cevabı, dün ve bugün itibariyle ne yazık ki hayırdır. Diyanet’in Türkiye’yi taşıma kapasitesi –diğer üst kurumlar gibi- hala çok zayıftır. Bunun en derindeki sebebi 1923-1924’lerden itibaren İslam’ın paranteze alınması ve buna uygun bir Diyanet yapısının ortaya çık(arıl)ması hadisesidir. (98-100)
-Diyanet İşleri Başkanı olan zevatın sakal bırakması âdeti 1978’de bu makama getirilen Tayyar Altıkulaç’la birlikte terkedildi. Dört başkan sakalsızdı. Emekliliğe zorlandığı anlaşılan Mehmet Görmez’in “hafif” bir sakal bırakmasıyla bu “bidat” terkedildi gibi. Ondan sonra başkanlığa gelen Ali Erbaş da sakal bıraktı. Bakalım yeni gelenler ne yapacak ve yaptığı ne anlama gelecek, olanları kim nasıl anlayacak? (99)
-Birçok örnek arasından temsil gücü yüksek bir iktibasa; Diyanet İşleri başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin metnine yer verilebilir: “(…) Diğer cihetten bugün, bir takım batıl akide ve yalancı tarikatların sinsi sinsi ve fakat sistemli denecek surette memleketin hemen her köşesinde yayılmakta ve üremekte olduğu da bir vakıadır. Gittikçe çoğalan ve din namına uydurdukları birtakım hurafelerle köylü ve şehirliyi istismar eden, saf halkımızın arasına tefrikalar sokan, karıyı kocasından ayıran bu muzır unsurların tesirlerini önleyebilmek için de her şeyden evvel esaslı din terbiyesi ve bilgisi adamlarına, münevver vaizlere şiddetle ihtiyacımız vardır. Memlekette hakiki din adamları azaldıkça bu yoldaki tarikatların –kanunen yasak olmasına rağmen- yayılması ve gittikçe sahasını pek ziyade genişletmesi de bu ihtiyacı bir kat daha belirtmektedir.” (4.dipnot/ A.H.Akseki, “Dini Müesseselerimiz Hakkında Bir Rapor” Akseki’nin bu raporu Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden 12 Aralık 1950 tarihiyle Başbakanlığa takdim edilmiş, ayrıca bir broşür olarak da basılmıştır. Bu konudaki devamlılıkları ve yan kurumsal unsurları görmek için Ankara İlahiyat Fakültesi hocalarından Hüseyin Atay’ın ifadelerine de bakılabilir: “İslam dünyasında ve Türkiye’de dini yenilenmeye, ıslahata gitmeye üç dini engel vardır: a)Birincisi hadis uydurması, mevzu ve zayıf hadis kültürüdür(…) Mevzu ve zayıf hadis dini istismarın ilk kaynağı ve Kur’an’dan yüz çevirmenin ilk adımıdır. B)İkincisi tasavvuf ve tarikat kültürüdür. Bunlar Allah adına konuşurlar, kendi sözlerini şeriattan üstün tutarlar. Bunu iki yolla yaparlar: Biri yorum ve tevil yapmak, diğeri de Kur’an’ı ancak kendilerinin anlayacağı yönündeki iddiaları. İnsanların düşünmesine yasak koyarlar(…) İnsanı ölü, şuursuz duruma sokarak teslim alırlar. C)Üçüncüsü fıkıh taklitçileridir(…)” Hüseyin Atay, Dinde Reform, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XLII/1, 2002, sf:25)(111)
-Diyanet İşleri Başkanlığı bütün tarihi boyunca, Batınilik aleyhtarı dolaylı vurguları hariç doğrudan Alevilik ve Aleviler aleyhine herhangi bir yayında bulunmamış, bir rapor hazırlamamış gözüküyor. Buna karşılık yakın senelere kadar Nurcular, Süleymancılar, tarikatlar, cemaatler...yani Sünni gruplar ve onların temsilcileri hakkında aşağılayıcı ve mahkum edici nice metinler ve raporlar kaleme almıştır. Dini cemaat ve tarikatları tehlike olmak bakımından Komünizmle, misyonerlikle aynı çerçevede ele alan bu metinlerin bir kısım kurum tarafından basılmış, dağıtılmış, mahkemelerde delil olarak kullanılmış, basında karalamalara mesnet teşkil etmiştir. Nurculuk Hakkında (Ankara, 1964, 24 sf) ve Biberiye Tarikatı Hakkında (Ankara, 1964, 11 s.) bunlardan sadece ikisi. Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin, M.Hammadi’den tercüme edilerek Diyanet yayınları arasında neşredilen Batınilerin ve Karmatilerin İç Yüzü (Çev: İ. H. Erzen, 1948) kitabına yazdığı uzun önsözde “gizli tarikatlar”la Alevilik, Bektaşilik, Kızılbaşlık hakkında yaptığı bazı değerlendirmeler sadece Alevilik üzerinden ele alınmış ve tartışma konusu yapılmıştır. Halbuki tasavvuf düşüncesine ve tarikatlara hayli mesafeli olan Akseki’nin meselesi Diyanet’in genel yaklaşımına paralel olarak bütün tarikatlar ve batıni hareketlerdir. (117)
-Türbelerin kısmen açılmasının gündeme gelişinin birden fazla sebebi var, fakat bunlar arasında inşaatı devam etmekte olan Anıtkabir’in açılışının yaklaşıyor olmasının sebeplerden biri, belki birincisi olduğu gözden kaç(ırıl)an bir husustur. (136)
-9.dipnot/ İnsanların bir kısmının bu büyük abideyi temaşa ederek yücelmeyi bırakıp “Bedr’in arslanları” benzetmesinin yerindeliğini tartışmaya koyulmak gibi bir fukaralığa ve dar kafalılığa düşmelerinin sebebi de bu kademe gözetmeyen, tek tipçi anlayışın tezahürlerinden biri olmalı. (140)
-“Türkiye pozitivist bir türbeye dönmüştür.” Tabip, siyasetçi ve bilim tarihçisi Adnan Adıvar’ın Anıtkabir’in yapılma sürecinin devam ettiği bir zaman diliminde, 1947 yılında dile getirdiği, muhtemelen Anıtkabir’e de göndermede bulunan bu kuvvetli ve bir o kadar da soğuk tesbit bir tarafıyla doğru. Bir ironi ama hakikate de işaret ediyor. Ama sadece bir tarafıyla, Ahmet Rıza’nın toprakları çınlasın, “pozitivist dindarlıklar” sebebiyle ve o çerçevede doğru. Çünkü kendisinin de içinde geldiği –belki bur satırları yazdığı zamanlarda büyük ölçüde unuttuğu, fikren uzaklaştığı- memleketi, memleketinin kültürü türbe ile çok yakın ve derin bir ilişkiye sahipti. Ve bu ilişki esas itibariyle maddi değil manevi ve derin bir ilişki idi. (151)
-6.dipnot/ Tahsin Banguoğlu, Milli Eğitim Bakanı iken 1 Mart 1950 tarihinde yani türbelerin bir kısmı çeyrek yüzyıl kapalı kaldıktan sonra açılmaya çalışılırken Meclis’te “(yeniden açılacak) Fatih Sultan Mehmet’in türbesini çocuklarımız Atatürk türbesi gibi ziyaret edeceklerdir” demişti. (160)
-1938 yılında mezarın yapımı için harcanacak meblağı üniversiteli gençlerle Akif’in arkadaş ve meslektaşları toplamışlardı ama mezarı Milli Eğitim Bakanlığı’nın yaptırdığını biliyorduk. Yani resmi bir işti ve toplanan para bakanlığa teslim edilmişti. Yapım süreci Mustafa Kemal Paşa’nın vefatından hemen sonra, milli şef döneminde başlıyor. Devrin maarif vekili Hasan Ali Yücel, olan bitenden habersiz olması düşünülemeyecek biri. Çok kısa bir zaman önce yazdığı bir yazıda büyük şairin kasd-ı mahsusla dini tarafını görünmez kılmaya, biçimsizleştirmeye çalışsa da hiç değilse milli tarafını tebcil ediyordu: “Mehmet Akif şiirlerini yaratırken başlıca iki unsur kullanmıştı: Dini, milli. Açık olarak görmeliyiz ki, ruhumuzda onun şiirlerine makes olan taraf, milli olan tellerdedir. Mesela Çanakkale’yi anlatan şiir parçasından iç duygularımızı titreten vuruşlar, onun tasvir ettiği muhteşem ve âlemleri içine alan büyük ve muhayyel tabutun dini anasırından değil, bu tabutun içinde yatan Mehmetçiğin kendisinden geliyor. Bu muharebe, ne Uhud ne Bedir gazvesine benzer. O, sadece Çanakkale muharebesidir. Karşı tarafta “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” dediği her dinde ve hatta bizim dinde düşmanlar, bu yanda ise Akif’i kahramanlıklariyle coşturan Türk yiğitleri vardır. Dava asla bir tevhid meselesi değildi”.(2.dipnot/Hasan Ali Yücel, “Mehmed Akif”, Haber Akşam Postası, 4 Kanunisani 1937) Bu ifadelere yazarın kendisinin inandığını ve okuyucularının da doğru bulduğunu düşünmek için hiçbir meşru gerekçe ve zemin yok. Ama bu zorlama cümlelerin dönemin şartları içinde niçin böyle kurulduğunu iki taraf da bilmekte ve anlamaktadır diyebiliriz. O zaman İstiklal şairinin mezarında, mezarın mimarisinde hiç değilse milli olanı görmeli değil mi idik? O da, diyelim ki bir süsleme unsuru, bir sembol…hiçbir şekilde yoktu çünkü mezarda milli olan her şey doğrudan veya dolaylı olarak dini olana işaret edecekti. Hasan Ali başta olmak üzere eğitimli olan herkes bunu çok iyi biliyordu, halk ise ikisini tefrik etmeden, edemeden birlikte hissediyor ve yaşıyordu. Anadolu topraklarında Türklerin İslamiyet’ten ayrı bir tarihi, bir ölüm-dirim meselesi yoktu çünkü. Bu yüzden dinden soyulmuş/soyutlanmış bir milliliği mezarda bile bulamayacaktık (bugün de bulamayız.)(166-168)
-Unutmamak lazım, dindar halkın Türkiye’nin yeniden dindarlaşmasındaki rolü eğitimli dindarlardan daha fazla ve daha politik bir derinliğe sahiptir. (186)
-Ankara’nın tarihinin hiçbir döneminde dinle devleti bütünüyle birbirinden ayıran bir laiklik anlayışı ve buna bağlı olarak din politikaları ve mevzuatı peşinde olmaması bize göre muğlaklık ve müphemlikten sonra bütün Cumhuriyet tarihi boyunca değişmeyen ikinci ana çizgidir. (Bilebildiğimiz kadarıyla 1924 yılından bugüne hiçbir üst düzey devlet yetkisinin ağzından “Türk devletinin dini yoktur” ibaresi duyulmamıştır. Hâlbuki laik bir ülkede bu normal, telaffuz edilebilir bir cümle olmalıdır ve öncelikle de devletin dinler karşısında tarafsızlığını ifade eder. Ayrıca siyasi aktörler, askeri-sivil bürokrasi, üst düzey yargı temsilcileri, basın din bahsinde birçok kaba ifadeyi telaffuzda hiç de perhizkâr ve riayetkâr davranmış sayılmaz. Niçin böyle bir cümle telaffuz edilemiyor?) Bu gerçek Cumhuriyet ideolojisini inşa eden kurucu kişilerin ve sürdüren kadroların alt düzeyde de olsa bu topraklardaki din-devlet ilişkileri hakkında felsefi ve kültürel olarak doğru bazı bilgilere sahip oldukları ve pratik-pragmatik sebeplerle de olsa buna dikkat ettiklerini gösterir. Cumhuriyet idaresinin bir taraftan her manasıyla katı laikliği muhkemleştirirken ve mütedeyyin insanların alanını daraltırken, bu sahaya baskılar uygularken diğer taraftan kendisinin tehlikeli görmediği dindarlıkları muhafaza etmek ve devamlılıklarını sağlamak için kurumlar kurduğu, açık kapılar bıraktığı ve bunlarla birlikte cemaat ve tarikatlarla dini gruplar üzerinden de bu sahaya destek verdiği söylenebilir.(196)
-Lozan’ı anlama ve yorumlamaya giden yolda ikisi de 1920 tarihli olan Sevr Muahedesi ile Misak-ı Milli’yi birlikte hatırlamak ve bu ikisinin arasından yola devam etmek usulen doğru ilk hareket noktası olabilir. Lozan dışarıdan dayatılan Sevr’e göre neyi kazandırdı, içeride inşa edilen Misak-ı Milli’ye göre neyi kaybettirdi sorusu muhtemelen bize daha doğru bir yerden bakmak imkânı verecektir. Ayrıca şunu da hatırlamalı; Ankara Lozan’a Milli Mücadelesini kazanmış bir milletin temsilcileri olarak gitme iradesini göstermek ve bunu düvel-i muazzamaya kabul ettirmek isterken masanın etrafındakiler onları Birinci Cihan Harbi’nde yenilmiş ve işgal dâhil ağır şartları ihtiva eden Mondros Mütarekesini imzalamış bir milletin mümessilleri olarak karşısına almaya niyetli idi. (203)
-Kıbrıs Harekâtı istisna edilirse Türkiye 1940’lardan beri, hususen Demokrat Parti devrinde NATO’ya girildikten sonra Lozan’a sıkı sıkıya bağlanmayı dış politikada şiar edinmiş bir manzara arz etmektedir. Kendini tehdit eden ve kıskaca alan şeye “sadakat”tan elbette üst düzeyde bir politika ve diplomasi üretilemez. Lozan’ı hatırlamak, macera gösterileri ve kahramanlık şaklabanlıkları değil (bunları nasıl olsa birileri yapacaktır) Türkiye’nin tabii ve stratejik sınırlarını aramak ve talepkâr bir konuma geçmek istidadını keşfetmektir. (205)
-Türkiye’de gayrimüslim azınlıkların, laik bir kanun hazırlanması şartıyla kendi medeni kanunlarını yapma haklarından feragat ettiklerine dair Adliye Vekaleti’ne hitaben yazdıkları yazılar, orijinal imzalı sayfaların faksimileleriyle birlikte Vekalet tarafından yayınlanmıştır: Mahzarlar Mecmuası – Gayrimüslim Ekalliyetlere Mensup Türk Tebeasının Ahdi Haklarından Feragatları (Lozan Muahedesi, Madde 42), Ankara, Hakimiyet-i Milliye Matbaa, 1926, 31 sf. Akademik Medeni Hukuk çalışmaları dâhil kaynaklarda neredeyse hiç zikredilmeyen bu süreç ve kitapçık Özege Kataloğu’nda da sadece “Mahzarlar Mecmuası” olarak geçtiği için ne ile alakalı olduğu anlaşılamıyor. (213)
-12.dipnot / Aynı zamanda müderris olan İstanbul Hukuk Fakültesinin meşhur hocalarından Ebülula Mardin’in Hukuk Fakültesindeki Medeni Hukuk derslerinde yakın geçmişle mukayeseli bir takrir tarzı takip etmesi, Mustafa Kemal Paşa’ya “Medeni Kanun’a sarık giydiriyor” tarzında şikâyet edilmişti. “Sarık” Lozan öncesinin “milli” çabalarının adı olmuştu adeta. (215)
-Aslında elimizdeki Lozan görüşmelerinde, 30 Aralık 1922 tarihinde İngiliz murahhasın gündeme getirmesi üzerine Türkiye’nin gayrimüslimlerle müşterek medeni kanun hazırlaması istikametinde fikir alış verişlerinin yapıldığını ve Türk heyetindeki Rıza Nur’un “laik” medeni kanundan bahsettiğini biliyoruz. (15.dipnot/ Seha Meray, Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler, Ankara, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1971, sf. 227-234) Bir açıdan bakılırsa bütün yüksek maliyet risklerine ve “gayri müslimlerin hakları” üzerinden hala ödemekte olduğumuz faturalara rağmen bu tercihin o gün için siyaseten “doğru” bir tercih ve diplomasi zaviyesinden yabana atılamayacak bir başarı olduğu söylenebilir. Kapitülasyonların (adliye açısından yabancı konsolosluk yargılamalarının) kaldırılmasına odaklanarak bu maddeyi ve Fener Rum Patrikhanesinin İstanbul’da kalmasını kabul eden Türkiye o gün (herhalde bugün de) birkaç medeni kanunu ve birkaç farklı mahkemeyi kaldıracak ve taşıyacak durumda değildi(r). (16.dipnot/Mahmut Esat Bozkurt daha sonra şu açıklamayı yapacaktır: “Kapitülasyonların kaldırılmasına karşı adalet organlarımızı yepyeni(batılı) kanunlarla, mahkemelerle ve en kısa bir zamanda yaratmak işini omuzlarımıza almış bulunuyorduk”, “Türk Medeni Kanunu Nasıl Hazırlandı?”, Medeni Kanunun XV. Yıldönümü İçin, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, 1944, sf:18) (216-217)
-20.dipnot/ Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun Strasbourg Üniversitesi’nde doktora tamamlayıcı tezi olarak sunduğu ve 1936 yılında Fransa’da basılan “Essai sur la Transformation du Code Familial en Turquie” çalışmasının yeni “Türk” Medeni Kanunu’nun müdafaası olması dikkat çekicidir. (221)
-Bir hukuk tarihçisi şu soğukkanlı değerlendirmeyi yapacaktır: “Türkiye Cumhuriyeti yabancı devletlerin müdahalelerini önlemek için onların kanunlarını almayı tek çıkar yol kabul etmiştir. Benzer bir tavrı Tanzimat ricalinde de zaman zaman görmek mümkündür. İkinci olarak Türkiye (…) İslam hukukundan ayrılarak Lozan Antlaşmasının 42.maddesiyle gayrimüslim azınlıklara tanımış olduğu imtiyazdan da kurtulmak istemiştir.” (21.dipnot/ M. Akif Aydın, “Türk Hukukunun Laikleşme Sürecinde Lozan’ın Oynadığı Rol”, Osmanlı Devletinde Hukuk ve Adalet İçinde, Klasik yayınları, 2014, sf:364) (221)
-İrticayı siyaset dilinden ayrılmaz, basın dünyasından kopmaz; kullanışlı, istismara açık ve tehditkar, mütehakkim bir unsur, mahkum edici ve karşıtını kurucu/oluşturucu bir slogan haline getiren hadisenin 31 Mart Vakası olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Mayalandığı yer ve doğum tarihi orası. Biliyoruz değil mi? Yeterince hatırlamadığımız şey ise o günkü kullanımıyla bugünkü kullanımı arasındaki ciddi mesafelerdir. Elverişliliği sebebiyle zaman içinde büyümüş, serpilip genişlemiş ve azmanlaşmış, tehditkâr bir hal almış. O zamanlar ilk (ve nerede ise tek) hatırlattığı şey istibdat devrine, Sultan Abdülhamit idaresine, “eski rejim”e, o korkulu rüyaya dönmekti. İlk üreticileri kimlerdi, hangi merkezlerdi tam bilmiyoruz ama İttihatçılar (ve onların bugüne kadar gelen takipçileri) bunu “iyi” kullandılar. O devrin etkili ifadelerine başvurursak “nur-ı meşrutiyeti söndürmek ve nar-ı istibdadı alevlendirmek”ti irtica. Yahut “eski devrin müstebitleri bugünkü günün mürtecileri” idi. Aktardığımız ikinci ifade ulemadan ve Beyanü’l-Hak yazarı Ermenekli M. Safvet Efendi’ye aittir. (1.dipnot/Ermenekli M. Safvet, “Hakikat Gazetesi Sahibi Mestan İsmail Efendi’ye”, Beyanü’l-Hak, V/120, s.2188 – 27 Recep 1329/11 Temmuz 1327) Aynı zat, aynı mecmuada, biraz da hürriyetperver meşrutiyet havası içinde Ramazan’da “açık saçık” kadın oynatan tiyatrolara halkın gösterdiği muhalif tepkiyi de irtica olarak adlandırıyor. Yani ilmiyenin muhafazakâr kanadından biri Devr-i Hamidi’de siyasi sebeplerle, muhalefeti bastırmak için tiyatrolara karşı gösterilen müsamahasızlık ve amansız takip icraatıyla şimdi dini hassasiyetlerle gösterilen tepkileri irtica üzerinden tenkit ediyor ve iki tavrı eşleştiriyordu. (2.dipnot/ Ermenekli M. Safvet, “Ilgın’da Bir Vaka Münasebetiyle Tiyatrolarımız” Beyanü’l-Hak, V/111, sf.2042 – 23 Cemaziyelevvel 1329/9 Mayıs 1327) (226-228)
-Şimdi unutuldu ama Erbakan hareketi ortaya çıkana kadar şanlı Türk basınında elde tesbih başta yeşil takke mürteci olarak karikatürleri çizilen siyasi liderler Menderes ve Demirel’di. Bilir misiniz? Bunlar Chp’ne göre daha demokrat, daha kapitalist (dünya sistemiyle daha uyumlu) daha özgürlükçü-liberal, özelleştirmeci, Abd’nde zayıflayıp gelen ve dört eğilimi birleştiren Özal’ da öyle çizdiler. (230)
-Tam da burada belki Falih Rıfkı Atay’ın o meşhur cümlesini, müstebitlerin zikr u fikrini ele veren o halk karşıtı ifadesini aktarmak münasip düşecektir: “Türkiye’de demokrasi, hoca ve mürteci saltanatı demektir” (7.dipnot – Falih Rıfkı, Eski Saat 1917-1933, İstanbul, 1933 basım, sf. 433) (230)
-Şerif Mardin tahakküme, baskıya maruz kalanların/mürtecilerin “imkanları”ndan ve karşı tekniklerinden bahsederken herhalde bu dayanıklı muhalefet unsurlarına ve zaman içindeki “başarıları”na işaret etmek istiyordur. (14.dipnot/ Şerif Mardin ahir ömründe ”mahalle baskısı” edebiyatına katılarak, baskıyı kendi mensup olduğu elitlere değil de tahakküme uğrayanlara, halka, dindar vatandaşa nisbet ettiğinde, çift taraflı ama daha ziyade müsbet bir açıklama aracı olarak kullandığı “imkân ve başarı”lardan içten içe ne kadar tedirgin olduğunu da göstermiş yahut yaşlılıktan kendini ele vermiş oldu. (236)
-Özellikle Soğuk Savaş döneminde Amerika ve İngiltere’nin, -elbette Almanya, Fransa ve Rusya’nın da- Türkiye dâhil olmak üzere İslam dünyasının her tarafında, darbelerin ve krizlerin akabinde her şeriatçı/İslamcı akımların her türlüsünü hem de reformcu-seküler-demokrat-liberal-sivil toplumcu dini düşünceleri, bunların yanında ideolojik yapıları, gayrimüslim grupları, çıbanbaşı olabilecek mezhep ve meşrepleri daha fazla tahrik etmek, desteklemek, kullanmak, yönlendirmek ve kontrol altına almak istediğini ve bunun için planlar yaptığını, fırsatlar kolladığını ve bulduğunu biliyoruz. Bunun aktüel ve yakıcı-yıkıcı son örneği “Arap Baharı” denen kanlı operasyonlar ve işgaller manzumesi ile onların devam eden kıyıcın uzantılarıyla mütedeyyin çevrelerin, siyasi yapıların ve dii grupların doğrudan veya dolaylı irtibatları olmalı. (246-247)
-3.dipnot/Darbenin Başbakanlık müsteşarı yaptığı Albay Alparslan Türkeş imzasıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’na “acele” kaydıyla gönderilen 16 Eylül 1960 tarihli yazı “Türk kadınlarının mahbesi olan kara çarşaftan kurtarılması mevzuunda, Atatürk inkılapları ruhuna uygun olarak halkı aydınlatıcı konuşmalarda bulunan(…)” İstanbul müftüsü Bekir Haki, Kadıköy müftüsü Mekki Üçışık ve Antalya müftüsü Mustafa Gökmen’in taltif edilmesini ve bu türden örnek davranışları teşvik babında Diyanet teşkilatına duyurulmasını emretmektedir. Belgenin aslı için bk. İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam 2, Dergâh, 2016 basım, sf:166) (248)
-Yakın ve görünür muhatapları her kim olursa olsun iç-dış kaynaklı askeri-siyasi müdahale Türkiye’ye karşı olduğuna göre ilgileneceği en önemli alanın siyaset ve iktisat yanında, belki onlardan daha öncelikli olarak İslam ve din olacağı tartışma götürmez bir vakıadır. 60 İhtilali başta olmak üzere bütün müdahale ve darbelerden sonra gerekçe kabilinden “irtica”nın yani dini alanın ilk veya ikinci madde olarak zikredilmesi bunun açık işaretidir. Din merkezli olarak neyin, kimlerin aşağıya çekilip bastırılacağı, biçimsizleştirileceği yahut hangi bölgelerin hareketlendirileceği, yükseltileceği, erken doğuma zorlanacağı, nerelerin orta noktalarda bırakılacağı, nihayet her üç yolla da hangi grupların sistemin içine çekileceği/sistemin tahkim edileceği ana tartışma konularından biridir. Türkiye’de her şeyin en geniş manasıyla dinle, İslam’la alakalı olduğunu hatırlamak da bu vakıayı sebep ve sonuçlarıyla anlamamızı mümkün kılacak, en azından kolaylaştıracaktır. (255)
-Nitekim Türkçe ibadet tartışmalarının yapıldığı bir ortamda Ankara İlahiyat Fakültesi’nin iki hocasına; Hüseyin Atay ve Yaşar Kutluay’a hazırlatılan ardından Mahir İz başta olmak üzere birkaç kişiye okutulan Kur’an Meali, Kur’an metni ile birlikte ve 3 cilt halinde, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından, o devrin şartlarında çok vasıflı bir şekilde basılmıştır. Hüseyin Atay hazırladıkları mealin Türkçe ibadet için de kullanılabileceğini hesaba katarak kendince buna mani olacak yollar aradığını bir mülakatta anlatmaktadır. (10.dipnot/ “Hüseyin Atay Hoca ile Kur’an-ı Kerim Çeviri Tekniği ve Metodolojisi Üzerine” Kur’ani Hayat, Eylül 2010) (256)
-Ulemadan ve Nakşi şeyhi Ömer Ziyaeddin Dağıstani’nin II. Meşrutiyetin ilk yıllarında kaleme alıp yayınladığı Mir’at-ı Kanun-ı Esasi risalesini bu meyanda hatırlamamak elde değil. Müellif 1908 yılında tekrar yürürlüğe konan 1876 Kanun-ı Esasi’sinin herbir maddesini ele alıyor ve o maddenin dayandığı(nı söylediği) ayet ve hadisleri zikrediyor, hem de hiçbir zorlama emaresi göstermeden. Uzaktan ve şeklen bakarsanız lüzumsuz ve beyhude, hatta biraz gülümsetici bir gayret olarak göreceğiniz bu çaba ve eser, dönemin tartışmalarıyla birlikte yazarının müktesebatını, konumunu ve metnin ana siyasetini dikkate aldığınızda muhtemelen dilini ve maksadını –katılıp katılmamaktan bağımsız olarak- size açacaktır. (12.dipnot/ Bir özeti ve bazı örnekler için İslamcıların Siyasi Görüşleri kitabına bakılabilir, genişletilmiş 2.baskı, Dergâh, 2001, sf:190-192) (258)
-İmam Hatip Okullarına karşı 12 Eylül – Özal yönetimlerinin bakışı ve tutumu da farklı olmamıştır. Bildiğim kadarıyla 1980’den 19882e kadar yalnızca bir (evet sadece bir) İmam-Hatip Lisesi açılmıştır, onun da sebebi çok farklıdır. (O yıllarda Türkiye’nin değişik yerlerinde vatandaş tarafından yapılmış ve bitirilmiş 60 civarında İmam Hatip Lisesi açılış izni beklemesine ve 100 civarında okul talebi olmasına rağmen…)Meşhur Rabıta olayının patlak vermesinden sonra cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Kenan Evren’in İstanbul Gazeteciler Cemiyeti’nde yaptığı basın toplantısında (27 Mart 1987) bu okulları nasıl değerlendirdiği de hafızlarda olmasa bile kayıtlardadır. Boğazı sıkılan sadece İmam Hatip Okulları mı? Başörtüsü meselesinin bir problem haline gelişi/getirilişi de 12 Eylül’ün maharetlerinden. Ya sakal yasağı? (Gazeteci Metin Toker’in toprağı çınlasın! O günlerde sakal yasağını konu alan bir yazısında, hiç sıkılmadan yalnızca doktorların çeyrek sakalından bahsetmiş ve bunun üzerinden karara muhalefet şerhi düşmüştü. Emre Kongar da kendi çeyrek sakalını kurtarmak için üniversiteden istifa etmiş ama diğer ‘tam’ sakallılara ateş püskürmeye devam etmişti. Aydınların kendi vatandaşların çoğunu görmemesi çok enteresan ve çok garip bir halet-i ruhiye değil mi?) Ya tarikat ve cemaatlere uygulanan baskılar, şeyh ve hoca sürgünleri, takipler, göz hapisleri…(2.dipnot/ Rabıta basın toplantısında Cumhurbaşkanı Evren Süleymancılar cemaati için şunları söylemişti: ”Antalya’da Süleymancıların yurdunu gördükten sonra dava açılmasını ben istedim. Benim zorlamamla mahkûm oldular, mallarına da el konuldu. Fakat temyiz ettiler. Yargıtay mahkûmiyet kararını bozdu. Kenan Paşa ne yapsın!” Belli ki Paşa ve darbeciler Türk-İslam sentezi hesabına İslami oluşumları tersten destekliyor. Bu da bir yol.) (274)
-Arnold Toynbee’nin “Osmanlı yıkılmış, çökmüş bir devlet/medeniyet değil durdurulmuş bir devlet/medeniyettir” sözü ne kadar bir gerçeğe işaret ederse etsin bizim tarafımızdan aynı zamanda yanıltıcı hatta köreltici bir özelliğe ve vurguya sahiptir. Osmanlı tecrübesini daha ziyade hissiyat düzeyinde ve Cumhuriyet ideolojisine karşı savunanların bütünüyle sahiplendiği, bazan bir savunma aracı ve silah olarak kullandığı bu teşhis ve tespit ana mantığı itibariyle asırlara hükmederek gelen bir siyasi- kültürel yapıyı durduran (tasfiye eden) kişiler/kurumlar/devletler olarak sadece yabancılara-dışarıdan birilerine, kendinden başkasına, düşmana odaklanıyor, büyük ölçüde onları öne çıkarıyor. (295)
-Topçu’nun tarih telakkisi, 1071 Malazgirt Savaşı yani Anadolu’nun Müslümanlaşması ile başlayan “bin yıllık tarih” kavramsallaştırması etrafında vücut bulur. Aslında bu fikir Anadolucu düşüncenin bir kanadında; Dergah dergisi – Yahya Kemal çizgisinde vardır. Topçu’nun buna katkısı kültürün veya tarihin içinde “eriyik” olarak duran İslamın kurucu unsur olarak birinci sıraya çıkarılmasıyla alakalıdır. Sırf millet değil, bu topraklarda yaşayan insanlar da fiziki olarak kaç yaşında olursa olsunlar tevarüs ettikleri unsurlar itibariyle ruhen/tarihen bin yaşındadırlar. Bu tarihin, birbirini tanımladıkları için vazgeçilmez, aynı zamanda “milliyet” meselesini vuzuha kavuşturdukları için önemli üç unsuru vardır. Bunlar: İslam (din, kültür), Anadolu (toprak, vatan), Türk (insan, millet) (310)
-Necip Fazıl’ın fikri kronolojisini takip açısından Cumhuriyet ideolojisine ve bu ideolojinin tarih tezine yönelik tenkitlerinin ve reddiyelerinin İkinci Dünya Savaşı sonrası şartlarda ortaya çıkmaya başladığını ve çok partili hayata geçişle birlikte giderek sertleştiğini hatırda tutmak lazım. Çünkü dönüm noktası olarak sürekli vurguladığı, Nakşi şeyhi Abdülhakim Arvasi Efendi ile karşılaşıp tanışması, ondan “Ulu Hakan” fikrini alması 1933 yılına çıkmakla beraber 1939 yılında yazdığı “çerçeve”lerde ve 1943 Büyük Doğu’larında Mustafa Kemal Paşa ve İsmet İnönü lehinde medihkar yazılarının olduğu biliniyor. (1.dipnot/Bu yazılar 1940 yılında Semih Lütfi Kitabevi tarafından neşredilen Çerçeve-Günün Konuşmaları kitabına da alınmıştır. Mesela bk sf. 144-156. Ayrıca Büyük Doğu çıkmaya başladıktan sonraki benzer bir yazısı için bk. N.F. Kısakürek, “Atatürk Dirilecektir”, Büyük Doğu, Sayı:10, 19 İkinciteşrin 1943, sf:2) Asıl dönüm noktasının Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın “Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdat” başlıklı şiirini Büyük Doğu’nun 30 Mayıs 1947 tarihli 65.sayısında yayınlanmasıyla olduğu söylenebilir. Dergi bir sayı sonra kapatılacak ve Necip Fazıl da ilk defa tutuklanıp yargılanacak, hapse girecektir. Atatürk’ü Koruma Kanunu henüz çıkmamış olduğu için isnat edilen suç “Türklüğe hakaret”tir. (316)
-Necip Fazıl esas itibariyle Cumhuriyet ideolojisinin tarih anlayışının “hesabını görmek/defterini dürmek”, buradan devamlılığı olabilecek muhalif bir söylem ve hareket çıkarmak peşinde olduğu için 1924 sonrasına yoğunlaşmıştır. Tanzimatla, Meşrutiyetle, bazen daha öncesiyle uğraşması bile büyük ölçüde Cumhuriyet devri için yapmak istediği sert tenkitlere zemin hazırlamaya, onları haklılaştırmaya ve bunun üzerinden yeni bir bakış açısı geliştirme istikametindeki tezlerini kuvvetlendirmeye matuftur. Ulu Hakan ve Sultan Vahidüddin kitapları bile bunun için yazılmıştır dense esas itibariyle yanlış olmaz. Büyük Reşid Paşa’ya “küçük” yahut “çukur” dediği zaman bu onun cümlelerinde ve okuyucunun hafızasında neredeyse otomatik olarak Cumhuriyeti kuran kadro için de söylenmiş oluyor. (320-322)
-Sultan Abdülhamid’in tek parti iktidarı dağılmaya yüz tuttuğu andan itibaren milliyetçi muhafazakâr çevre tarafından “ulu hakan”, evliya padişah” olarak yeniden inşa edilmeye çalışılması ayrı ve problemli bir mesele olarak ele alınmalıdır. Buradaki Abdülhamit artık büyük ölçüde sembolik ve tarih dışı bir kurgudur; Cumhuriyet ideolojisinin karşı çıktığı Osmanlıyı, hatta İslam’ı temsil etmektedir ve Cumhuriyetin, Mustafa Kemal Paşa’nın karşısında konumlanmıştır. Siyasi muhalefet biçimi ve bazı fikrileri muhafaza etme tekniği itibariyle enteresan olan bu yeni ameliye İslamcıların Abdülhamit karşıtlığını tamamen anlaşılmaz, adeta din ve hilafet karşıtı bir hale getirecektir. Fakat bu anakronik bakış açısının getirdiği bir problemdir. İttihatçıların iğvasına kapılarak yahut basiretleri bağlandığı (!) için Sultan Abdülhamit’e karşı çıkan İslamcıların ve başkalarının sonradan pişman oldukları ve fikir değiştirdikleri yolunda milliyetçi-muhafazakâr çevrelerde yaygın ve kuvvetli bir kanaat vardır. Bu da bir kurgudan veya karşılığı olmayan safiyane bir temenniden ibarettir. Yukarıda isimleri zikredilen kişiler başta olmak üzere kimsenin “itiraf-ı zünub” ederek böyle bir pişmanlık beyanında bulunduğu yoktur. Bu tam bir tevatürdür. (342-343)
-”Büyük” tarih tesbit edip yazmadığı için Mareşal’in, çok yönlü bir hadise olan cenazesini kimin kıldırdığı meçhul bir mesela olarak kalmış. Halbuki “bizim” tarihimizde önemli bir yeri var bu kıldıran zatın; hem ağabeyim Mustafa Kara’nın Ankara İmam Hatip Okulu’ndan hem de benim Rize İmam Hatip Okulu’ndan naklen İstanbul İmam Hatip Okulu’na gelmemizi sağlayan, peşisıra bu büyük şehirde hamimiz olan zat o. Sakallarının rengi sebebiyle köyde Hacı Acem, İstanbul’da ise Sarı Hoca diye meşhur olan, Beyazıt Camisi ikinci imamı Hafız İsmail Atay. Kendisi köylümüz, babamın hafızlık yaptığı sırada ağabeyi. Hususiyetleri olan bir insandı. Yıllarca hatimle teravih kıldırmış kuvvetli bir hafız, vasıflı bir taş duvar ustası, kimseye temennası olmayan bir ahlak, vazifesine sadık bir kişilik, talebeleri gözeten yardımsever bir hoca, çocuklarının tahsiliyle yakından ilgilenen, o devrin şartlarında iki oğlunun (biri Prof.Dr.Hüseyin Atay) ve yeğeninin Bağdat’ta, Kahire’de yüksek dini eğitim almasını sağlayabilen bir baba. Hayatının en büyük hadiselerinden biri Mareşal’in tezkiyesini yapmış, cenazesini kıldırmış olmasaydı. O hiç değişmeyen Karadeniz şivesi ve pek gülmeyen ağır yüz ifadesiyle “Mareşal’i ben kıldırdım” der, bununla gurur duyardı. Cemaat Mareşal’in tabutu gibi onu da da Eyüp’e kadar (belki zaman zaman) omuzda taşımışlar. Hafız İsmail Atay resmi kayıtlarda 1904 doğumlu gözüküyor. Köylümüz Gümüşhanevi halifelerinden, Nakşi şeyhi Osman Niyazi Efendi’nin kardeşinin torunu. Hafızlığını köyde, dedesi ve Güneyce Kur’an Kursu’nun kurucu hocası Hacı Hafus’un yanında yaptıktan sonra bir miktar taş duvarcılık mesleğinde çalışıyor ve iyi bir usta oluyor. Yolu İstanbul’a düşünce 1 Ekim 1945 tarihinde İstanbul Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü’nde imam-hatip kadrosuna (halkın deyişiyle cenaze imamlığına) memur olarak atanıyor. Görevi yine İstanbul Mezarlıklar Müdürlüğünde olmak üzere kadrosu önce 1 Ocak 1950 tarihinde Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne, sonra 1 Mayıs 1950 tarihinde İstanbul Müftülüğü’ne aktarılıyor. Son görevi olan İstanbul Beyazıt Camisi (ikinci) imamlığı vazifesi 1 Ağustos 1952 tarihinde başlıyor, emekli olduğu 25 Ağustos 1976 tarihine kadar sürüyor. Vefat tarihi 7 Aralık 1982. Ümraniye Çakaldağı Mezarlığında medfun. (354-355)
-Karabekir’le Mustafa Kemal arasında ilk büyük ihtilaf Cumhuriyetin –kendisi değil- ilanının zamanlaması üzerinde cereyan etmiştir ki buna köklü bir ihtilaf denemez. Gerisi bir miktar siyaset etme anlayışı farklılığı ama esas itibariyle iktidar mücadelesi. Biraz daha ileri giderek, muhaliflerin, uzun müddet alenen, kenarda kaldıktan sonra da gizli olarak Mustafa Kemal’e olan hayranlık ve bağlılıklarının, ondan tekrar “vazife”ye davet beklentilerinin devam ettiği söylenebilir. (368)
-Kazım Karabekir’in damadı ve eserlerinin muhafazasında, havaların yumuşadığı bir tarihten (1990’lı yıllardan) sonra yayınlanmasında, orijinallerinin fotokopilerinin birden fazla araştırma merkezine intikal ettirilmesinde büyük gayretleri geçen makine mühendisi Prof. Dr. Faruk Özerengin’in (1919-2001) kendisiyle yapılan bir röportajda söylediklerinden bir parça: “Şunu kesinlikle söyleyeyim ki Kazım Karabekir Paşa şeriatçı değildi. Bir din devleti taraftarı da değildi. Halifeliğin muhafazasını istemesinin sebebi siyasi idi. Yani Türkiye’de İslam alemiyle irtibat sağlayacak bir makamın muhafaza edilmesi taraftarıydı. Nitekim kendi çocuklarına küçükken Alman hanım mürebbiye tutarak Almanca öğretmiş, piyano dersleri aldırtmıştı. Hanımı gayet iyi giyinir, başını açar, modayı takip ederdi. Karabekir tam manasıyla demokrattı. Çok iyi keman çalardı. Atatürkçüyüm denen zümreyi sevmeyen kimselerin tümü de Kazım Karabekir’i bayrak yaptı. Onu dinci ce inkılaplara karşı göstermek istiyorlar, tamamen aksine, eğer Karabekir’in tezleri kabul edilseydi bugün daha sakin, huzurlu bir memleket olurdu.
Teklif: Beş vakit namazını da düzenli olarak kılmaz mıydı?
Faruk Özerengin: Hayır. Zaman zaman orucunu tutardı. İlk zamanlar Cumalara gidermiş. Sonra artık Cumalara da gitmiyor.” (11.dipnot/ “İ.İnönü: Hilafet İçin Kanımızı Dökmeye Hazırız” - F.Özerengin’le Röportaj, Teklif, II/22, 16 Şubat-15 Mart 1990, s.26) Bu metinde muhtemelen gerçekler kadar sebepleri anlaşılabilecek bir savunma mekanizması ve tekniği ile Karabekir’i karşı çıkanlar nezdinde temize havale etme arayışları ve siyaseti de var. Yaygın bir hissiyat ve taktiktir bu. (369-370)
-Cumhuriyet ideolojisi kendine yeni bir yer / yeni bir yol açabilmek için din-tarih-gelenek'i bir diğerini ikame eden unsurlar olarak görmüş, öyle kabul etmiş ve herbir unsura karşı müdahale ve mücadelesini her üçüne karşı olabilecek şekilde birlikte yürütmüştü. Bazen kendince ve dar anlamda yorumladığı dini/İslamı tarihten, gelenekten tecrit ederek kabul eder gibi söylemler de üretiyordu ama bunlar hem çok sınırlı alanlarda cereyan ediyor hem de zayıf ve naif unsurlar olarak kalıyorlardı. 1940’lı yıllardan itibaren Cumhuriyet ideolojisine bir şekilde tenkitler yöneltmeye başlayan muhafazakar-milliyetçi-mütedeyyin aydınlar ve basın için de din-tarih-gelenek birlikte işleyen, bir diğerini besleyen mekanizmalar olmuştu. Diyelim ki yeni bir camiyi Osmanlı tarzında yapmak hem dini hem de tarihi ve geleneksel olana birlikte atıfta bulunuyordu. (Bugün de bulunuyor) Eski yazıyı, hattı, klasik Türk musikisini, halifeler yahut padişahlar tarihi kitaplarını devreye sokmaya çalışmak da böyle idi. (376)
Dergah Yayınları, Aralık 2023 basım, 1.baskı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder