22 Mayıs 2025

RESİMLİ CUMHURİYET DİN KİTABI 3.CİLT - İSMAİL KARA

-Cemaatler fikri ve fiili yapıları itibariyle sadece kendilerini korumakla kalmamış, daha umumi manasıyla Türkiye’de dini alanın ve dindarlığın, geleneksel ve modern din eğitiminin ve camiler başta olmak üzere hayır kurumlarının, dindarâne yaşayışın, maneviyatın, dayanışmanın, mütedeyyin dilin ve üslubun...da devamına, değişerek gelişmesine, giderek meşrulaşmasına zemin hazırlamış, destek vermiştir. (813)

-Cemaat adamı aslında orta ve ortalama adamdır. Cemaatların maneviyat ve hissiyatı bir tarafa bilgi, anlama ve yorumlama kapasiteleri, entelektüel donanımları umumiyetle zayıf ve çelimsizdir, ortalama üstü yönleri de tek tiplidir. Yapısal olarak taşıdıkları bu türden zaafiyetler ve yetersizliklerle maddi ve organizasyon başarıları, yayılma kapasiteleri, hizmet aşkları arasındaki orantısızlıkları ve mesafeyi de enerji transferini mümkün kılan güç kaynağı “dava” ve kendince “hakkı temsil” kapatır. Eski veya yeni/modern cemaatların, gelenekçi veya radikal karakterli yapıların becerikli, iş bitirici, siyaset, ticaret ve bürokraside, hatta üniversitede başarılı ve mütehammil, hizmete amade ve fedakâr birçok insan yetiştirmesine rağmen büyük ilim ve fikir adamları, büyük sanatkârlar yetiştiren bir bahçe, bir vasat olamayışları da bu orantı dengesizliklerinin ortaya çıkardığı durumla alakalı olmalıdır. (816)

-Eşref Edip’in kaydettiğine göre mektup yazarak, adamlarını göndererek, kendisinden yardım ve destek talep eden, harekete katılmasını isteyen Şeyh Said’e karşı Bediuzzaman Said Nursi, bu meyanda zikredilebilecek şu manidar cevabı verecektir: “Türk milleti asırlardan beri İslam'ın bayraktarlığını yapmış, çok veliler yetiştirmiştir. Bu kahraman milletin torunlarına kılıç çekilmez. Kardeşi kardeşe çarpıştırmak doğru olmaz. Böyle kötü ve sakat teşebbüslerden vaz geçiniz...Türk milleti tarihte İslam'ın reisliğini en iyi şekilde yapmıştır, şimdiden sonra da İslam'ın reisliğini yine onlar deruhte edecektir. Bu yolsuz hareketlerden vaz geçiniz” (4.dipnot/ Eşref Edip, Risale-i Nur Muarızı Yazarların İsnatları Hakkında İlmi Bir Tahlil, İstanbul, Sebilürreşad Neşriyatı,1965, sf:66) (829)

-Bediuzzaman hakkında yaklaşım itibariyle müsbet fakat muhteva açısından zayıf bir kitap yazan Şerif Mardin’in aynı dönemde Nakşileri hedef tahtası edinmesi, bililtizam Akparti’yi Nakşi çizginin devamı olarak gösterme gayretine girmesi, kullanışlı ve mahkum edici bir çerçeve olarak “mahalle baskısı”nı inşa etmesi...olup bitenlere dikkatle bakanların gözünden kaçmıyor. (831)

-Hikaye şöyle gelişiyor: “1960 darbesini yapanlar Diyanet’in başına Sadettin Evrin Paşa’yı vekil olarak getirmişti. Amaç belliydi. İsmet İnönü’de 1964’te, Danıştay Başkanlığı ve Anayasa Mahkemesi başkanvekilliği görevlerinde bulunduktan sonra 1963 senesinde yaş haddinden emekliye ayrılmış M.Tevfik Gerçeker’i Diyanet İşleri Reisliğine atamıştı. Gerçeker’in döneminde Ankara Üniversitesi bünyesindeki İlahiyat’ta Neşet Çağatay’ın başkanlığında Nurculukla Mücadele Komitesi kurulmuştu. Bu komitede İlahiyatın dekanı Hüseyin Gazi Yurtaydın, İbrahim Agah Çubukçu, Bahriye Üçok, Hamdi Kasapoğlu gibi isimlerle beraber Neda Armaner de vardı. Komitenin amacı, 1960’ta vefat eden Bediuzzaman Said Nursi’nin eserleri ve talebelerinin etkinliğini kırmaktı. Bunun için umulmadık ve inanılması zor işlere imza atar komite mensupları(...)(Nida Armaner: Benim, “İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar Nurculuk” kitabım 20 bin basılacaktı. Diyanet İşleri Reisi Tevfik Gerçeker duymuş, haber gönderdi bana, “15 bin de biz sipariş verelim, bütün müftülüklere gönderelim” diye. 40 bin kadar basıldı. Ne oldu biliyor musunuz? Böyle söylememi mazur görün. Nurcuların piyonları, hangi kitaplıkta görmüşlerse bir bir alıyorlar, “kaybettik ne kadarsa fiyatı -gayet cüzi bir fiyattı- verelim” diyorlar. Hepsini satın aldılar ve yok ettiler. 40 bin kitaptan çok az kaldı. Ancak 1998’de Cumhuriyet Gazetesi tekrar kitap olarak verdi onu(...)” Bk. Cemal A.Kalyoncu’nun Neda Armaner’le yaptığı röportaj, “Benim Fikirlerim Kemikleşmiş Değişmez Artık”, Aksiyon, 28 Nisan 2008) (839)

-Risale-i Nur’ların gözettiği pratik amaçlardan biri de tasavvuf ve tarikata mensubiyetin yahut bu meşreplere sıcak ve meşru bakmanın getireceği dini-fikri yüklerden kurtulmak ve siyasi maaliyetlerden olabildiğince kaçınmak gibi gözüküyor. Çünkü müellif Kur’an merkezli olarak İslam’ı anlatıp savunurken, iman ve Kur’an hakikatlerini herkese, eşit seviyede, tek mantık ve delillendirme biçimiyle, ortak bir dille anlatmaya çalışırken tasavvuf ve tarikatların geliştirdiği usul, anlama biçimi ve dilde kademe gözeten çeşitlilik/farklılık/zıtlık dağıtıcı, zayıflatıcı, ciddi bir problem haline gelmiştir, bugün daha fazla gelmektedir. Bundan kaçınmak gerekir. (6.dipnot/Melami Kutbu Osman Kemali Efendi, Fatih Camii’nde Mesnevi okuttuğu bu dönemde (1901-1903) aynı camide vaaz veren Said Nursi tarafından Rafızilik ve zındıklıkla itham edildi” / Nihat Azamat, “Kemali Efendi”, DİA, XXV, sf.235) (842)

-Medresetü’z-Zehra projesi birinci derecede Bediuzzaman’ın kafasındaki din bilim meselesinin bir uzantısı, bir çözümü; ikinci derecede Kürtleri, özellikle de bölge üzerinde çok etkili olan Kürt alimleri ve şeyhleri siyasi merkeze doğru çekme, onları İttihat ve Terakki idaresine karşı daha sıcak bri hale getirme teşebbüsü; üçüncü derecede Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki misyoner okullarının etki ve hakimiyetlerini bir ölçüde de olsa kırma aracı gibi durmaktadır. Hiç şüphesiz her üç kademede de ehemmiyetli. Hikayesi birkaç sene daha geriye gitmekle beraber Medresetü’z-Zehra projesinin ilk geçtiği kitap Münazarat’tır. Baskı tarihi 1911. Önemi ve problemli tarafları yeteri kadar anlaşılmamış veya ikinci, üçüncü derecedeki meseleleri öne çıkarılmış olduğu için esas vurguları kaybolmuş, merkezi noktaları perdelenmiş mühim bir eser. (849)

-Umumiyetle dikkatten kaçan bir husustur; klasik tefsirler İsrailiyata problemsiz ve bol miktarda yer verirken hadis kitapları bundan olabildiğince kaçınmışlardır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in İsrailiyatla karışma ihtimali hiç yokken hadisler için böyle bir “tehlike” söz konusudur. Hadis ilmiyle irtibatlı olarak ortaya çıksalar da muhtevaları itibariyle Kısas-ı Enbiyalar ve tarih kitapları için hadise benzer bir hassasiyete lüzum görülmemiştir. Bir şey daha var: İslamiyet öncesine ait felsefe ve mantık, ilave olarak birçok bilim ve sanat (tıp, astronomi, mimari, müzik...) İslami ilimlerin ve sanatların metot, kavram ve muhtevalarını ciddi şekilde etkileyecek tarzda ve ‘meşru’ olarak varlıklarını asırlardır sürdürürken niçin Halk Müslümanlığı dışarıdan gelen unsurlar taşıması üzerinden ayrı bir kategori olarak ele alınıyor ve değerlendiriliyor dersiniz? Bir dışlanma ve tasfiye elemanı olarak hurafe, batıl inanç vs. niçin ağırlıklı olarak Halk Müslümanlığı için gündeme geliyor? Konusu inançlar olan Kelam ilminin felsefeden, dini hükümlerin kaynaklarına ve metotlarına eğilen Fıkıh Usulünün mantıktan etkilenmesi daha mı az? Modern dönemde niçin bunlar problem edilmiyor da Halk Müslümanlığı üzerine gidiliyor? (866)

-Minare sünnet bile değildir ama ezan veya caminin bir parçası olması dolayısıyla yahut görünürlüğü sebebiyle o da yüksek bir temsil (yüklü simge) kapasitesine ulaşmıştır. Çok partili hayata geçildikten sonra Müslüman halkın, Karadenizli müteahhitlerin desteğiyle minare uzunluğu ve şerefe sayısı yarıştırmasına girmesi doğrudan doğruya Cumhuriyet ideolojisine karşı kendince bir muhalefet biçimi ve el yükseltme tarzı olarak da tezahür edecektir. (Soğuk Savaş sonrasındaki çatışmalarda Saraybosna’da ilk hedef alınan yerlerin minareler ve camiler olması yahut Müslümanların yaşadığı ‘medeni’ Avrupa memleketlerindeki açıktan minare karşıtlıkları da Osmanlı- Türk minaresi karikatürleri ve kaba afişleri de kültürel olarak minarenin yüksek statüsünü gösteriyor.) Marmara İlahiyat Camisi’nin iki modern minaresini çocukların minare kabul etmediklerine ve bu sebeple camiyi de cami olarak görmediklerine birkaç defa şahit oldum. (871-872)

-Dünya nasıl boşlukta duruyor/dönüyor sorusunun cevabı öküzün boynuzları arasında veya balığın sırtında... Yıllarca dini, tarihi, medreseyi kötülemek, hocaların, dindar halkın cahilliğini anlatmak, Halk Müslümanlığının hurafe ve batıl inançlara dayandığını isbat etmek için kullanılıp duran bir hikaye bu. Hala da tesadüf ediliyor bu tür bilgiç anlatımlara. Biliyorsunuzdur sanırım, burada birçok kültürde benzerlerine tesadüf edilen sembolik bir anlatım var; insanların geçimi, dünyanın düzeni tarıma (öküze) veya avcılığa (balığa) bağlı. Hepsi bu. Ama sembolik anlatımlar insanların bulundukları tabakaya, kültüre göre anlam kazanır, ifadelere bürünür. Vatandaş elbette geçim felsefesi, nizam-ı alem fikriyatı yapacak değil. Fakat bu anlatımların faturası da dine, Halk Müslümanlığına kesiliyor. (886)

-Mevlevi neşvesi olan Nakşilerden bazılarının bile –mesela Abdülkadir-i Belhi’nin- metinlerini Şii-Alevi metinlerinden ayırdetmek bazan imkansız hale gelir. Zaten Nakşilikle Bektaşilik kaynak itibariyle birbirine yakın olan, Anadolu’da zaman içinde farklılaşan meşrepler ve tarikler. Türkçede en hacimli ve etkileyici Kerbela “mersiyesi”ni Fuzuli’nin yazmış olması, Osmanlılar döneminde camilerin –evet sadece tekkelerin değil camilerin de- Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt hatlarıyla dolması başka türlü nasıl açıklanacak?! (896)

-3.dipnot / İlahiyat Fakültesi Mezhepler Tarihi profesörü Ethem Ruhi Fığlalı’nın ilk baskısı 1983 yılında yapılan Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri kitabından itibaren, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü mezunu, doktoralı Diyanet İşleri Başkanlığı mensubu Abdülkadir Sezgin’in 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren yayınlamaya başladığı kitaplarla Aleviliği “Türk Sünniliği” olarak yorumlama çabaları derinliği olmayan bir zorlamadan ibaret gibi gözükmektedir. Bu çizginin oluşmasında uyarılmış Sünni- Alevi çatışmalarını engellemek düşüncesi olduğu kadar siyasi merkezin doğrudan veya dolaylı taleplerine cevap verme arayışı da etkili olmuş olabilir. (901)

-Kamil Miras sonra 24 sayfa devam edecek olan müstakil bir bahis açıyor; küçük bir risale hacmindeki bu kısmın başlığı şöyle: “Seyyidü’l-Mürselin sallallahu aleyhi ve sellemi ziyaret”(4.cilt, 1982 basım, sf. 175-98). Bir hadis kitabında hiç de yadırgatıcı olmayan güzel ve yerinde bir başlık bu; Efendimizin kabrini ziyaret. Fakat benim için şaşırtıcı olan meselenin İbn Teymiye merkezli olarak ele alınması. Hanefi bir muhitte, Diyanet İşleri Başkanlığı yayını bir kitapta mezar ziyaretinin çok önemsendiği, mezarlık kültürünün çok kuvvetli olduğu bir memlekette Hz. Peygamber sevgisiyle, hac ibadetiyle, şefaatla, mübarek beldelerle, Müslüman şehircilik fikriyle, dini ziyaret kültürüyle çok yakından alakalı bu mühim “menasik” anlatılırken -başka ictihadlara ve yorumlara yer verilmekle beraber- hükümlerde daha ziyade İbn Teymiyye’nin görüşlerinin tercih edilmesi gerçekten şaşırtıcı değil mi? Ayrıca aşağı yukarı 5 sayfa hacminde uzun, güzel ve misbet bir İbn Teymiyye biyografisiyle de karşılaşıyoruz. Lakin neticeleri itibariyle önümüzdeki bu vasıfları olan metin, hem de hadis şerhi metni Efendimizin kabrini ibadet kasdıyla, huşu ve hudû içinde ziyaret etmenin önünü açmak ve müminlerin gönlünü rahatlatmaktan ziyade bid’at, hurafe, batıl inanç üzerinden yasakları, mahzurları artırarak bu sünnet ibadeti sınırlayan, daraltan bir bakış açısıyla kaleme alınmış bir metindir. (909-10)

-İslam dünyasında ve Türkiye’de modern eğitim kademelerinden geçmiş insanların, isterse İmam Hatip Okullarında, İlahiyat Fakültelerinde din eğitimi almış, Diyanet içinde yer almış olsunlar, din ve İslam anlayışları Yeni Selefilikten ciddi izler ve etkiler taşır. Önemsenecek bir kısmı tamamen onun mahkumudur. İslam dünyasındaki “laik” yahut “şeriatçı” rejimlerin din ve İslam anlayışları da. Bizde Cumhuriyet ideolojisinin din anlayışı bile –maksat ve hedeflerinden bağımsız olarak- büyük ölçüde böyledir. (918)

-Lewis İslam dünyasıyla, Müslümanlarla, Ortadoğu’yla ilgili çalışmalarında bazı “ırk ve ırksal” kelimelerini artık “etnisite ve etnik” kelimeleriyle değiştirmişti ama meselenin aslının tamamen farkında idi. Ne ırkın ne de “bidat” etnisitenin Müslümanlar arasında (daha fazlasıyla Müslüman Türkler arasında) kaydadeğer bir karşılığı olmadığını, olsa olsa sun’i veya moda/dayatılmış/uyarılmış bir karakterde olacağını, kalacağını biliyordu. Hem bilgi olarak hem de fiilen, yaşadığı tecrübelerle. Aynı kitapta kendisi anlatıyor:” Çok tartışılan ‘medeniyetler çatışması’na ilk kez 1957 Ağustosunun son haftasında Washington’da(...) bir konferansta atıf yaptım(...) Ortadoğu’nun Müslüman halklarının büyük bir çoğunluğu için Hristiyan Avrupa’da kimliğin ve buna bağlı olarak sadakatin esas belirleyenleri olan ülke ve etnisitenin ikincil bir önem arz ettiğini ve pek dikkate alınmadığını anlattım. (...) Temel kimliğin belirleyeni ve buna bağlı olarak sadakatin odağı dindi. Batıda biz farklı dinlere bölünmüş bir ulus tahayyül ederiz. İslam dünyasında ise onlar daha ziyade uluslara bölünmüş bir din tahayyül ederler ve bu bölünmeler yerel olarak önemli olsalar da küresel açıdan ikincildirler. Ortadoğu'da (Müslümanlar tarafından) esasen Hristiyan olarak görülen batılı uluslar (ABD dahil) genellikle tek bir grup olarak algılanırlar, her zaman olmasa da zaman zaman buna Rusya da dahildir.” (Bernard Lewis, Tarih Notları- Bir Ortadoğu Tarihçisinin Notları, Arkadaş yayınları, 2014, s.266) (946)

-Anadolu toprakları XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yetmiş iki kavimden Müslümanı neredeyse sorgusuz sualsiz kabul eden, içine sindirebilen tek Müslüman coğrafyadır. Bugün de bir miktar baskı, karartma ve siyasi hile yoluyla da olsa devam ediyor bu istisnai özellik. (Bu sebeplerle batılı manada “ulus devlet” Türkiye Cumhuriyeti tecrübesi için mutlaka kullanılacaksa ancak tırnak içinde kullanılabilir.) Yorulmadıysanız yazının başındaki tecrübeye de dönerek bir soru ile bitirelim: Nüfustaki din hanesini kaldırdıktan sonra Din Dersinin mecburiliğini yahut Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlet çatısı altında (muhteva ve kapasite itibariyle olmasa da) devasa bir kurum olarak yer almasını ne ile, nasıl anlayıp açıklayacak ve savunacaksınız? Yoksa bana ne, niye savunacakmışım mı diyorsunuz? O zaman müsaadenizle soruyu değiştireceğim: Dindarlık derecesinden bağımsız olarak kendiniz kalmaya, kendinizi, milletinizi/dininizi anlamaya ve savunmaya, görünür kılmaya ihtiyacınız, hatta mecburiyetiniz yok mu? Bu soru da nereden çıktı diyorsanız söylenecek fazla bir söz yok demektir. (960)

-Modern ve vasıflı eğitim almak isteyen, yabancı dili önemseyen şehirli Müslüman (belki mütedeyyin) ailelerin çocuklarını giderek daha fazla misyoner okullarına verme istikametindeki arzu ve taleplerini de “yerli” ve benzer okullarla karşılamak mecburiyeti vardı. (1950’li yılların başlarında yeni açılan İmam Hatip Okullarını desteklemek için kurulan İlim Yayma Cemiyeti’nin kurucularından birinin kızları Robert Kolej’de okuyordu mesela. Böylece hem yabancı dil bilen, modern eğitim almış, hem de dindar ve sadık, ahlaklı ve itaatkâr insanlar yetiştirilecekti. (969)

-Türkiye 12 Eylül askeri darbesinin hemen öncesinde, gizli ve devlet aleyhinde faaliyetleri sebebiyle kilisedeki derecesi yüksek bir papazı (Yakovas’ı) ve bazı Barış Gönüllülerini (bunların arasında Heath W.Lowry de vardır) sınırdışı etmiştir. Bunların tekrar Türkiye’ye girişlerine 12 Eylül-Özal iktidarı 1985 yılında müsaade edecektir. (4.dipnot/ “Özal Papaz Yakovas’la Görüştü” ana manşeti için bk. Tercüman 30 Mart 1985) (976)

-Şimdi de milliyetçi- muhafazakâr kesimin, özellikle Kültür Değişmeleri kitabı üzerinden değer atfettikleri bir akademisyen ve fikir adamının yazdıklarına bakın isterseniz. Peyami Safa’nın çıkardığı Türk Düşüncesi dergisindeki “Müslümanlıkta Reform Lazım Mıdır?” anketine cevap veren sosyal psikolog Mümtaz Turhan’a kulak verin. Şöyle diyor hazret: “Esasen reform dinde değil cemiyette, cemiyetin diğer müessese ve faaliyet sahalarında yapılır. (...) Din de zamanla ister istemez bunları kabullenmek mecburiyetinde kalır. Mesela sanayileşen cemiyetlerde içtimai faaliyetler, iş hayatı kesif bir hale geldiği zaman dini faaliyetlerin, bilhassa ibadet şekillerinin de bundan müteessir olduğunu ilmi araştırmalar göstermektedir. Böylece ibadet zamanlarının kısaldığı, bir nesil zarfında poligaminin (çok kadınla evliliğin) ortadan kalktığı, kadınların büyük bir hızla hürriyetlerini kazandıkları, yaşayış tarzları ile kıyafetlerinin de değiştiği müşahede edilmektedir.(...) Bence mühim olan dinde reform olmayıp İslam dininin tıpkı Hristiyanlık gibi bir münevverler dini haline getirilmesidir” (6.dipnot / Türk Düşüncesi, sayı:53, 1 Şubat 1959, s.17.) (993)

-Cumhuriyet ideolojisi dini alanı baskılamakla, daraltmakla beraber –ben buna en yumuşak ifade ile dinin paranteze, sıkı(cı) ve dar(altıcı) bir paranteze alınması diyorum- Fransa gibi din-devlet hatta din-siyaset ayırımını öngörmemiş, bunu benimsememiştir. Çünkü bu topraklarda dinsiz bir devletin yahut devletsiz bir dinin kültürel olarak üst taşıyıcı ve sürdürülebilir bir anlamının olmayacağını, halkta (belki kendilerinde de) bir karşılık bulamayacağını kurucu kadro biliyordu. Onun için sık sık hatırlatıyorum, katı ve biçimsiz laiklik uygulamalarına rağmen hiçbir üst yetkili “Türk devletinin dini yoktur, devlet laiklik sebebiyle bütün dinlere eşit mesafededir” cümlesini kurmamış, kuramamıştır. (1000)

-Muhafazakâr-mütedeyyin cenahta laiklik ve sekülerlik konusu felsefi bir problem olarak derinliğine ele alınmış sayılmaz. (Mevcut çalışmalar daha ziyade Cumhuriyet devri laiklik politikalarını tenkide yöneliktir.) Enteresan ve karşılık bulmuş bir örnek, çok partili hayata geçerken yazılmaya başlanmış ve ilk baskısı 50’lerin başında yapılmış anayasa hukukçusu Ali Fuat Başgil’in Din ve Laiklik kitabıdır. Bu kitap muhafazakâr-milliyetçi-mütedeyyin cenahta din-devlet ilişkileri çerçevesinde birçok mühim meseleye temas etmesi bakımından önemli ve öncü bir eserdir. Çok da okunmuş ve benimsenmiştir. Ama netice itibariyle Türkiye için de Batı tipi bir laikliği, dinle devletin birbirinden ayrılmasını savunur. Biraz yumuşatırsak dini alanın kıskaca alınarak iyice daraltılması ve dindarlar üzerindeki ağır baskıları ve müdahaleleri engellemek, hafifletmek için böyle bir savunmayı yapar. Bu fikrin ve savunma tarzının İslam siyasi düşüncesiyle, Türk siyasi düşüncesi ve gelenekleriyle, Türkiye’deki siyasi-dini kültürle nasıl irtibatlandırılacağı sorusu bu kitapta tamamen ihmal edilmiştir. Elbette bu çok ciddi bir zafiyettir. Erbakan'ın laiklik söylemi de daha müphem (siyasi) olmakla beraber ana hatları itibariyle bu kitaptaki mantığa ve yaklaşıma çıkar. (1006-1007)

-Nurettin Topçu’nun iki yazısında tenkit ederek belirttiğine göre Gümüş Motor’un iki bacasına da iki Nakşi şeyhinin; Abdülaziz Bekkine ile Hasip Yardımcı Efendilerin adları verilmiştir. (1014)

-RP ilk defa 1991 seçimleri için hazırlanan reklamlarda ve duvar afişlerinde kadın unsuruna, hem de başı (yarı) kapalı ve açık hanımların yan yana durduğu fotoğraflara yer verdi. Başka bir devir başlıyordu. Mütedeyyin aile kızlarının her kademedeki “modern” eğitim süreçlerine, bu arada üniversiteye katılma taleplerinin patlama düzeyinde artışı da yaklaşık aynı yıllara tesadüf ediyordu. (1028)

-Osmanlıların son bir asrında tarihi şehirler ve İstanbul için giderek derinleşen ve yoğunlaşan iki önemli ve büyük problem alanının oluştuğunu görüyoruz. Bunlardan birincisini ıslahat teşebbüsleriyle irtibatlı olarak şehircilik, yerleşme (imar-iskân), merkez, mahalle, mabet, ev, sokak... kısaca insan-mekân münasebetleri fikrindeki değişme diye özetleyebiliriz. Sayar, üst bürokrasi, ilmiye, aydınlar sadece siyasi iktidarlarından değil şehirlerinden, mimari geleneklerinden, yerleşme ve oturma biçimlerinden, sokak ve binalarından da şüpheye düşüyorlar. Bu zaman aralığında padişahların-halifelerin, hanedan mensuplarının, üst bürokrasinin yaptırdıkları camiler, saraylar, hükümet konakları ve meydanlar, sokaklar, parklar, dikilen ağaçlar, bunun yanında sivil mimari unsurları derin şüpheler kadar yeni arayışlara, yeni duruşlara ve istikametlere, Avrupa taklitçiliğine, aynı zamanda israfa ve tevazudan uzaklaşmaya, bağıran görkemlere de işaret ediyor. İkinci problem alanı mağlubiyetler ve çekilmelerle birlikte Rumeli’nden, Balkanlar’dan, Kafkaslardan, Kırım’dan, Ege adalarından...İstanbul başta olmak üzere tarihi şehirlere akıp dolan göçmen insanların getirdiği, biriktirdiği beklenmedik meselelerdir. Binlerce yersiz yurtsuz, savaş yorgunu ve bitkin, hasta, acılarla dolu, yoksul, çoluk çocuk, yaşlı genç insan mahşeri...Bu tablo aynı zamanda kural tanımayan/kaide tanımaya imkânı olmayan bir manzaraya, her bakımdan zor bir duruma işaret ediyor. (1058)

-Bir kriz döneminde devamlılık fikrini camiler ve mescitler üzerinden göstermeye çalışan farklı bir örnek de var: Deniz subayı ve ressam Hüsnü Tengüz (ö.1950) İstanbul’un işgal edildiği 1919 yılının

Ramazan'ında ümitsizliği dağıtmak için İstanbul, Bursa ve Edirne’deki padişah camilerinin resimlerini çizerek ve haklarında bilgiler vererek bir “Bayram Hediyesi” hazırlamaya koyulur. Memleketin tapuları olan bu camiler ayakta durdukça, bunların etrafında hâlelenen dini ve manevi hissiyat baki kaldıkça işgal elbette geçici olacaktır. (1074) Hatıratında şöyle diyor: “Ne yazık ki İstanbul düşman işgaline uğramış ve Donanma Cemiyeti lağvedilmişti. Pek acı bir hayal kırıklığına uğramış ve ümitsizliğe düşmüştüm. Kalbimin kasvetini hafifletmek için kendimi bir işle oyalamak istiyordum. İstanbul, Edirne ve Bursa’daki mabetlerimizin resim, kroki ve yazılarıyla çokluğunu göstermek, bu memleketlerin öz Türk yurdu olduğunu cihana tanıtmak gayesiyle bir kitap çıkarmaya kalkıştım. Ben de bu suretle vatana bir hizmette bulunmuş olacağımı tahmin ediyorum” (2.dipnot/ Hüsnü Tengüz, Sanat Hayatım, Haz: Müge Kılıçkaya, Deniz Müzesi Yayınları, 2005, sf.65) (1076)

-Cami adedinin ve hacimlerinin yeterli olup olmaması cemaatle kılınmaları mecburi olan Cuma ve bayram namazlarına cevap verip vermemeleri üzerinden ölçülür. (1080)

-Onun için -toprağı bol olsun- Tönnies’in cemaatçı-cemiyetçi tipler (gemeinschaft-gesselschaft) dikatomisi Türkiye’de, İslam dünyasında pek işlemiyor. Çünkü bunlar bizde sadece bizde sadece karşı karşıya değil aynı zamanda iç içe. Modernleşme ile dindarlaşma da karşıt olduğu kadar iç içe gelişiyor, birbirini ittiği kadar belki daha fazla besliyor. (1115)

-Ayasofya üzerinden Türkiye’ye yönelen doğrudan veya dolaylı dayatmaları “pozitif” ve muğlak belgeler, problemli uygulamalar üzerinden de rahatlıkla takip edebiliriz. Mesela müze kararnamesi Resmi Gazete’de yayınlanmamış, kararname ve kanun külliyatlarına alınmamıştır; ayrıca altındaki Mustafa Kemal Paşa imzası hala şaibelidir; kararnamenin farklı versiyonları da mevcuttur. (1132) Dahası var; Ayasofya müze haline dönüştürülürken bir imam ve bir müezzin kadrosu ibka edilmiş, mahfuz tutulmuştur. O günden itibaren yeniden ibadete açılıncaya kadar müze olan Ayasofya’nın -vaizlik, kurs hocalığı gibi başka vazifelerde istihdam edilen- bir imamı hep olagelmiştir. Resmen adı değişen, müze olan bir kurum için Ayasofya Camisi imamı kadrosu. Hem de yıllarca devamlı atamalar yapılan bir kadro. (1134)

-Sadece İngiliz politikacı Lloyd George’un 31 Aralık 1917’de telaffuz ettiği “Ayasofya bir Hristiyan kilisesi idi, tabiatiyle eski hüviyetine iade edilecektir” sözü bile meselenin yakın tarihini ve ciddiyetini, Türkiye’nin üzerindeki baskıları anlamak için yeter. Arnold Toynbee de 6 Mart 1919’da rahatlıkla “Ayasofya’da dini statüko (cami hali) terk edilmeden ona arkeolojik bakış açısından ‘uluslararası abide’ statüsü vermek mümkün olamayacaktır” diyecektir. (1135)

-Büyükelçilerden Galip Kemali Söylemezoğlu DP iktidara geldikten neredeyse hemen sonra yazdığı bir yazıda şu teklifte bulunacaktır: “(...)Ayasofya’nın hem müzelik hem de mabetlik vasıfları muhafaza edilemez mi? Sorusunu gündeme taşımış ve ‘Acaba bizde de (aynı zamanda müze olan Saint Pierre Kilisesi gibi) kandil geceleri Ayasofya camisinin minareleri tenvir edilemez miydi? Mübarek Kadir gecesi kapılarının ehl-i iman ve takvaya açılması mümkün ve münasip olamaz mıydı?” (8.dipnot/ “Ayasofya ve Kadir Gecesi”, Tarih Dünyası, Sayı:6, 30 Haziran 1950, sf.232-233) Bir diplomatın ifadeleri olarak bu fikir ve teklif aslında Ayasofya’nın cami olarak açılması sürecini başlatmaya yakın bir anlama geliyor olmalıdır. (1140)

Dergah Yayınları, 1.baskı, Aralık 2023

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...