22 Mayıs 2025

RESİMLİ CUMHURİYET DİN KİTABI 2.CİLT- İSMAİL KARA

-Syphilis hastalığının Türkçeye frengi yani gavur hastalığı olarak tercüme edilmesi bu noktada temsil gücü yüksek farklı bir örnek olarak hatırlanabilir. Halbuki Frengi yahut Efrencî tamıtamına Avrupaî demek(ti). (396)

-Bütün modernleşme tarihimizi etkisi altına alan medeniyet-kültür ayırımı da esas itibariyle bu şaşı bakışlardan, bu zihni çatlaklardan neşet edecek, boy verip yükselecektir. Taklit edilmesi, alınması gereken unsurlar dinden, dilden, kültürden ve coğrafyadan bağımsız üst bir çerçevede, bütün insanlığa (bu arada öncelikle yitik malı, hikmeti arayan Müslümanlara) ait unsurlar olarak “medeniyet” dairesinin içine alınacak (özellikle bilim ve teknoloji) buna karşılık düşmandan korunması gereken, düşmanınkilerden ayırd edilen dini, milli ve mahalli unsurlar da “kültür”ün altına yerleştirilecektir. Uyum (eski tabirle isti’nas ve ülfet) sağlanacaklar medeniyet hanesinde, mesafe konacaklar kültür kaleminde gözükecek. (401)

-Açıkça ifade edelim; başta akademisyenler olmak üzere herkesi büyülemiş gibi gözüken “öteki” edebiyatının Yahudi meselesini çözmekten, hadi biraz genişletelim, Avrupa’nın kendi Yahudi-Hristiyan iç çatışmalarını azaltmaktan, derin yarıklarını tamir etmekten başka felsefi bir kaygısı yahut derinliği olan “evrensel” güçlü bir yönü yok. Ne Avrupa’daki göçmenleri içine alıyor bu şık “öteki” dairesi ne de Türkleri, Müslümanları....Ya Çingeneleri, Moriskoları? Bir Yahudi olarak Levinas’ın “öteki” çerçevesi İsrail sınırlarına ulaştı mı dersiniz, hatta Kudüs Hristiyanlarına, Habeşistanlı Zenci Yahudilere? (408)

-İslam medeniyetinin bilim (fen bilimleri) merkezli anlatımları felsefi olarak ne kadar problemli ve yetersiz olursa olsun pratik olarak büyük bir soruya, şüpheye ve ihtiyaca cevap verdiği tartışma götürmez. Çünkü Avrupa ve Avrupa’nın gelişmişliği ve İslam dünyasına karşı “üstün” bir konuma yükselmesi ağırlıklı olarak bilim ve teknoloji üzerinden okunduğu için İslam tarihinin “bilim” vadisindeki başarıları öne çıkarılarak buradan bir savunma hattı inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bir adım ötede psikolojik olarak daha tatmin edici tasvirlerle karşılaşacağız; buna göre Avrupa’nın üzerinde yükseldiği bilim alanları ve değerler İslam dünyasından, Arapçadan tercüme edilerek aktarılmış, kendilerine mal edilmiştir. Kısaca Avrupa bir bakıma bizim eserimizdir. Bir kitap adı olan ve muhafazakârlar tarafından çok benimsenen “Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi” edebiyatı aslında bu mantığa çok denk düşecektir. (431)

-1.dipnot/ Bugün ilk ve orta öğretim, haklı üniforma karşıtlığı üzerinden “kılık kıyafetsiz” hale getirilmiştir ve bu karar gençlik yıllarında “okulsuz toplum” edebiyatıyla uğraşan akademisyen bir bakanın döneminde alınmış ve eğitimin kalitesiyle alakalı hiçbir gelişmenin olmadığı devrinde uygulamaya konuşmuştur. (444)

-Gerçek manasıyla olmayan din eğitiminin hikâyesi de bu sebeple bir asırdır muğlak, müphem ve alt düzeyde. Devamlı tartışıp durduğumuz şey teknik manasıyla ve dünyada anlaşıldığı şekliyle bir din eğitimi ve öğretimi değil, laik eğitim sistemi içindeki bir din kültürü eğitimi ve öğretimidir; din için, dini bir mantıkla, ona uygun bir muhteva ve programla, dindar insan yetiştirmek üzere yapılan, dini bilgi ve kişiliğe sahip kişilerce verilen bir din eğitim-öğretimi 1924 yılından beri hiç olmamış, resmen hiç tanınmamıştır. (457)

-Niyazi Berkes’in, “İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de yobazlarla papazların parende atma dönemi başlamıştır. Kemalist rejimi yobazlar lehine kurban eden politikacılar aynı şeyi papazlar için de yaptılar. Yararsız politik düşüncelere saplanarak yabancı bir patriği uluslararası diplomasi sahnesine çıkardılar” ifadeleri bu fevkalade dar ve sığ yaklaşımlara örnek olarak verilebilir. (4.dipnot/ N.Berkes, “Osmanlı İmparatorluğu ve Ortodoks Kilisesi” Teokrasi ve Laiklik içinde, İstanbul, Adam yayınları, 1984, sf:128. İlk yayını, Yön Dergisi III/81,84,90. 1964) (462)

-Dindarların veya mollaların daha modern görünme sevdaları bitmez. Besim Atalay (1882-1865) bir medreseli. İyi derecede Arapçası ve Farsçası var. Bir müddet muallimlik yapıyor. Birinci Meclis’ten itibaren uzun yıllar mebus. Türk Dil Kurumu üyesi. Türkçe sözlük ve kıymetli dil çalışmaları var. Divanu Lügati’t-Türk tercümesi başlı başına büyük bir iş. Maalesef bazı meslektaşları gibi devrimcilik aşkına o da yakalanmış. Öztürkçeciliği savunuyor, Türkçe Kur’an çalışmalarına hevesle katılıyor. 1931 yılında yayınladığı Cönk adlı kitapçık kendi mesleğini, hocalarını, meslektaşlarını, geleneksel din eğitimini küçümseyen, kötüleyen metin ve şiirlerle dolu. Çizimleri de var. Belli ki birilerini hulus çakıyor. (479)

-Modernleşme teşebbüslerinin erken tarihinden itibaren dinle irtibatlı konular hem hassasiyet gösterilmesi hem de çekinilmesi gereken nazik ve “tehlikeli” meseleler olagelmiş, böyle takip edilmiştir. Dinin kendi tabiatı ve mantığı hâkim olduğu zaman, siyasi merkezin yeni taleplerine, modernleşmeye halkın katılımını sağlamak ya mümkün olmuyor veya zorlaşıyor; buna karşılık zamanın icbarları ve ıslahat/reform projeleri istikametinde modern-uyumlu bir din yorumu ortaya koyulduğu, dini hayat ona uyarlandığı zaman da halktan ve mütedeyyin zümrelerden kopma veya uzaklaşma tehlikesi ve din merkezli muhalefetle karşılaşma riskleri zuhur ediyor. (494)

-10.dipnot / (Devrin Başbakanı) rahmetli Şemsettin Günaltay kalabalığa çıktığı vakit softa, bizimle baş başa aydın bir din bilgini idi. İlahiyat Fakültesi’ni kurduğu vakit “Fıkıh dersi koymadım, çünkü fıkhın temeli Kur’an’ın ‘muamelat’ ayetleridir. Bu ayetlerin hepsi de artık mensuhtur (hükümleri kaldırılmıştır) demişti.” Falih Rıfkı Atay, Atatürkçülük Nedir? Ak yayınları, İstanbul, 1966, sf:29) (502)

-İkinci şahitlik Darülfünun İlahiyat Fakültesi’nde hocalık ve yöneticilik yapmış, eğitim ve sanat alanındaki fikirleriyle etkili olmuş biri kişi olarak İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun 9 Mayıs 1949 tarihinde, TBMM’nde İlahiyat Fakültesi kanunu görüşülürken yaptığı konuşmadır:” Bir İlahiyat fakültesinin kurulmasından maksat medreseyi diriltmek değildir(...), bütün manasıyla ilim haysiyeti ve ilim karakteri taşıyan bir fakülte meydana getirmek(tir). Öylesine bir fakülte ki diğer fakültelerden hiçbir surette ayrılığı olmayacaktır. Bizim istediğimiz İslam İlahiyat Fakültesi’dir. Ama medrese değil, ilmi karakter taşıyan İslam İlahiyat Fakültesi; İslam dinini, İslam mezheplerini ilmi surette tetkik edecek bir ilmi fakülte. Tabir mazur görülsün, mahalli ihtiyaçları unutup da bilmem nasıl mücerret bir spekülasyon zihniyetiyle sosyoloji, metafizik içine batıp İslam dini bilgilerini prensip dışında bırakırsa maksat hasıl olmaz.(...) İlahiyat Fakültesi İslamiyet'i bütün olarak tetkik etmekle beraber metotlarında, meselelerinde müsbet ilimlere dayanmalıdır.(...) Bu İlahiyat Fakültesi ikinci defa Türkiye’de açılıyor. İlk defa İstanbul Üniversitesi’nde kurulmuştu. O İlahiyat Fakültesi’nde benim de mesuliyetim vardı. Bir nevi sosyoloji fakültesi yaptık. Fakat burada yeni fakültede İslami bilgiler esas, sosyolojik bilgiler yardımcı olacaktır.” (12.dipnot/ TBMM Tutanaklar Dergisi, Dönem: VIII, 3.Oturum, XX, 279) 1924 yılında kurulan İstanbul Darülfünunu İlahiyat Fakültesi için “sosyoloji fakültesi” tabirinin kullanılması, Türkiye’deki İlahiyat Fakültelerinin kuruluş mantığının ana karakterine ve teknik manada doğrudan din eğitimi olmadığına işaret ediyor. Bugün için de bir ölçüde geçerli olan önemli bir tesbittir bu; din eğitimi yapmakla din üzerine araştırma yapabilecek bir eğitim yapmak ayrı ayrı şeylerdir. Kurumun adının ilk müzakere ve tekliflerde olduğu gibi “İslam İlahiyat Fakültesi” değil sadece İlahiyat Fakültesi olması da dikkat çekici olmalı. (502-504)

-13.dipnot/ Ankara İlahiyat Fakültesi’nde hocalık yapmış olan Hilmi Ziya Ülken’in ders ağırlıkları ve din ilimleri ile modern din bilimleri arasındaki geçişkenliklerle alakalı sardettiği görüşler de önemlidir. Ülken ayrıca dini ilimlerin hakkıyla tahsil edilmesiyle laiklik arasında bir aykırılık olmadığını beyan etmekte, bunun üzerinden İlahiyatın yetersizliği ve dini ilimlerin üst düzeyde tahsilinin zaruretini dile getirmektedir. Bk. “Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken Din İçin Ne Diyor?” haz. M. Yurter, Din Yolu, sayı:7, 3 Mayıs 1956, sf:13) (504)

-YÖK cenapları bu sıralar (2016) İlahiyat Fakültelerinde Felsefe grubu dersleri kaç saat okutulsun diye üzerine vazife olmayan ve yanlış uyarılmış işlerle uğraşıp yersiz tasarruflarda bulunacağına (7.dipnot/ Bu anlamsız çalışmaları muhtemelen YÖK Başkanı Yekta Saraç’ın direktifleriyle, o yıllarda Yüksek Öğretim Kurulu üyesi olan ilahiyatçı-hadisçi bir meslektaşımız, İbrahim Hatiboğlu yürütüyordu maalesef.) böyle biraz daha ciddi ve ilahiyatı da ilgilendiren meselelerle alakadar olsa daha iyi ve yerinde olur zannederim. (520)

- Zor ve uzun, bir o kadar da mühim bir bahse sansüre uğramış dikkat çekici bir iktibasla başlayalım isterseniz: “Harf Devrimi’nin tek amacı ve hatta en önemli amacı, okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Devrimin temel gayelerinden biri, yeni nesillere, geçmişin kapılarını kapamak, Arap – İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri, eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.” Devrimlerin ruhu dahil birçok şeyi ele veren bu sözler kendi beyanlarına göre Harf İnkılabı’ndan sonra bir daha hiç eski harflerle yazı yazmayan Milli Şef İsmet İnönü’ye ait. Sabahattin Selek tarafından derlenip hazırlanan ve 1968-69 yılında neşredilen İnönü’nün Hatıraları kitabında geçiyor bu açık mesajlı cümleler. Bu kadar açıklık kurucuların şan u şöhreti, devrimlerin sıhhat u selameti için mahzurlu bulunmuş olacak ki –herhalde Paşa’nın arzusu ve ricasiyle- sonraki baskılardan sansürlenmiş. (1.dipnot/ Zikreden Yusuf Kaplan, “Dil Devrimi Türkçenin İslami Ruhunu Yok Etti” Yeni Şafak, 27 Eylül 2020) (525)

-Hâlbuki XIX. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren yarım asırdan fazla bir zaman Anadolu, Rumeli, Adalar, Kırım, Kafkasya, İran Azerbaycan’ı, Kazan, Taşkent ve Kahire dâhil birçok Arap bölgesinin Türkçesini, alfabe ve matbuat imlasını birbirine yakınlaştırmak ve bunun üzerinden haberleşmeyi, dayanışmayı güçlendirmek, seyahatler yoluyla tanışma ve ticareti artırmak, dini-devleti-milleti kurtarmak, yeni bir İslam dünyası ve paralel olarak yeni bir Müslüman Türk coğrafyası inşa etmek için ne kadar emek verilmişti. Belli bir başarı da sağlanmıştı bu politikalar ve gayretlerle. Türkiye bunun neticelerini ve ürünlerini Milli Mücadele sırasında bile bu bölgelerden aldığı fiili yardımlarla, maddi-manevi desteklerle görmüştü. Harf İnkılabı bu zeminin en kuvvetli unsurunu ortadan kaldırıyor, Türk ve İslam âlemiyle irtibatların en güçlü ve modern(leştirilmiş) aracını kullanılamaz hale getiriyordu. Elbette bilerek. Peki, ne kadarı kendi iradeleriyle? İşte orada pek de araştırılmamış epeyice soru işareti var.(Harf İnkılabına karşı çıkan sağ muhafazakâr-mütedeyyin cenah da inkılapçılar gibi hissiyat-hamaset düzeyinde bir söylem tutturmayı tercih etmiş, bu kolay yolun ötesine geçememiştir) (530)

-Aynı Cemal Hüsnü Tagay, “İstanbul’da Yüksek Muallim Mektebini ziyaret etmiş ve o sırada eski harflerle yazılı notlardan ders çalışan Ahmet Kutsi’nin yanına gelerek “Bu nedir?” diye sormuş. “Ders notları efendim” cevabını alınca, “Fakat bu Arap harfleriyle…” diye öfkelenip bas bas bağırmaya başlamış: “Arap harfleriyle yazmak vatana ihanettir” demiştir. (9.dipnot/ Beşir Ayvazoğlu, Ateş Denizi, İstanbul, Kapı yayınları, 2013, sf:253) (538)

-Of civarında yaklaşık kırk yıl bir taraftan Diyanet İşleri Başkanlğı’na bağlı olarak resmi dini vazifelerini sürdürürken aynı zamanda fahri olarak medrese dersleri okutan, daha doğrusu evini medrese haline getirerek onlarca icazet almış talebe yetiştiren Hasan Rami Yavuz Hoca (öl. 1982) talebelerinde “molla”lığa ilaveten tamamlayıcı üç hususiyetin daha bulunmasını istermiş. Bunlardan biri de eski harflerle düzgün yazmayı/yazışmayı öğrenmek. (Diğer ikisi kıraat ilmiyle ilgilenecek düzeyde Kur’an okuyuşunu üst seviyeye çıkarmak ve bir tarikata müntesip olmak). (551)

-12 Eylül darbesinin başındaki kişi olarak 1917 doğumlu Kenan Evren’in bile eski harflerle not tuttuğu gazetelere haber olmuştu. Aziz Nesin’in 5 Aralık 1980 gibi geç bir tarihte Necip Fazıl’a eski harflerle yazdığı ve faksimilesi neşredilmiş bir mektubu var. Sadece İnönü’nün 1928’den sonra ‘inat’la eski harflerle bir kelime bile yazmadığı bilinir. (552)

-Son yıllarda İsmet Özel’in öncülüğünde kurulan İstiklal Marşı Derneği dışarıdan bakınca şimdiye kadar olanlara, yapılanlara benzeyen ama hem düşünce zemini ve ufku hem de ortaya koyup uyguladığı örnekler itibariyle yeni bir şey söylüyor, yapıyor: Harflerimizi geri almakla şahsiyetimize sahip çıkmak aynı manaya gelir ve İslam harfleri Türk harfleridir, diyor. (564)

-Bilmem dikkat ettiniz mi? 1876’dan 1922 yılına kadar Osmanlı meclislerinde dini hiçbir öge ve sembole yer verilmemiştir. Bunun esas veya tek sebebi, zannediyorum Meclis’te gayrimüslim milletvekillerinin de bulunması ve müsavat politikalarının haleldar olmaması fikri idi. (574) Bu süreçteki İttihad-ı İslam politikalarına, hilafetin takviyesine, cihad fetvasına rağmen meclis, kenarda köşede gözüken Osmanlı arması hariç –ki o da konumuz itibariyle dolaylı bir sembol sayılabilir ancak- “soyulmuş” bir halde bulunuyordu. Bu zaviyeden bakılınca Ankara’da açılan yeni Meclis, sancak-ı şerif dâhil olmak üzere kıyas kabul etmeyecek şekilde dini sembollerle doludur denebilir. Bunlardan biri de (muhtemelen en kuvvetlisi) meclis başkanlık kürsüsünün arkasındaki, talik hatla yazılmış nefis “Ve emruhum şûrâ beynehum” ayeti istifidir.(“Müminlerin işleri aralarında şura iledir” Şura 42/36. (576)

-Meşrutiyet rejimini –sonra cumhuriyete, sonra demokrasiye uzanacak şekilde- İslam’ın/ana kaynakların emrettiği, aradığı, Müslümanlığın tarihinin ilk yarım yüzyılında (Hz. Peygamber ve hulefâ-yı raşidin devrinde) uyguladığı sistem olarak anlamak ve anlatmak da bu sistemin içindeki batılı/yabancı unsurları, hatta Osmanlı Devleti dahil olmak üzere İslam coğrafyalarına yönelik Avrupa merkezli dayatmaları, icbarları büyük ölçüde görünmez kıldı, belki de önemsiz hale getirdi(bugün de kılıyor, getiriyor)(584)

-Peki, –anayasayı şimdilik bir tarafa bırakırsak- İslam dünyasında, Osmanlı Devleti’nde ve Türkiye’de meclis hangi dini-felsefi temeller, tarihi tecrübeler ve sosyal-kültürel realiteler üzerine oturacaktı? Meclis, esas itibariyle “temsil” yeri ve milletin “temsilcileri”nin bulunduğu bir mekân ise milletvekilleri ve partiler hangi sınıfları, hangi grupları, bunlarla irtibatlı olarak hangi inanç ve fikirleri temsil edecekti? Yoksa ana hedef sistem değişikliğinden, halife-padişahın hak ve yetkilerini sınırlandırmaktan, onları halka/millete veriyoruz sloganı üzerinden bir grup insana, memur ve bürokrata aktarmaktan ibaret mi idi? Bu sorular bir iki istisna hariç dün de bugün de Türk demokrasisinin ve meclis fikri üzerinde kafa yoranların büyük ölçüde atladığı, atlamayı tercih ettiği, halk/millet, inkılap edebiyatı yahut iktidarı gökten yere indirmek, kulu birey yapmak gibi sloganlarla örttüğü (isterseniz cevaplayamadığı diyelim) meselelerdir. (586)

-Cumhuriyet tarihinde laiklikle ve en geniş manasıyla dinle alakalı meseleleri partilerinin resmi bir faaliyeti olarak uzun uzadıya ve bir şekilde kamuya açık olarak tartışan ve kendilerine ayak bağı olacağını düşünmeden bu müzakereleri kitaplaştıran tek parti Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Maalesef CHP’nin de çoktan unuttuğu soğuk tarihi realite bu. (595)

-Ezanın yeniden Arapça okunması meselesi, DP tarafından 1946 seçimleri arifesinde gündeme getirilmişti. (İlk defa Fuat Köprülü’nün Ankara Çubuk’ta yaptığı bir konuşmada açıkça “iktidara gelirsek ezanı Arapça okutacağız” dediği rivayet edilir). Bu etkili ve hemen karşılık bulan slogan, hem Ankara’nın yüksek tepelerinde, CHP’de ve üst bürokraside hem de Meclis’te büyük tedirginliklere sebebiyet vermişti. Çünkü bir defa ok yaydan çıkmıştı. Artık Türkçe ezanı açıkça savunamayacak olan CHP’nin elinde din istismarı ve irtica bayraklarını yükseltmekten başka çare kalmıyordu. (616)

-Yine DP’nin çıkardığı Atatürk’ü Koruma Kanunu bir başka 163.Madde idi. Malatya suikastı, Ticaniler-Pilavoğlu hadisesi gibi etkileri yaygın ve güçlü olan(muhtemelen) uyarılmış olaylar muhafazakâr partileri ve siyasetçileri din ve laiklik konusunda nizamnamelerinde, seçim vaatlerinde dile getirdiklerinin tamamen aksi istikametinde tutumlar takınmaya, icraatta bulunmaya zorlamaktaydı. (618)

-Kürt açılımının konuşulduğu, Ergenekon soruşturmalarının canlılığını muhafaza ettiği bir ortamda, 5 Ekim 2009 gecesi kurulmuş olan İstanbul’un kurtuluş yıldönümü mahyaları: “Ordumuza Şükran Borçluyuz” (Sultanahmet), “Ne Mutlu Türküm Diyene” (Süleymaniye), “Önce Vatan” (Eyüp), “Kurtuluşun Kutlu Olsun”(Üsküdar, Yeni Valide) Kim tarafından ve nasıl planlandığı pek de anlaşılamayan bu şaşırtıcı mahyalar basın-yayın dünyasında bir kısmı sert denilebilecek bazı tartışmalara sebep olmuştur. (11.dipnot/ Bu mahyalarla ilgili ilk haber-yorum Dünya Bülteni sitesinde çıktı: “Camilere Türkçü Açılımı: Süleymaniye’ye Siyasi Mahya Asıldı”, 6 Ekim 2009. Bir gün sonraki Hürriyet’te (7 Ekim 2009) iki haber çıktı; birinci sayfada, sürmanşetteki “Mahyadan Mesaj” başlıklı idi. İç sayfalarda yer alan “Diyanet’ten Mahya Açıklaması” nda ise bu mahyaların İstanbul Müftülüğü ile görüşülmeden İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından tesbit edilip asıldığı beyan ediliyordu. Bir gün sonraki Taraf’ta (8 Ekim 2009) Yıldıray Oğur’un başlığı da enteresan olan köşe yazısı çıktı:” O Mahyaların Altında Namaz Olur Mu?” (642)

-Yeni filizlenen bu İslam Dünyası fikirleri çokpartili hayata geçiş aşamasında muhalif bir eda ile kurulan partilerin program ve söylemlerine de yansıyacaktır. 1945 yılında kurulan Millet Partisi’nin İslam birliğini savunması, 1946’da kurulan Sosyal Adalet Partisi’nin Dünya Müslümanları Birliği’ni destekleme hedefi, aynı tarihte kurulan ve laiklik prensibine programında yer vermeyen İslam Koruma Partisi’nin tüzüğünde İslam birliği ve Müslümanların dayanışması ifadelerinin geçmesi, 1947 yılında kurulan Türk Muhafazakar Partisi’nin programının İslamcı söylemler ve Siyonizm karşıtı ifadeler barındırması gibi misaller toplumda da karşılık bulmaya başlayan “dini canlanma”nın siyasetteki tezahürleri sayılabilir. Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni’nin, İslam Demokrat Partisi kurucusu ve şedit bir Siyonizm karşıtı söylem oluşturan Cevat Rıfat Atilhan’a gönderdiği tebrik mesajında, “(…) umum beşerin ve hususi ile İslam memleketlerinin müptela olduğu ve dünyanın her köşesinde mebadi-i diniye ile düşmanı olan Siyonist teşkilatına karşı olan cihadınızı takdir ve tebrik ederim” ifadelerine yer vermesi de bu yeni süreci bir parçası olarak mütalaa edilebilir. (3.dipnot/ Rıfat Bali, “Cevat Rıfat N. Atilhan” Tarih ve Toplum, sayı 175, Temmuz 1998, sf:23) (648-649)

-Türkiye’de din derslerinin, İmam Hatip Okulu ve İlahiyat Fakültesinin yeniden konuşulduğu bir tarih dönemecinde, 1948’de Meclis Milli Eğitim Komisyonu Başkanı Tahsin Banguoğlu’nun kurulacak İlahiyat Fakültesi konusunda fikir edinmek için Kahire’ye gittiğine ve Ezher şeyhi ile bu meseleyi görüştüğüne inanır mısınız? (10.dipnot/ “Din Öğretimini Teşkilatlandırmağa Dair Araştırmalar” , Selamet, Sayı:51, 7 Mayıs 1948, sf:6) Bence bu sadece teknik bir ziyaret değil, yeni İslam Dünyası fikriyle alakalı. (653)

-Bu fikrin merkezinde, kaynaklara dönüş üzerinden inşa edilen yeni (dar ve sade) yorumuyla Yeni Selefi İslam yorumu vardır. Türk, gayrıtürk bütün Müslüman Osmanlı tebaası (geniş yorumda Osmanlı toprakları dışındaki Müslümanlar dahil) mezhep, meşrep, coğrafya, nesep farklılıkları hesaba katılmaksızın, yeni İslam/Müslümanlık yorumunun da yardımıyla bir, eşit ve kardeştir, bir, eşit ve kardeş haline getirilmelidir. Kolaylıkla tahmin edilebileceği üzere mezhep, meşrep farklılıklarının yani tarihi, İslam tarihi içinde oluşmuş ilmi, siyasi, fikri kabulleri, teamülleri ve anlayışları, sosyal statüleri esas almayarak, onları törpüleyerek birlik arayan bir İslam anlayışı elbette yeni bir din yorumu olacaktır. İslamcılık fikriyatı ve hareketi dediğimiz tam da budur, zaman zaman İttihad-ı İslamla aynı şey kabul edilmesinin ana sebebi de bu olmalıdır. (660)

-Lozan süreci ve sonrası birçok şeyi belirsiz, bulaşık ve biçimsiz hale getirmesine rağmen Türkün, Türk üzerinden kurulan siyasi birlik ve milliyetin aynı zamanda milliyet haline gelmiş İslam'dan ve milli kimlik haline gelmiş Müslümanlıktan başka tam bir karşılığı yoktu. Aslında bugün de yoktur. O kadar yoktu ve yok ki Lozan Antlaşmasının öngördüğü mübadele ırken Türk oldukları ve Türkçe konuştukları halde gayrı müslim olanlar Rum ve gavur muamelesi görerek Yunanistan’a gönderildiler. Buna karşılık Adalar’dan, Yunanistan’ın değişik bölgelerinden ırken Türk olmayan, Türkçeyi çok zayıf bilen, bir kısmı hiç bilmeyen yüzbinlerce kişi Müslüman oldukları için Türk/Müslüman Türk olarak Anadolu topraklarına gelip yerleştiler, Anadolu’yu hiç değilse nüfus yüzdeleri itibariyle bir daha Müslümanlaştırdılar. (664)

-Vehhabilik de görünürde bir dini hareketti ve İslam dinini aslına irca etmeyi, dini yenilemeyi teklif ediyordu. O kadar ki Çağdaş İslam düşüncesinde, İslamcılık fikriyatında, radikal İslami hareketlerde –bunlar isterse Türkiye’de olsun- Vehhabilik çok büyük ölçüde isyan hareketi tarafıyla değil tecdid ve ihya hareketi olarak ele alınmıştır, alınmaktadır. Muhammed b. Abdulvehhab da sadece öncü bir müceddid, mübeşşir bir ihyacı. Bu çok nakıs ve hatta safiyane bir bakış ve unsurlarının sıralaması altüst olmuş, tarihsiz bir değerlendirme biçimidir. Hele çok taraflı olarak tarihsiz ve talihsiz kalmış, mukaddes beldeler için yaptıkları unutturulmuş, tahrip edilmiş Türkiye için. (672)

-Cumhuriyet idaresinin 1924 sonrası döneminde, tek partili yıllarda döviz yokluğu, bulaşıcı hastalıklar gibi ilk bakışta makul gözükebilecek gerekçelerle haccın yasaklanması sadece ilk akla gelebilecek katı laiklik politikalarıyla açıklanamaz. Bu yasakta hac ibadetinin yeni “İslam Dünyası” ve İslam birliği fikriyle aynileşen manası ve fonksiyonu birinci derecede etkili olmuştur. II. Dünya Savaşı sonrası şartlarda, 1947 yılında hacca izin verilmeye başlandığı zaman ise artık bu mana ve fonksiyonlar Türkiye’den, İslam dünyasından hayli uzaklaşmış ve çekilmiş vaziyettedir. (673)

-1.dipnot/ İsrail kurulmadan 23 yıl önce Kudüs’te Scopus Dağı’nda (Cebelü’l-Meşarif) faaliyete geçen İbrani Üniversitesi’nin gerçek kuruluş senesi 1918’dir ve bu tarih Osmanlıların Kudüs’ten, Filistin’den çekilmelerinden hemen sonraya tekabül etmektedir. 1918 yılında kurulan üniversitenin 100 büyük bağışçısı arasında Albert Einstein, Sigmund Freud, Martin Buber, Haim Weizmann da vardır. (676)

-7-17 Aralık 1931 tarihleri arasında aktedilen Kudüs İslam Kongresi’nin (açılış günü Mirac Kandili günüdür ve kongre Mescid-i Aksa’da başlamıştır) kararlarının yürürlüğe konması ve takibi mümkün olmasa da 1926 yılında Kahire ve Mekke’de yapılan Hilafet Kongrelerinin bir devamı ve 1969’da kurulan İslam Konferansı Teşkilatı’nın (şimdi İslam İş birliği Örgütü) nüvesi olarak değerlendirildiğini zikredelim. Kudüs ve civarındaki Yahudi yerleşimi ve İsrail devleti karşıtı bir sürece işaret ettiği için özellikle Yahudi akademisyenler tarafından Panislamist hareketlerin ve faaliyetlerin önemli bir merhalesi olarak kabul ettirilmek istendiği de bir vakıadır. (683-84)

-Şimdi siyasi irtibatlarından bağımsız olarak sadece İslamiyet'in ihyası, ıslahı, tecdidi gibi güzel ve meşru kelime-kavramlarla ele alınan Mısır ve Suriye merkezli Yeni Selefilik, İslam Uyanışı ve Arap hilafet hareketleri, Hicaz merkezli Vehhabiliğin yeniden canlanışı, Irak ve İran merkezli Şiiliğin yeniden koordinatlarının belirlenmesi...bunların hepsi Osmanlı Devleti ve İslam dünyasının alacağı yeni şekillerle doğrudan alakalı düşünceler ve bir tarafıyla operasyonlardı aynı zamanda. İslamcılık, Çağdaş İslam Düşüncesi dediğimiz biraz da (sadece değil) bunlardı. Elbette ilmi, fikri tarafları da vardı. (694-95)

-Müslüman kardeşler teşkilatının kontrol edilemez hale geliş tarihinin Filistin ve Kudüs meselesine bir şekilde müdahil olması (dahil edilmesi) ile başladığını biliyor musunuz? Filistinlilerin 1936’da İngiliz manda yönetimine karşı başlattıkları mücadele ve ayaklanma 1928’den beri farklı bir üslup ve önceliklerle yürüyen Müslüman kardeşler hareketi içinde yapısal ve fikri değişikliklerin kaynağı veya muharrik gücü oldu.(702) Bir taraftan hareket büyüdü, gelişti, ilk defa (evet ilk defa) Mısır sınırları dışına taştı fakat diğer taraftan giderek daha fazla dış müdahaleye açık ve kendileri tarafından bütünüyle kontrol edilemez hale geldi. Hareketin kurucusu Hasan el-Benna’nın bu yeni şartlarda otoriteyi sağlamak istikametindeki bütün çabalarına ve karizmatik liderliğini kullanarak aldığı tedbirlere rağmen o güne kadar olmayan şeyler olmaya başladı; siyasileşme ve siyasi eylem talepleri arttı; teşkilat ilk defa miting ve gösteri yürüyüşleri düzenledi, ilk defa polisle çatıştı; ilk defa kaçak yollardan dışarıya/Filistin’e kendi matbaalarında bastıkları broşürleri sokmaya teşebbüs etti; el-Benna ilk defa tutuklandı; ilk defa İhvan içinde silahlı mücadele dahil radikal yönelişler görülmeye, bu istikametteki talepler işitilmeye başladı; nihayet bütün bu süreçler beklenebileceği üzere siyasi merkezle işbirliği taleplerini ve mecburiyetlerini takviye etti, bazı siyasi partiler ve liderle açıkça teşkilat tarafından desteklendi… İhvan içindeki ilk büyük kopuş olan “Muhammed Gençliği” yapılanması bu süreçlerin neticesinde ortaya çıktı. (6.dipnot/ Bu konuda vasıflı bir özet için bk. Brynjar Lia, Müslüman Kardeşlerin Doğuşu 1928-1942, 3.baskı, Ekin yay, 2014, sf:311-370. Ayrıca bk. Hasan el-Benna, Hatıralarım, Düşünce Yay, 1981, Sf:379. Hatıratın bu son bölümlerine kadar Siyonizm ve Yahudilikten bahis yoktur. Ama bu tarihten itibaren özellikle de 1948’den sonra İslam dünyasındaki bütün hareketlerde Siyonizm ve Yahudilikle ilgili söylemler, sloganlar ilk sıraya çıkacaktır. (704)

-Hususen İslamcıların İran devrimine verdikleri hissi destek ve duydukları heyecan ile bilgi seviyeleri arasında büyük bir uçurum vardı. MSP-Erbakan hareketinin üst kadrosu ve çevresi de öyle idi. Tarikat-cemaat çevreleri ve hocalar düşünce ve hissiyat olarak İran’la, Şiilikle mesafeli idiler ama bu mesafe bilgiyle irtibatlı değildi, “beşinci kol” deyip duruyorlardı. O dönemin Tercüman, Milli Gazete, Yeni Devir, Ortadoğu gazetelerine ve bu çevrelerin çıkardığı dergilere bakmak bilgi ve ilgi seviyelerinin derecesi konusunda fikir edinmek için yeterli olacaktır sanırım. (Nisbi olarak iki istinası vardı bunun: biri İranlı müelliflerden ilk tercümeleri de yayınlayan, Ali Bulaç yönetimindeki Düşünce Yayınevi’nin bastığı Mehmed Kerim imzalı ve Mayıs 1979 baskı tarihli İran İslam Devrimi kitabı, diğeri de Ortadoğu ve Filistin ilgisine İran’ı da dahil eden Cengiz Çandar’ın Ocak 1981 baskı tarihli Dünden Yarına İran kitabı. Çandar’ın o sıralarda yazdığı gazete yazılarının gözden geçirilmiş hallerinden oluşan eseri, devrimin daha da meşhur ettiği “Her Gün Aşura Her Yer Kerbela” sloganını gündeme taşımıştı ve bütün zaaflarına rağmen o günlerin Türkiyesi’nde adeta bir el kitabı olmuştu. O zamanın ismi bilinen İslamcı yazarları bir iki doğru dürüst bilgi, haber ve yorum duyabilmek için Çandar’ın etrafında dolaşırlardı) (1.dipnot/ Erken kitaplardan ikisi daha: Ayşegül Dora Güney, İran’da Devrim, Haziran yayınları, Ağustos 1979, İlhan Selçuk’un önsözü ile; Abdullah Yaman, İran Devrim İdeolojisi ve Humeyni, Konak yayınları, 1979) (711)

-İran inkılabının muhtemelen bulduğu karşılıkların en önemlisi, Türkiye dahil Sünni İslam dünyasında İslam tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar Şiiliğin merak edilip öğrenilmesi ve İranlı Şii müelliflerin eserlerinin, Batılıların İran’a dair çalışmalarının diğer Müslüman ülke dillerine, bu arada Türkçeye tercüme edilmesi oldu. (712)

-28 Şubat süreci “laik” kesimde Mustafa Kemal Paşa ile de irtibatlandırılmış yeni bir dindarlığın, tabiri caizse “Atatürkçü dindarlığın” inşası ve yaygınlaştırılması için çaba göstermiştir. Bu yeni ve farklı zaviyelerden üzerinde durulmaya değer bir süreçtir ve bugünden bakılırsa kısmen “başarılı” olduğu söylenebilir. (742)

-Ankara İlahiyat Fakültesi hocalarından, sonra İzmir İlahiyatta dekanlık yapmış Ethem Ruhi Fığlalı 28 Şubat sürecinde Muğla Üniversitesi rektörü iken komutanlara dini konferanslar vermeye devam ettiğini söylüyor. Bk. Yeni Ufuk, 21 Haziran 1997, sf:5. Gazeteye verdiği röportajda 7 yıldır Genelkurmay’da bu tür konferanslar verdiğini belirten Fığlalı şunları da ekliyor: “İktidardaki partinin (Refah Partisinin) dini bu derece çıkar aracı haline getirmesi askerleri fazlasıyla rahatsız etmiş. Genelkurmay halka karşı bir tavır almış durumda görüntüsünden oldukça rahatsız. Genelkurmay’da Türk Müslümanlığının Arap, Acem Müslümanlığıyla yer değiştirmesine karşı bir tepki var. Halkın laiklikle ilgili bir problemi yok.” (745)

-Bir gazete ve dergi ile vaaz etmek ve bunu yüceltmek, yüzyüze insanlara dini anlatmak ve bir hissiyatı nakletmekten daha yukarılara çıkarmak…”Bugün saye-i matbuatta sözlerini meydan-ı intişara koyanlar bir bakıma müderris-i âm ve bir bakıma vaiz hükmündedirler”(Ahmed Midhat Efendi), “Gazete bir vaiz-i kürsi-nişindir” (Münif Paşa) veya “Bugünkü günde kürsi-i vaaz u irşad kuşe-i medaristen ziyade sahayif-i matbuattır” (Babanzade Ahmed Naim) gibi ifadeler, etkileri bugünlere kadar gelen bir yaygınlığa ve karşılık bulmuş bir ön kabule işaret ediyor. (2.dipnot/Tunalı Hilmi başta olmak üzere İttihatçıların muhalif bazı metinlerini Hutbe adıyla yayınlaması da benzer bir mantığın uzantısı olmalı. Her kesimin Hutbe ve Mevaiz kitapları kendilerine göre. Herkes kendi davasını ve iddiasını hutbe ve vaazlar yoluyla (da) dile getirmek istiyor. İlmiye mensuplarının ve şeyhlerin de hevesle, safça (safiyetle!) ve kolaylıkla aynı vadiye doğru akmalarının saikleri ve psikolojisi daha tafsilatlı bir araştırmayı hak ediyor. Çünkü bu kanaat hem doğru değil hem de matbuat denen alanın tabiatı ve ana karakterleri üzerine yoğunlaşmadığı için neticeleri çok farklı olacaktır. (754)

-Telifi 12 yıl süren Hak Dini Kur’an Dili’nin ilk baskısı 1935-1939 yılları arasında Diyanet tarafından 9 cilt halinde yapılıyor. Beş bin adetlik ilk baskının bir kısmı ücretsiz dağıtıldığı için kısa zamanda mevcudu tükenmiş olmasına rağmen 2.baskısı ancak 22 yıl sonra 1960’ta özel sektörce (ailenin desteğiyle Nebioğlu Yayınları tarafından) 3.baskısı ise 1971’de yine özel sektörce (Eser Neşriyat) her ikisi de ilk baskının klişe yahut ofset usulüyle tıpkıbasımı olarak yapılabilmiştir. (765)

-Hacca izin verilmesine bulaşıcı hastalık ve döviz israfı gerekçeleriyle karşı çıkan muhafazakar akademisyen Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun, “Bir çeyrek asırlık ömrü olan nesil, hacca ve hacılığa dair bir şey bilmezken birdenbire 1947 senesi matbuatındaki (hacla ilgili) havadis karşısında afallıyor, kendisinin Amerika sevdası yanında babasının Hicaz yolculuğu ve Cumhuriyet hükümetinin buna müsaadesi karşısında şaşalıyor, kambiyo dairesinin önü dairenin başka işlerini haftalarca geri bırakacak derecede döviz müsaadesi isteyenlerle dolup taşıyor.” ifadeleriyle başlayan ve “hac ibadetinin geçmişte kalması gereken bir ziyaret olduğu” görüşüne bile yer veren yazısına muhafazakar-mütedeyyin çevrelerden ve basından sert ve haklı tepkiler gelecektir. (2.dipnot/ Eşref Edip’in tepki ve tenkitleri için bk. “Müslümanların Mukaddesatına Tecavüz Eden Saygısız Bir Profesör”, İslam-Türk Ansiklopedisi Mecmuası, II/85, Kasım 1947, sf:7-12) (777)

Dergah Yayınları, 1.baskı, Aralık 2023

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...