-Türk dünyası ve düşüncesi, Gazali ve Nizamü’l-Mülk gibi isimler sayesinde İslam dünyasının ve düşüncesinin bir parçası ve muharrik unsuru haline gelirken, Selçuklunun siyasi açıdan eriştiği noktayla da İslam âlemi Türk’ün yörünge değiştirme kudreti çerçevesinde hareket eder hale gelmiştir.
-Selçuklu İslam tasavvurunun siyasi ayağını Nizamü’l-Mülk, fikri ayağını Gazzali, mistik ayağını da Mevlana oluşturur. İnkıraz devrinin en parlak anlatımı çerçevesinde bu sonuncusuna Yunus Emre’yi de eklemelidir.
-el-Cabiri’ye göre Gazzali’nin fikri yapısını inşa eden çerçeve, Arap-İslam kültür çerçevesini oluşturan unsurlar bütünüdür. Kendisine kadar gelen bütün mirası tevarüs eden yapısında bu durum çok barizdir. Arap-İslam düşüncesinin temsil gücü en yüksek otoritelerinden biri olan İhya müellifi, varisi olduğu geleneği külli bir başlangıç haline dönüştürebilme başarısı gösterebilmiştir. Bu bakımdan el-Cabiri her ne kadar onun Arap-İslam düşüncesine katkısını orijnallik noktasında İhyau Ulumi’d-din, Tehafütü’l-Felasife ve Mi’yarü’l-İlim’le sınırlandırsa da “Gazzali olmasa idi, Arap-İslam düşüncesinin mevcut hali nasıl olurdu?” sorusunu sorma ihtiyacı hisseden el-Cabiri bir başka yerde İbn Teymiyye’yi takip ederek Haris el-Muhasibi’nin Kitabu’r-Riaye’si ile Ebu Talib el-Mekki’nin Kut’ul-Kulub’unun Gazali’nin İhyasına ihtiyaç bırakmayacağı kanaatindedir. Bir başka ifadeyle onun kendi devrinde yaptığını ondan üç asır evvel Muhasibi gerçekleştirmiştir.
-Montgomery Watt’a göre İslam medeniyeti Türk hâkimiyetine doğru yol aldığı için Gazzali damarlarında Acem kanı taşıdığı halde, devrinin problemlerine Farisi bir çözüm getirmeyi asla cazip bulmamıştır.
-Cihad idealiyle Anadolu’ya akınlara gönderilen bedevi karakterli Türklerin, İslami davete bu tarzda icabet etmeleri, Müslümanlığın hakiki sırrına ermelerini sağlamıştır.
-Türkler kendi benliklerinden uzaklaştıkları nispette İslam’a yaklaşmışlardır; İslam’a yaklaştıkları ölçüde kendi benliklerini daha derinden fark eder hale gelmişlerdir. Türkler Müslümanlaştıkça İslamiye de Türkleşmiş, “milli bir din mahiyetini almış” bu milletin mizacına, zevkine ve hülyasına mahsus renk ve hususiyetler kazanarak dinde mürşidleri olan Araplardan farklı ve yeni bir merhaleye varmışlardır. Modern dönemde bu fikrin epey temsilcisi vardır. Ziya Gökalp başta olmak üzere II.Meşrutiyetten sonra bu anlayışı savunan pek çok isim mevcud ise de bu perspektif en mükemmel ifadesini Yahya Kemal, Ziya Gökalp, Fuad Köprülü, Ahmet Hamdi Tanpınar’da bulur. Onlardan önce bu fikri böyle ortaya koyan olmamıştır. Köprülü, Türk Müslümanlığı fikrinin ilmi ayağını, Gökalp ideolojik çerçevesini, Yahya Kemal ve Tanpınar ise sanat ve edebiyat boyutunu derinleştirmişlerdir. Gökalp’in “Köprülüzade cehd adamı, Y.Kemal’de vecd adamıdır” sözü bu gerçeği ifade eder.
-Gazali’nin din ü devlet fikrinin teolojik argümanlarını belirleyen Fedaih’i siyasetle akidenin nasıl içiçe girdiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Siyasetnamelerde kendisini gösteren din devlet bütünlüğü fikri, bu eserde kelami bir çerçeveye oturtulur.
-Tuğrul Beg ve Sultan Alp Arslan’ın bir destan teşkil eden saf ce sade hayatları ile zamanını Sasani prensleri gibi muhteşem av alaylarında geçiren Melikşah ve takipçilerinin hayatı karşılaştırılırsa, kavmi asabiyetlerine malik birer Türk beyi iken muazzam bir devlet kuran ilk reisleri, sonraki İranileşmiş prenslere tercih etmek zaruridir.
-Kaşgarlı Mahmud’da Türk, Müslümanla aynı anlam dairesi içine alınır. Müslüman olmayan Uygurlar ise “tat” olarak ifade edilerek daire dışına çıkarılır.
-Moğol istilasının idare merkezini sarsması ruhi buhrana sebep olmuş, bu da tasavvufun kitleler üzerindeki tesirini arttırmıştır. Moğolların önünden kaçan sufiler, sınırlara sığınarak yarı Şamanist Türkmenleri İslam’a döndürmek suretiyle uç bölgelerde cihad fikrini yerleştirmişlerdir. Bu istila Haçlı Seferleri ile yoğunluğu kaybolmaya başlayan Türk göçü ve nüfuzunu yeniden harekete geçirmiş, yeni bir göç dalgası ile Anadolu Türkleşmiştir. Bir başka ifade ile Anadolu’nun tam olmasa da kesin olarak Türkleşmesi Moğol hâkimiyeti döneminde ve ondan sonraki süreçte gerçekleşmiştir.
-Köprülü’nün yerine ve zamanına göre heterodoks, Bâtıni, Şii ve Alevi kavramları etrafında ele aldığı mezhep ve zümrelerin Selçuklu İslam tasavvurunu inşa eden Gazali ve Nizamü’l-Mülk tarafından Bâtıni ve Mecusi kelimesinde toplandığı gözden kaçırmadığımızda, onun tarihi realiteyi nasıl aktüel hale getirdiği görülür.
-“Türk’ün Müslümanlığı hiçbir zaman Arap’ın İslamiyet’i olmadığı gibi İran’ın İslamiyet’i de değidir… İslam medeniyeti içtimai şartlardan müstakil sırf fikri bir vahdet değildir. İslam içinde Türk’ten değil, fakat Türk’ün İslamiyet’inden bahsedilebilir. Bu demektir ki, Türkler sabit bir şekil ve vahdet olan İslam medeniyetine kendi hususi renklerini katmamışlar; fakat kendi cemiyetleri ve içtimai şartları içerisinde İslamiyet’e yeni bir şekil ve mana vermişlerdir”/ Hilmi Ziya Ülken- Türk Tefekkür Tarihi, sf:82-83
-Türkler tarihi zaruretlerin sevkiyle Sünni İslam yorumunun hâkim olduğu çevrelerle temasta bulunduklarından bu anlayışı benimsemişlerdir. Bölgede Türk devletlerinden önce kurulan hanedanlıklar, Sünni/Hanefi İslam tasavvuruna sahip olduğu için, sonra gelenler öncekilerin mirasını sahiplenmişlerdir.
-Alp Arslan’ın 456/1064 yılında fethettiği büyük ve mamur bir şehir olan Ani’nin 500’ü aşkın kilisesi vardır. Bir başka tarihçiye göre 1000 adet kilise mevcuttur. Benzer şekilde Ermenilerin yaşadığı Sivas’ta 600 kiliseden bahsedilir. Fetihler sırasında Anadolu’daki bu Hristiyan unsurların yoğunluğu, Müslümanlarla Hristiyanlar arasında ortak kültlerin oluşmasına zemin oluşturmuştur.
-Türkistan coğrafyasının İslamlaşmasında olduğu gibi Anadolu’nun Müslümanlaşması da menkabevi bir boyuta sahiptir. Türklerin hâkim olduğu coğrafi yapının İslam’dan evvelki devirden başlayarak mistik bir atmosfere sahip olduğu gözden kaçırılmadığında bunun sebepleri anlaşılabilir. Aynı şekilde bu mistik iklimde sufilerin muhatapları dönüştürmede etkin ve belirleyici oldukları da tarihen bilinen bir gerçeğin ifadesidir.
-Selçuklu sultanlarının hayatı da oldukça geniştir. Alp Arslan’ın içki içerek sarhoş olması, Gıyaseddin’in şaraba düşkünlüğü, Nizamü’l-Mülk’ün oğlu İzzülmülk’ün içkiye müptela olup daima içmesi bu cümledendir. Benzer bir yaklaşım Abbasilerde de mevcuttur. Halife Mutasım şarap meclisinden kalkar ve şükür namazı kılar. Dede Korkut hikâyelerindeki Alplerde İslamiyet’e ce adı görklü Muhammed’e bağlı olmakla beraber, gazilerden farklı olarak kımız ve şarap meclisleri kurarlar. Danişmendname’de ise gaza fikrinin yürütücüsü olan gaziler içki içmezler, dini emri ve yasaklara bağlıdırlar.
-Türkmen boyları, kelam âlimlerinin felsefi tartışmalarına tamamiyle lakayd kalarak yalnız kendi kavmi geleneklerine uygun gelen ve Türkmen babaları tarafından telkin edilen inançları kabul etmeyi Müslüman olmak için yeterli görmüşlerdir.
-Selçuklu asırlarında halkın itikadı inşa edilirken kelamı verilen hayat tarzı haline getirilerek tasavvufi bir çerçeveye taşınır. Devrin İslam tasavvurunu, inşa eden mütefekkirlerin düşünce yapılarının bir medcezir halinde tasavvufla kelam arasında gidip gelmesinin sırrı burada düğümlendiği gibi kelamın işlevi ile tasavvufun imkânları da en iyi şekilde burada görülebilir.
-Halka istikamet ve nizam vermenin literatürdeki adı vaizliktir. Vaiz, mütefekkirin kafasında yoğrulan bir yığın fikri yoğurur, süzgeçten geçirir, uysallaştırır, neticede vazıh bir şekle büründürerek sadeleştirir ve halka aktarır. Vaizin tezhibinden geçen düşünce, basamaklar halinde istenilen şekle girer, arzu edilen hususiyeti alır, böylece daha ölçülü hale gelir. Halkın din algısını asıl inşa eden bu vaizler zümresi entelektüel zümrelerle halk arasındaki irtibatı kurarak bir nevi muvazene teşekkülüne imkân sağlar. Selçuklu İslam tasavvurun halka intikal etmesi gereken kısımları, halka kendi meseleleri üzerinde durmayı öğreten vaaz meclislerinde ele alınır, fikirler burada halka mal olur. Halk sohbet vasıtasıyla mütefekkirlerin ürettiği düşüncelerin neticeleriyle temas eder hale gelir.
-Türkler İslamiyet’i İran üzerinden geçerek almışlardır. Burada coğrafi manada bir öncelik vardır ve sonra gelen önce gelenden birçok şeyi almaya mecburdur. Bu vadide gözden kaçırılmaması gereken husus şudur: Safeviler devrinde Şiilikle özdeşleşen İran, bu dönemde İslam dünyasının geneline tabii olarak yekpare bir görünü arz etmese de esas olarak Sünnilik etrafında kendisini idrak eder. Yahya Kemal’in de dediği gibi: “milletlerin mayaları kan değil dindir.”
-Kelam ilmine en hürde teferruatına kadar hâkim olan Gazzali, Allah’ı bulmanın bu yoldan kapalı olduğuna inanır. Bu nedenle o, İhyau Ulumi’d-Din’de bahsettiği akaidi, kalbin amellerinden ibaret görür. Herkes bu hakikatleri olduğu gibi anlamakla yükümlü olmadığına göre aslolan kalbi bunlara bağlamak suretiyle tasdik etmektir. İnsan, kalbini bunlara bağlamak suretiyle tasdik ve kabul etmekle emrolunmuştur. Yoksa bunların hakikatlerini olduğu gibi anlamaya gitmek söz konusu değildir. Çünkü bütün insanlar bununla yükümlü değildir.
-Gazzali kelamın sunduğu cevapları doğru, fakat üzerine kurulu olduğu temeli zayıf bulurken; felsefenin temelini sağlam fakat hayati sorulara doğru cevap veremediğini söyler.
-Bütüncül bir Gazzali okuması bize Türk düşüncesinin kendi kendisine yetebilecek bir potansiyel ve imkânlar manzumesine sahip olduğunu gösterir. İslam düşüncesinin hiçbir tarafına kapalı kalmayarak her tarafından beslenen ve asrını besleyen Gazzali, Grek felsefesini içselleştiren İslam filozoflarını reddedip mahkûm ederken Müslümanları içe dönük ve kendine yeterli olmaya yüreklendirmiştir.
-Gazzali’nin sufi tecrübeyi peygamberlik tecrübesinin bir alt merhalesi olarak görmesi onun düşünce yapısında tasavvufun ehemmiyet derecesini göstermektedir. O sufilerin yollarını tecrübe etmenin zaruri neticesi sayesinde nübüvvetin hakikat ve hususiyetlerinin kendisine aşikâr olduğunu söyler. Bir hali yani sufilerin yaşadıkları hali burhan ile tahkik ilim, o halin kendisiyle hâllenmek zevk, hüsn-i zan ederek tecrübe ve işitmekle kabulde imandır. Sufilerin yollarına tabi olarak oradan zevkyab ve hisse sahibi olmayan kimse, nübüvvetin hakikatinin ne olduğunu bilmez, sadece ismini bilir.
-Bir üst merhaleden bakıldığında en alışılmış şeylere bile vahdet-i vücud perspektifinden bakan ve yegâne gerçek varlık olduğunu vurguladığı Allah’la âlemin sarmaş-dolaş hale geldiğini ortaya koyan Gazzali, böylece Selçuklu İslam tasavvuruna vahdet-i vücud kapılarını açar. (Mustafa Sabri Efendi’nin onu, vahdet-i vücudu benimseyen bir mutasavvıf olarak görmesi tesadüf değildir.)
-Bağdat’ta bayram namazında tekbirleri Ebu Hanife mezhebi üzere okutturan ve namaz kıldıran ilk hükümdar Melikşah olduğu gibi, İbn Bibi’nin en fazla bahsettiği ve hiçbir zaman abdest almadan ferman imzalamadığı rivayet edilen Anadolu’ya en çok ilim ve kültür adamının kendisi zamanında geldiği Alaeddin Keykubad’da Hanefi mezhebinin usul ve furûuna göre davranır. Bu bakımdan Selçuklu hükümdarları her şeyden evvel bir fikrin adamı olmayı başarabilmişlerdir. Onlar yeni bir dünyanın eşiğine Hanefilikle atlarlar.
-Cüveyni’nin “İsmaililer, Yunan felsefesi ile Mecusiliği mezcetmişler. Rafızi bir rengi de ihmal etmemişlerdir” ifadesi Bâtınilerin dayandığı zemin ve çerçevenin en güzel hülasasıdır.
-Gazzali, Bâtınilerle ilgili kaleme aldığı eserde, meseleyi selefi Nizamü’l-mülk’ün bıraktığı yerden alır. Bu bakımdan Fedaihu’l-Batıniyye, Siyasetnamenin Batınilik adı altında toplanabilecek akımlarla ilgili bölümlerinin bir şerhidir.
-İbrahim b.Edhem, Şakik-i Belhi, Bişr el-Hafi, Fudayl b.İyaz, Ebu Yediz el-Bistami, Hatem el-Esamm, Ebu Hafs el-Haddad, Ebu Osman el-Hayr, Kuşeyri, Gazzali, Attar ve Mevlana gibi tasavvufun belli başlı isimlerinin Horasan kökenli oldukları görülür.
-Türkler Horasan üzerinden İslam’a dâhil oldukları gibi Anadolu’da aynı şekilde Maveraünnehir/Türkistan gibi Horasan’dan gelenler vasıtasıyla İslamlaşır.
Dergah Yayınları, 2011 basım
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder