22 Mayıs 2025

TERBİYE-İ NEFS – İSMAİL ÇETİN

-Dünya hayatı kendisine süslendirilen nefs-i emmare, hizb-i şeytandan sayıldı. İşte bu nefsi terbiye etmek, onu Allah Azze ve Celle’nin zikriyle itaatkâr kılmak, farz olan bir vecibedir. Ve bu vecibeye, terbiye-i nefs denilmektedir. Şayed bu nefs başkalaşıp Kur’an-ı Hakim’i hayatına hâkim kılarsa ve beşerî vasıfları, sıfatları, istek ve arzuları, meleki ulvi vasıflara dönüşürse Hizbullah’tan oluverir. (28)

-Hased, kişinin ğayrinden nimetinin zevalini temenni etmesidir, ister o nimetin dönüşünü kendi nefsine istesin veyahut istemesin. Ulemanın ittifakıyla hased, haramdır. (33)

-Zünnûn-i Mısrî kuddise sirruh dedi ki:” İnsanı kemale erdiren üç haslet vardır: Birincisi, söz söylemeden önce söylenilecek sözün neticesini düşünmek; İkincisi, ondan özür dilenilecek söz ve hareketlerden sakınmak; üçüncüsü, sefih kimselerin fikrine uyup iddiasını kabul etmemektir” (36)

-Ayrıca Allah Teala kalbe, nefse vermemiş olduğu ilmi, hikmeti ve fikri bahşetmiştir. Bu üç kuvvetle de insan, sair hayvandan ayrılır. Allah Teâla, nefsin hayatın idamesine, yer küresinden çıkan şeyleri sebeb kıldığı gibi, kalb için de, uhrevi hayatının saadetini kazanmasına, imana dayalı ilim ve salih amel yaratmıştır. Ve binnetice insan, bu ilimden ayrıldığı zaman hayvan gibi nefs-i emaresinin ğalebe çalmasıyla canavarlaşır; ona döndüğü zaman da nefs-i mutmainnenin ğalib gelmesiyle de melekleşir ve melekten üstün olur. (46)

-Nasıl ki nefsin şehvet ve gazab olmak üzere iki kuvveti varsa, böylece kalbin de ilim, hikmet ve tefekkür olmak üzere üç askeri vardır. Salike gerekli olan gerçek vazife, kalbine yardımcı olmakla ilim, hikmet ve tefekkürden yardım istemesidir. (48)

-Ubudiyet = kulluk, ihlas üzere kamilen hudû’ ve ilahi buyruklara aşk ve şevkle boyun eğmektir. Bu itibarla “Kim nefsini tanırsa, Rabb’ini tanımıştır” diye varid oldu. Yani kim nefsinin enaniyete kapılmasının zararlı olduğunu, hakikat-i halde aciz ve Rabb’ine muhtaç olduğunu idrak ederse, Rabb’inin Rububiyeti’nin sıfatlarını tanımış olur, ki buna Ma’rifetullah denilir. İşte insanın asli ğayesi, bu ilme = Ma’rifetullah’a ulaşmasıdır. (59)

-Bu itibarla mü’min, basiret üzerinde olup hayali telkinlerine aldırış etmemelidir ve zahiri surette emrlerini yerine getirmelidir. (68)

-El-hasıl nefsi büsbütün istek ve arzularından alıkoymak ve her türlü nimetlerden mahrum etmek, sufilik değildir. Bilakis sufilik, nefsi me’âsında mübah şeylerle gütmek, Allah’ın yasak ettiği şeylerden alıkoymaktır. (76-77)

-Zira sufilik, dünya hayatının nimetlerini terk etmek değildir; asıl olarak nimetler Allah’ın mülkü, insan ise, o mülkün bekçisi olması ve nimetleri emanet olarak alması cihetiyle vekil olduğu için bil’asâle değil bilvekâle tasarruf eder, yani asıl sahibinin izniyle faydalanır. Ve dolayısıyla dünyevi nimetlerden faydalanması dahi onu saflaştırır. Çünkü dünya nimetleri aslında iman edenler için yaratıldı. İmanla Allah’ın hükmüne teslim olmak nefs, vekil olunduğu kendi rızkını meşru olarak, kâfir ise onların rızkını ğasben gayrimeşru olarak yerler. (78-79)

-Bir şeyin doğruluğuna hüküm etmek için o şeyin sekiz cihetini bilmek gerekir. Ondan sonra müsbet veya menfiliğine hüküm etmek mümkün olur:

1)Tasavvuf öyle bir ilimdir ki, onunla nefsin halleri, iyi ve kötü sıfatları bilinir. Ve bu tasavvufun tarifidir. Nitekim Ebu Amr es-Sülemi rahimehullah diyor ki: ”Tasavvuf, ilahi emr ve yasakların idaresi altında meşakkatleri yüklenmek, Allah’a dayanmak ve O’na hüsnü zan beslemektir” (Tabakat’ul-Evliya sf:108)

2)Tasavvufun konusu, nefse ârız olan hal ve sıfatları bilmek cihetiyle nefstir. Ebu Turab en-Nahşebi rahimehullah diyor ki: “Sözlerini ve hareketlerini başına gelen halleri, her anda Kitab ve sünnetle tartmayan, Kitab ve sünnete aykırı hayaline gelen hatıraları töhmet altına almayan kimseyi kesinlikle erenlerin divanında saymayın” (Hilyet’ul-Evliya c.10, sf:230; er-Risalet’ul-Kuşeyriyye, sf:23)

3)Tasavvufun semeresi, kalbi ğayrdan temizlemek Zat-ı Akdes Teâla’nın nurlarının müşahedesiyle süslendirmektir. Nitekim Ahmed b. Ebi’l-Hıvari kuddise sirruhu diyor ki: “Allah’tan başkasıyla ünsiyette bulunan kimse, ebediyen vahşet halinde yaşar.” Ebu Ali es-Sakafî rahimehullah diyor ki:” Nefsinin hevası kendisine ğalebe çalanın aklı kendisinden ayrılır” (Tabakat’ul-Evliya, s:35,299)

4)Tasavvufun hükmü, her mükellef üzerinde vücubdur. Zira zahiri azaların fıkıh ilmiyle korunması gerektiği gibi kalb, ruh, sır ve akıl gibi bâtınî azaların da bâtıniî ilimle = tasavvufla ıslahı vacibdir. Ebu Hanife rahimehullah, fıkıh ilmini tarif ederken “Fıkıh, nefsin aleyhinde ve lehinde olan şer’i hükümleri bilmektir” demiştir. Demek fıkıh ve tasavvufu birbirinden ayrı saymak doğru değildir.

5)Tasavvuf ilminin faziletine gelince, Allah Azze ve Celle’nin rızasına ulaştırıcı olduğu münasebetiyle ilimlerin en şereflisidir.

6)Tasavvuf ilminin hakikatini ortaya koyanlar ise, Marifetullah ilmiyle şereflenen Şeyh Hasan Basri, Zünnûn-i Mısrî ve Cüneyd Bağdâdî gibi imamlardır.

7)Ve binnetice tasavvuf ilminin istimdadı = kaynağı Allah’ın kelamı ve O’nun Resülü’nün Hadis-i Şerifleridir.

8)Tasavvufi meselelere gelince, kalbin fenâsı, bekası, murakebe etmesi gibi zatî arızalardır. Bunlar, her biri bir kaziye olup geniş bir ilmi teşkil etmektedir. Risale-i Kuşeyriyye gibi kitablarda bunlar izah edilmektedir. İşte o eserlerden bir özet çıkararak bu risaleyi yazıyoruz. 

Tasavvufun bu sekiz şeyden ibaret olduğunu bilen bir akıl sahibi, inkâra cüret edemez. İnkâr cihetlerine girenler, delidirler. (79-80-81)

-Aliyy’ul-Kari, İmam Nevevi’den naklen diyor ki: “Hadis-i Şerif’te ‘Kuvvetli mü’min zaif mü’min’den daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir’ cümlesindeki kuvvetten murad, uhrevi işlerde nefsin azimetidir = uhrevi saadetin kazanılmasının istek ve arzusunu fiile geçirmektir. Azimli insan, gaza ve cihadda daha başarılı olur, maksadlarına daha çabuk ulaşır, ma’rufu emretmekten, münkerden vazgeçirmekten gelen eza ve cefadan daha çabuk çıkar” (Mirkât’ul-Mefatih, cilt:9, sf:154) (87-88)

-Şeyh Ahmed Gümüşhanevi diyor ki: “Kalbi çirkin suretlerden temizlemekle beraber taat ve ibadet gibi iyi suretleri hayal ve kalble belleyip hıfzetmekle ameli riya ve nifaktan saflaştırmanın eseri ve bereketi, kulun üzerinde görüldüğü gibi, aynı zamanda kıyamete kadar neslinin üzerinde de görülür. Binaenaleyh kalbin ve hayalin çirkin suretlerden temizlenmesi ve güzel suretlerin onda nakışlanmasının faydası: Allah Teâla’nın rızasının kazanılması, amelin kabul edilmesi, kıyamette azabdan kurtuluş ve saadetlere ulaşmakla birlikte her fitnenin zeval bulmasıdır” (Levamiu’l-Ukul, c:3, sf:553) (94)

-Dünyada nefsi avına sevk eden, menfaat; avcıdan koruyan, zarardır. Müdrike yani aklî kuvvet, faydayı göstermekle nefsi avına yahud zararı bilmekle avcısını bertaraf etmeye, bertaraf etmekten aciz kaldığı yerlerde ondan kaçmaya sevk ettiği gibi, ahirete nazaran da kalbin müdrike kuvveti, cennetin nimetlerini idrak etmekle bâise kuvvetini tahsiline sevk eder. Şer’i şerif buna ‘reca’ demiştir. Cehennem ve ilahi azabın zararlarını idrak etmekle de nefsi hevasından takva hasletiyle dizginler ve buna da şer’i şerif ‘havf’ demiştir. Nefsin edeblendirilmesinde sebeblerin en kuvvetlisi de cennetin nimetlerini ümid etmekle iradeyi taat, ibadet ve her hayrı işlemesine sevk etmek ve korku hasletiyle de iradeyi cehennemin azabına vesile olabilecek her işten sakındırmaya çalışmaktır. (98)

-Ve binnetice kalbin hayalini çirkin suretlerden temizleme hasleti, gözün kapatılmasına ve dilin susmasına bağlanılmaktadır. Demek kalbi zikre iki şeyle muvaffak olunur: Birincisi, gözün kapatılması; ikincisi, dilin susması. Bunsuz kalb çalışmaz ve zikir de sahih olmaz. (103)

-Kalb, hınzır olan nefs-i emaresinin şehvetine yani istek ve arzularına teslim olduğu takdirde hayasızlık, çirkinlik, tebzir ve israf, cimrilik, gösteriş ve gizlide işlenen ameli açıkta söylemek, iyileri alaya almak, dünya debdebesinin aşırı istek ve arzusu = hırs ve hırstan dolayı lezzetlere dalmak, dalkavukluk, kıskançlık = hased, ikide bir başkasının işlediği günahlarla sevinmek ve daha birçok kötü huylar fiile geçer. (118)

-Feylesofların nefs-i natıka dedikleri şey, nefs-i emaredir, makamı süflidir, aslı şerdir; iman etmeksizin tabiatinden ayrılmaz, kalbe esir olmaksızın şeriatin hükmünü kabul etmez. Binaenaleyh onların kâmil dedikleri, nâkıs; âli dedikleri, âdî olan nefstir. Sufilerin de “nefs ölür” deyişleri, doğru değildir. Şayet bu deyişle “nefs başkalaşır” diyorlarsa, bu doğrudur. Yani ğazab ve şehvet kuvvetlerinin istek ve arzularından vazgeçtiği, şarap iken sirkeleştiği bakımından sanki ölmüştür demek istiyorlarsa “nefs ölür” deyişleri doğrudur. (123-124)

-Şeyh Muhammed el-Kettani kuddise sirruh diyor ki:” Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i rüyamda gördüm; ‘Ya Rasulallah bana dua et ki kalbim ölmesin’ demek istirhamında bulundum. Bana dedi ki: ‘Her gün 40 kere “La İlahe İlla Ente Ya Hayyu Ya Kayyum” de. Kalbin ebediyen diri kalacaktır” (Tabakat-ı İmam Şa’rani c:1, sf:129) (127)

-Akıl kuvveti işin akıbetini bilmek için kula verilmedi. Bilakis nefsinin zaifliği ve zafiyetinin bilinmesi, uhrevi ve manevi alemin idraki, ahiret yurdunun, dünya hayatının üzerine tercih edilmesinin yollarının bulunması için verildi. Bu noktadan hareketle rahatlıkla diyebiliriz ki, nefsin başkalaşması iki şeyledir: Birincisi, kişinin kendi nefsini tanıması yani iradesinin Allah Teâlâ’nın hükmüne karşı pek zaif olduğunu ve her anda Allah’ın kudretine muhtaç olduğunu kavramasıdır. İkincisi, Allah Azze ve Celle’nin kudretinin sonsuz olduğuna, O’nun yardımıyla nefsin, aciz kaldığı yerlerde kuvvet kazanacağına ve bu kuvvetle fiiline muvaffak olacağına inanılmasıdır. (130-131)

-Binaenaleyh ğazab kuvvetinin edeblenmesi dört şeye bağlanmaktadır: Birincisi, iman hakikatlerini bilmektir. İkincisi, Allah Azze ve Celle’nin buyruklarını, nefsin hevasından daha tercih etmektir. Şöyleki, Kur’an ve hadiste “saldır” emri verildiği yerlerde saldırır; “dur” komutunun verildiği yerde de durur.(140-141) Üçüncüsü, nefsin hoşlanmadığı eza cefayı veren kimselerin eza ve cefalarını hoş karşılamayı adet edinmektir. Kişi, “Allah Azze ve Celle, Celal sıfatlarıyla bana tecelli ettiği için, herhangi birisini bana musallat kıldı” diye bilmelidir. Bu takdirde sebebin tasallutu anında istiğfarla Rabb’ine dönüş yaparsa, nefsi feveran etmez. Böylece kendisinde bulunmayan vasıflarla övüldüğü zaman, kibirliliği hayalinde taslamaksızın “Allah Azze ve Celle bana Cemal sıfatlarıyla tecelli etti” diye bilse ve dolayısıyla “sebebleri lehime döndürdü” diye hamdederse, asla şeriatin emrettiği yerlerden başkasında kesinlikle kızmaz. Bu keyfiyet, murakabeden başkasıyla tahakkuk etmez. Dördüncüsü, şeytanın dürtüşünde nefs feveran edip de kızdığı zaman “Eüzübilalhimineşşeytanirraciym” deyip soluna tükürürse yahud “La havle vela kuvvete illa billahil aliyyel azim” deyip hafifçe göğsüne üfürürse, geçmediyse abdest tazelerse nefsin kızgı duyguları söner. (141-142)

-Netice-i meram, behimiyye = hayvaniyye nefsin uslulaşması, olgunluğu, kurtuluşu, terbiyesi, manevi meshten yani çirkin suretten iyi surete, Ahsen-i Takvime dönüşmesi ve bu sebeble uhrevi saadetlere ulaşması;

a) İmana dayalı hayâ hasleti

b) Evliye göre kendi ehline dönüp faydalanması

c) Behime nefsin yani şehvani duyguların, müdrike ve irade kuvvetinin idaresi altına alınması

d) Mutlak zinaya nazaran, erkek ve kadının tenhalaşmaması; istimna gibi küçük zinaya nazaran şahsın yalnız kalmaması

e) Bekâra göre, şehveti takviye edici ğıdaların azaltılması yahud temas sebeblerinin dinlenilmemesi

f )Evlilik

olmak üzere altı şeye bağlanılmaktadır. (152)

-Zira insanın kalbini mesh = çirkin suretlerden kurtaran en kuvvetli sebebler, ğazab ve rıza halinde adalet = hoşa gelen gelmeyen hükümlerde başa gelen işte hak ve gerçek olan hükme iltizam, harcamalarda iktisad, gizli ve aşikarede İlahi emirleri gözetmek olmak üzere üç haslettir. (168)

-“Dört haslet sende bulunduğu zaman, dünya hayatından kaçırdığın şeyler sana hiçbir zarar vermez: Konuşmakta doğruluk, azalar yahud sair nimetlerde emaneti korumak, güzel ahlak, yemekte haramdan korunmak” Hadis-i Şerif (169)

-Tevbenin en büyük şartı, iman ve kesin inançla, günahların kul ile Allah arasında perde olduğunu ve tevbeyle perdelerin kaldırılacağını bilmek, geçmişte yapılan günahlardan ciddi bir pişmanlık duymak, gelecekte işlememeyi azimlemek olmak üzere üç esastan ibarettir.(176-177)

-Bu itibarla içinde kul hakkı olmayan günahlar hakkında tevbenin, geçmişte pişmanlık, hâlihazırda mahcubiyet duyarak utanmak veyahut korkmak, istikbalde günahlara dönmemeyi azimlemek, kaza edilmesi mümkün olan ibadetleri kaza etmek, Allah Azze ve Celle’nin günahların bağışlanmasına muktedir olduğuna inanmak ve bütün bunlarda kalbi masivadan çevirip Allah Azze ve Celle’nin emrlerine yöneltmek yani ihlas olmak üzere 6 şartı vardır. (178)

-Tevbe, Allah Azze ve Celle’nin yasakladığı günahları terk etmek, doğrusu Allah Azze ve Celle’nin üstün nimetlerinden uzaklaştırıcı tüm sebebleri bırakmaktan ibarettir. (189)

-Şuhud makamına ulaşabilmek, Allah için mahlukunu sevmek, Allah için mahlukundan buğzetmek ve Allah Azze ve Celleyi zikretmek üzere üç esasla gerçekleşir. Birinci esas, el-hubbu lillah; ikinci esas ve’l-buğdu lillah; üçüncü esas ise, sultan-ı zikir bedenin tüm cüzlerine hakim oluncaya kadar dil ve kalble yahud sadece kalble zikre devam etmektir. (221)

-Şeyh Abdullah bin Muhammed eş-Şa’rani kaddesallahu Esrârhur Rahmani diyor ki: “Kim hak ve gerçeğe ittiba edip etmediğini bilmek isterse, maksadına muhalif söyleyenlerin sözüne baksın; onu nasıl bulur? Maksadına muhalif gelen gerçeklere karşı kalbi değişmezse, hakka tabi’dir demektir” (223)

-Tarihe göz gezdirdiğimizde bakarız ki, Allah için sevgi, Allah için buğzetmek, nefsinde ilahi ahkâmı icra etmekle birlikte Allah Teâlâ’nın zikrinde çalışmak, kendi nefsine istediği menfaatin aynısını Müslüman kardeşine de istemek, nefsi hakkında hoş karşılamadığı eza cefayı Müslüman kardeşi için de hoş karşılamamak hasletleri toplumda hâkim olduğu zamanda Müslümanlar, ğayrimüslimlere hâkim. Ve bu beş düsturun ihlaliyle Müslümanlar gayri Müslimlere sevgi meylinde bulundukları andan itibaren tepe takla yuvarlandılar ve halen de yuvarlanmaktadırlar. (230)

-Birçok ulema: “Emirlerin yapılmasında, Allah emretti diye taat ve ibadete koşmayı, menhiyatlarda Allah Teala yasak etti diye ondan kaçınmayı âdet edinmek, fiili zikirdir” dediler. Yani fiili zikir, Allah Azze ve Celle’nin sevgisini ve korkusunu kalb, ruh ve akıldan ibaret şuurda istihzardır. Bu istihzara zikr-i hafi ve murakabe denildi. (236)

-Çoğu zaman nefsin istek ve arzusu üzerine yapılan zikir, sihir ve istidraca da dönüşür ve Allah korusun bu korkunç bir tehlikedir. Onun için mutlaka bir silsileye bağlanıp o silsileye bağlı en son zattan zikri almak ve telakki ettiği zikir üzere devam etmek, Allah’ın huzuruna kavuşmak yani vuslat için en elverişli yol sayıldı. (244)

Dilara Yayınları, 2018 basım, 3.baskı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...