11 Mayıs 2025

TÜRK DİKKATİ - FATİH MEHMET ŞEKER

-Farabi ile İbn Sina'nın şahsında Eflatun ile Aristotales'in hesabını görerek Türk felsefesini bir standarda kavuşturan Gazzali kişinin iştirak etmediği görüşlere benimsediği fikirler kadar ehemmiyet verdiği takdirde rakiplerinin üstüne çıkabileceğini gösterir. Kendisinden evvelkileri unutturduğu ölçüde hatırlatır, hatırlattığı ölçüde de unutturur. (8)

-Hadiselere herkesin kendi marifeti miktarınca nüfuz edebileceği teslim edilmesi gereken bir hakikattir. "Her meslekte iktidar, ancak âsâr ile ispat edilir." sözü bu hakikati resmeder. (35)

-Ebu Hanife, Maturidi, Gazzali, Mevlana ve Itri'yle problemi olan, mezar taşı yaptırmaya, kabirlere Yasin-i Şerif okumaya ve kandil gecelerini ihya etmeye, Enderun usulu teravih kılmaya, salavata ve Tekbir'e karşı çıkan, Uşşak, Hicaz ve Acemaşiran makamlarının cahili olmakla övünen adamlar, Diyanet İşleri Başkanlığının denetim ve gözetimindeki camilerde, çenelerini şehadet parmağı yerine kullanarak millete vaaz vermekte, din öğretimi genel müdürlüğüne bağlı imam hatiplerde cirit atmakta, Türkiye'nin zihniyet dünyasını ve sosyal hayatını kurutmaktadırlar. Bunlar çok az Kadızade şüphesiz daha çok Muhammed b. Abdulvehhab'dır. Kadızadeliler Türkiyesinde değil Vahhabiler Arabistan'ında yaşaması gereken, taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayarak ruh kökümüzü türbe kapısındaki kurbanlık davar gibi boğazlayan bu tipler, konuşmalarının delaleti ile de anlaşılmaktadır ki bedavet kokan bir ağızla Selçuklu ve Osmanlı'ya ecdadımız diyerek bu faaliyetleri icra etmektedirler. Aynı yolun yolcusu, aynı siyasetin sürücüsü olan, orijinal görünme sevdalısı bu adamlar, Osmanlıya "ecdadımız" deme hakkına sahip midirler? Devamlı olarak sorulması gereken sual budur. Bunlara hayran olmak için sonradan görme olmak lazımdır. "Herkesin mikdar-ı aklı üzre sadakatı sözünden bellidir." Devamlı İslam adına tövbe-i istiğfar getirmemizi isteyenler, evvela "ecdadımız" sözünün gereği her neyse onu yerine getirmelidirler. Bu memleket Arabistan namına örf ve adet etrafında toplanabilecek her şeyi sıfıra irca ederek sakalını ağırtanların babalarından kalma çiftliği değildir. Türk dikkatini çalan, hiç şüphe yok ki koca memleketi küçülten, bu ülkeyi yoğuran hamuru çamura çeviren bu adamlar pervasızca meydanda at koşturduklarına göre fikirleri ve fiilleri belirli makamlar tarafından takdir olunmaktadır. Bizi millet olmaktan çıkarıp kabile haline dönüştürmeye kalkışan, insanları çölde deve güden bir bedevinin yalnızlığına mahkum eden bu çok sosyal adamların Kur'an-ı Kerim adına konuşma cesaretini nereden aldıkları meçhul değildir. Devr-i Hamidde değiliz. Sultan Fatih zamanında hiç değiliz. Türkiyenin kendine özgü bir realitesi olduğuna göre artık bu tiplerle beraber gidilemeyeceğinin ilan edilmesi gerekir. (44-45)

-İlahiyat fakülteleri vitrine çıkamayan Fazlurrahmanlarla doludur. Bu çizgide sahne arkasında konuşan hep İbn Teymiyye'dir. Bu toprakları Abduh ve Fazlurrahman zihniyetinin aynasında görenlerin özendikleri bir çeşit selefiliktir. Vesileleri maksat haline getirmeye çalışan modernistlerin her koldan açmaya çalıştıkları manevra alanı; Müslümanlığı mevcut gidişatın tabii bir unsuru kılmaya gayret etmektedir. Bunların ateistlerle aynı mantığa sahip olduklarını vurgulamaktan çekinmemek lazımdır. Gazzali'nin atına seyislik bile edemeyecekleri aşikar olan kimselerin kurduğu bu sahnede İhya-u UIumid-din müellifine dekan olarak bile yer yoktur. Halbuki "emanet yerini buldu, Türk düşüncesi ehlinin eline düştü" dedirten Gazzali, fikir hayatımızı inşa eden usulün asıl mekanizmasını kurar. (47)

-Sadi-i Şirazi'yle beraber "Ömr-i aziz şu harflerin içindedir: Yazın ne yiyeyim, kışın ne giyeyim" sözünü, tam bir itaat ve tevekkülle tekrarlayan büyük kalabalıklara kamerayı doğrultup "Dostoyevski kimdir?" diye sorma cehaleti ancak tahsille mümkündür. "Kitapta yeri var" sözü yazının; "halkın sözü hakkın sözüdür" ifadesi de konuşmanın kudretini gösterdiğine göre Türkiye'nin selameti o ümmiliktedir. Bugünkü Türkçeyle felsefe yapılamayacağını kabul edenler, haysiyeti olmayan kelimelerle milletin önüne çıkmaktan ar etmeyen ve "ortalama bir dünya vatandaşı olabilmek için Dostoyevski'yi en az üç kez, ortalama bir yazar olabilmek için de en az beş kez okumalısınız." diyenleri düşünür diye ortalığa salmanın nasıl bir ihanet olduğunu öğrenmelidirler. Goethe, Marx ve Hitler'i sanatçı, filozof ve siyasetçi olmaları ayırsa da Alman olmaları birleştirir. Yakup Kadri'nin "Marx, Hegel'in çocuğu olduğuna göre o bir "evet"in "hayır"ıdır" sözündeki isabet ortadadır. Onlar nereden bakarlarsa baksınlar herşeyi Almanyaya mal edecek bir perspektif ve ahlaka sahiptirler. Kant, Heidegger, Derrida. İbn Teymiyye, Ali Şeriati ve Fazlurrahman'ı hareket noktası olarak alan birinin Türkiye üzerine söz söylemesi mümkün müdür? sorusu yerindedir. (50)

-Osmanlıların gözünde "hat lisan-ı yeddir." Yani yazı elin dilidir; zira ezberlenen gider, yazılan kalır. "Yazı sözden daha faziletlidir. Çünkü sözün muhatabı sadece hazır olan kişi, yazının muhatabı ise hem hazır hem de gaib olan kişidir" Keşfü'z-Zünun müellifinin bu sözünü Taşköprizade şöyle ifade eder: "İlim bir sayd ve kitabet ona dam ü kayddır." Sinan Paşa, "söz bir nesnedir ki zail olmaz, kıyamete değin durur." derken aynı hakikati dile getirir. Söz, fikirlerin süzülmüş halini aksettiren yazı ile kemale erer. Kitabet, düşüncenin karanlıklarını aydınlığa çevirir, okunanların muhakeme edilmesini sağlar. (58)

-İslam öncesi devri dolduran zihniyeti veren Orhun Abideleri Türklerin kendilerini idrak etme nokrasında geldikleri güzergahla gittikleri istikameti gösteren en mühim eserlerin başında yer alır. Bedevetin kendine mahsus bir medeniyete sahip olduğunu gösteren Farabi, Medinetü'l-Fazıla'da siyaset adamlarının devleti, düşünürlerin gözüne ve sözüne bakarak idare etmelerini ihtar eder. Mükemmelliği faziletleri fiil haline getirmekle kayıtlandırır; bildiklerini hayata geçiren insanın kemale ereceğine vurgu yapar. Kıvamını bulan nefsin Tanrıya benzeyerek ve zatından geçerek her şeyde Hakkı gören bir aşamaya yükselebileceğine dikkat çekerken semavi şehrin nasıl kurulabileceğinin çerçevesini verir. (65)

-Osmanlı'da düşüncenin mistik safhasına ise sistematik manada Muhammediye ve Ahmediyenin müellifleri olan Yazıcızade biraderlerle Mesnevi şarihi Ankaravi, Füsus şarihi Bosnevi ve Muhammediye şarihi Bursevi ile girilir. Onlar ruhlardaki ilahi kıvılcımı uyandırarak kalbi yapının fikri bir istikamet almasını sağlarlar, görülmeyen, bilinmeyen ve varılmayan Allah'a götürücü yolu, en kısa yoldan bulmak için harekete geçerler, hakiki bir ocak haline getirdikleri tasavvufun vahdet-i vücud fikri etrafında Allah'a nasıl ulaşılabileceğini yaşanan bir hâl olarak billurlaştırmakla kalmazlar, ikna ve ispatı kabil değilse de bu tecrübeyi fikir halinde anlatırlar. (81)

-Bursevi'ye göre hikmet; lisan ile Hakk'a, kalb ile fikre ve erkan ile harekete isabet etmektir. Bunu gerçekleştiren kimse konuştuğunda Hakk ile konuşur, tefekkür ettiğinde hikmet ile tefekkür eder ve hareket ettiğinde hürmetle hareket eder. Hikmet etrafında yaptığı izahlarla İbn Sina başta olmak üzere filozoflara ilimle amil olmanın ehemmiyetini, yalnız akıl ile maslahatın bitmeyeceğini, aklın yanında şeriatında olması gerektiğini, vasıtayı ve sebepleri ispat etmenin yetmediğini hatırlatır. (85-6)

-Kemalpaşazade, Taşköprizade ve Bursevi'ye ikinci Gazzali; Ankaravi'ye Mevlana-yı Sani; Davud-i Kayseri ve Bosnevi'ye de ikinci İbn'ul-Arabi denilebilir. (87)

-Fert, cemaat ve millet şeklinde hiyerarşiden hareket edildiğinde görünür ki herkesi aksettiren bir ayna hüviyetindeki devlette her zümrenin aşamayacağı bir sınır vardır. Hayat bir idealizasyon olduğu kadar bir realizasyondur. Cemaatin çizdiği dairenin içine hapsolamayacağına göre devletin bir zümrenin ufkundan ibaret hale gelmesi mümkün değildir. O halde son sözü baştan söyleyelim: Devlet şu veya bu cemaatle değil siyasetle yönetilir. (102-103)

-İnsanlara ait oldukları bir yer olduğunu hatırlatan ve herkesin güvenle o limana demir atabilmesini sağlayan cemaatin en büyük problemi kendisini vazife sahasıyla mahdut hissetmemesi, kendi tabii yerine talip olmayan herkesin yok olmaya mahkûm olduğunu aklına getirmemesidir. Hem bu topraklar nezdinde itibarı muhafaza etmeyi hem de güçlü olduğunu var saydığı unsurlar karşısında belirli bir noktaya kadar dengeyi tutturmayı hedefleyen cemaatin niyetlerini dile getirmemesi anlaşılabilir. Bu nedenle "cemaat hakkında konuşan birisi neden söz ederse cemaat odur" şeklinde izah edilebilecek bir profil sergileyen cemaat, modernleşme devrindeki herşey gibi bir terkiptir. Fikrinde sabitkadem olduğu kadar her boyaya boyanmaktan geri durmaz. Bir taraftan geleneksel İslam'dan taviz vermez, diğer taraftan liberal İslam'ın bir temsilcisi haline gelmekten çekinmez. Böylece Said-i Nursi'nin risaleleriyle, Fetullah Gülen'in şerhlerinde çerçevesi çizilen hususlar pratikte kaybolur. Ameli akıl fonksiyonunu çoğu zaman zaruretlere sevk eder. Cemaati idare edenlerin Said-i Nursi külliyatının her şeyi halledeceğini düşünmedikleri ortaya çıkar. İyi niyetler ameller tarafından tekzip edilir. (105-106)

-An, ihtiyarlamış bir mazi olduğuna göre onu yeni baştan doğmuş bir çocuk haline getirmek, zamanı yerli anane üzerine kapanarak idrak etmekle mümkündür. Bu nazari değil, tecrübi bir şeydir. Kitaptan değil hayattan öğrendiğimiz, unutulmaması ve daima tekrarlanması lazım gelen husus şudur: Hangi taraftan değerlendirilirse değerlendirilsin tarihte olduğu gibi bugün de Türk olmanın rükn-i rekin'i / sağlam direği İslam'ı benimsemektir. Selçuklularla, Osmanlılar Müslüman oldukları için Türktürler. (117)

-Bu bir zihniyet mücadelesidir: "Evet, kıyafet şekildir ve ruh ancak şeklin ve maddenin içinde kendisini idrak eder. İyi amma kıyafetimiz bütün hayatımızı, düşüncemizi biz farkında olmadan idare eder." Yaşadığım Gibi'ye hakim olan bu tasavvufi perspektif Saatleri Ayarlama Enstitüsündeki sufi-mutasavvıflardan süzülen şu ifadede karşımıza çıkar: "Yeni bir elbise giyen adam az çok benliğinin dışına çıkmışa benzer." Gazzali'ye göre köle gibi kaba kumaştan giyinmek, Allah'a olan güven ve teslimiyetin bir işareti, lüks kıyafetlerde bir tavizdir. (120-121)

-Sultan Vahdeddin'i, genç görünmek sevdasıyla sakalı olmadığı için tenkit eden İbnülemin Mahmud Kemal Beg der ki: Saç ve sakal ile insanın kıymet kazanamayacağı meydanda ise de mutad usule riayet etmek zaruridir; zira sakal bu topraklara mensup olmanın bir alamet-i farikasıdır. Müslüman olmanın göstergesidir. Sakalsızlık ise Avrupa'yı taklittir, zihnen ve simaen dolayısıyla da kalben teslimiyettir." "Sakalını kimsenin eline vermemek için Yavuz Sultan Selim gibi sakal bırakmayacaklarını söyleyenlere diyecek lafımız yoktur." demekten geri durmayan İbnülemin, bu noktada sözü zahid iken fasık olan, uzun tırnaklı "sakalsız sadr-ı azamlardan biri" diye tahfif ettiği Damat Ferit'e getirir. Onunla Osmanlı padişahlarının arasına hususi bir mesafe koyar. Meselenin hem entelektüel hem de ameli taraflarını gözden kaçırmaz. Hadiseyi yapıcı ve yıkıcı çehreleriyle tasvir eden üstada göre sakal bırakmayanlar, tırnaklarını uzatanlar, "Hz.İbrahim(as)'den beri cari ve sünen-i haliliye cümlesinden olan hususlara muhalefet etmektedirler." (122-123)

-Entelektüel cephesi çok kuvvetli olan Fuzuli, şiir vasıtasıyla düşüncenin en ücra köşelere nasıl uzanabileceğini çok iyi bilir. Nazmı düşüncenin emrine verir. "Kanuni için söylediği mersiye ile sesi bütün imparatorlukta" yankılanır. "Divan"ı her minareden başka bir kasidenin okunduğu Arabistan Ramazan geceleri gibi naat ve tevhid sesleriyle çınlar, elleri her lahza duadadır; aşk veya sevgili bile ona bir çeşit uluhiyet gibi görünür." (A.Hamdi Tanpınar/Edebiyat Üzerine Makaleler, sf:158-162, Dergah, 2015) Bu nedenle hemen her şair onu ustaları arasında sayar. Nitekim 16.asrın en büyük tarihçisi olan Gelibolulu Mustafa Ali kendisini Fuzuli ruhunu ihya eyleyen isa-edalı kimselerden biri olarak nitelendirir. (Divan, II, 101, Gelibolulu Mustafa Ali) (164)

-Fuzuli'nin yalnızca fikri çehresini vermeyip, muayyen bir çerçevede de olsa bütün bir düşünce tarihini hülasa eden eserden (Matlau'l-İ'tikad fi Ma'rifeti'l-Mebde'i ve'l-Me'ad) şiirlerine intikal edildiğinde onun Şiiliği çok barizdir. (Fuzuli'nin Şii olduğunu şiirleri üzerinden gösteren değerlendirmeler için bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, Fuzuli Divanı, s.VII-X) O, burada imamiye mezhebine göre imamet silsilesinden bahseder. (Fuzuli, Hadikatü's-Süeda, s.483-485) Bu durumu destekleyen bir başka husus da şudur; Osmanlı asırlarının belki de en büyük şairi olan bu zat, Bağdat fethinde beş kaside takdime ettiği Kanuni Sultan Süleyman Han başta olmak üzere himayelerine girmeye çalıştığı devlet adamlarıyla olan sıkı irtibatlarına rağmen İstanbul'a getirilmez. Bir başka ifadeyle "Fuzuli ister isen izdiyad-ı rütbe-i fazl / Diyar-ı Rum'ı gözet terk-i hak-ı Bağdat-et" dediği halde (Divan, s.1659, TTK, 1958) Rafızilikle melul olduğu için her şeyi bir mıknatıs gibi çeken İstanbul'a gelemez. "Ben Çaldıran'ı duya duya Türk oldum" diyen varlığımızı ve devamlılığımızı Sünniliğe bağlayan Yahya Kemal de Fuzuli'nin payitahta getirilmemiş olmasını Şii olmasıyla irtibatlandırır; Kınalızade Ali Çelebi, Katip Çelebi ve Köprülü gibi Fuzuli'nin Şiiliğinde ısrar eder, onun İmamiye Şiasına mensubiyetini tarihi bir hakikat olarak değerlendirir. Bu isimler içinde mezhep meselesini en çok dallanıp budaklandırma ihtiyacı hisseden kişi Köprülü'dür; zira şairin mezhebi "sadece tarihi bir mesele olmaktan ziyade, Fuzuli'nin psikolojisini anlamak bakımından da, çok esaslı bir mevzudur." (165-166)

-Nurettin Topçu aksini iddia etse de Gazzali, felsefenin ne olduğunu çok iyi bilen bir filozoftur. O, felasifeyi yıkmak için İbn Sina'ya döner ve selefine göre bambaşka bir istikamete doğru yol alır. Filozofları muhatap alarak devrine hitap eder. Farabi-İbn Sina çizgisinden hareket etse de İslam düşüncesinin bir çeşit nefis muhasebesi olarak görülmesi gereken tenkitleriyle o çizgiyi aşar. Felsefeye dinamizm katan cephesiyle aslında filozofların oynadığı rolü bir başka vadide devam ettirir. Onun bu tavrı İbn Rüşd'ün de teslim etmek zorunda kaldığı gibi felsefenin zafer hanesine yazılmalıdır. Bedevi hayat tarzından gelerek Medine'nin nasıl kurulacağının yol haritasını veren Farabi'nin felsefe yapmanın şartlarına dair ortaya koyduğu hususlara İbn Sina'dan daha çok Gazzali yakındır. O, İbn Sina'yı başka bir felsefi nazarla reddeder. Böylece Şark'ta felsefe araştırmalarının çoğalmasına vesile olur. (İzmirli İsmail Hakkı,"Peyami Safa'nın İslam Feylosoflarına Haksız Hücumu", s:195-196) Onun himmetiyle felsefenin İslamiyette mühim bir mevki kazandığı söylenebilir. (Köprülü, Türkiye Tarihi, s.218-219) Sokrates, Aristotales, Maturidi, İbn Rüşd ve Kant'ın da sık sık gündeme getirme ihtiyacı hissettiğine göre felsefeye karşı çıkmak gene felsefeyle mümkündür. Filozofların hesabını görebilmek için onlardan daha iyi felsefe bilmek gerektiğine göre Gazzali felsefenin değil İbn Sina'nın otoritesini silkip atar. Tehafütü'l-Felasife'deki çerçeve aynıyla Hocazade, Alaeddin-i Tusi, Kemalpaşazade ve Bursevi gibi Osmanlı filozoflarınca da benimsenir. Nitekim Nurettin Topçu da felsefenin İslam alemindeki vaziyetine dair oldukça menfi bir tavır almasına rağmen, Türk tefahüt çizgisinin Fatih devrini felsefe hanesine kaydetmekten geri durmaz. Demek ki o asırda tehafüt geleneğinde felsefi bir damarın mevcudiyetine inanmaktadır. Ne var ki Topçu burada yanlış bilgilerle doğru bir hükme varır. Fatih zamanındaki tartışmada bir taraftan İbn Rüşd'ü diğer tarafın da Gazzali'yi savunduğunu iddia eder. Neticede "bu bizde sonuncu felsefe hareketidir" hükmünde karar kılar. (Topçu, Yarınki Türkiye, s.55) Burada kendiliğinden gündeme gelen itiraz şudur: Tusi-Hocazade arasında cereyan eden tartışma, Gazzali'nin usulünü sisteme yeni baştan hakim kılma mücadelesidir. Bu da Osmanlı düşüncesinin daha baştan Tehafütü'l-Felasife de sergilenen tavrı benimsediğini gösterir. (193-194-195)

-Nurettin Topçu metafizik anlayışında Mevlana ile Yunus'a merkezi bir yer verir. Fakat bu iki mutasavvıfın dünya görüşlerine zemin teşkil eden unsurları mahkum ederek dikkat çektiği hususları buharlaştırır. Asırları omuzlayan inanç ve düşünceleri bir sembol halinde ifade eden, bütün tarihin bir özü ve simgesi olan mitoloji, efsane, masal, menkıbe, örf ve adeti hakikatin karşısına yerleştirir. Semboller ve efsanelerin, hakikati hatırlatan vasıtalar olduğunu ciddiye almaz. (201)

-Tasavvufi tefsir geleneğinin hikayelere başvurmasının sebebi de halkın hikaye merakından faydalanarak tefsiri onlara okutmak, bu sayede hakikati telkin ederek cihet-i manaya cezbetmektir. (Osmanzade Hüseyin Vassaf, Kemalname-i İsmail Hakkı, s.38, Haz: M.Yurtsever, Bursa 2000) (209)

-Nurettin Topçu, İslam'dan evvelki devrin yörüngesini belirleyen unsurların Müslümanlaşma sürecinden itibaren örf ve adet halini alarak hayatiyetini sürdürdüğünü ciddiye ve dikkate almaz. Hakikati muhafaza etmek için itiyad edindiğimiz şeyleri bir kenara bırakmak lazım diyen Aristo gibi (Aristotales, Nikomekhos'a Etik, s.13) düşünür, "İtiyarların ahlakı olamaz" hükmünde karar kılar. Süleyman Çelebi'yi dahi olarak selamlar, "örf ve adet itikadın tatbikatının bir vasıtası olabilir" demesine rağmen manayı bırakıp iskelete bağlandıklarını düşündüğü mevlidhanları dilenci olarak görür. (Topçu, Var Olmak, s.95; İsyan Ahlakı, s.132, Yarınki Türkiye, s.60) Halbuki Mevlid-i Şerif de Mesnevi gibi halk muhayyilesini dikkate alan bir metindir. Dinin, örf ve adet haline gelmiş şeklidir. (215)

-Kur'an felsefesini Mevlana'ya tam ve eşsiz bir şekilde sinmiş bulan (Topçu, İslam ve İnsan, s.43) Topçu'nun özle kabuk arasındaki irtibatı ortadan kaldırarak mevcut Müslümanlığa karşı çıkmasını Mevlana'ya vurduğumuzda onun Mesnevi'den icazet alması mümkün değildir. Sık atıf yaptığı Mevlana öyle düşünmediği gibi filozoflarda kendisi gibi düşünmez: Maksadı halkı eğitmek olan şeriat, Allah'la ilgili bazı hususları insan uzuvlarına benzeterek anlatma yolunu tercih eder. "Ellerimle yarattım."(Sad,75) ayetinde bu durum çok iyi görülür. (İbn Rüşd, Tehafütü'l-Tehafüt, s.555) Topçu ise kabuğa karşı çıktığını zannederek teşbihe karşı çıkar ve iç çekirdeği ortadan kaldırır. Böylece Tanrı belirsiz hale gelir, dış çizgiler tedricen bütünüyle kaybolur. (Schopenhauer, Felsefe Tarihinden Kesitler, s.190) Onda adeta fikri sabit halini alan bu tavır, Gazzali'nin filozoflara yönelttiği tenkitlere muhatap olacak cinstendir. Tehafütü'l-Felasife müellifi halkla aralarına mesafe koyan, dedelerinin dinini küçümseyen filozofların kibirli insanlar olduğunu ima eder. (Tehafütü'l-Felasife, s.73-75) (219)

-Nurettin Topçu bu vadide Efganlı Cemaleddin'i "İslam'ı içinden kucaklayıp kurtarmak isteyen" bir mücahit olarak vasfeder. (Topçu, Türkiye'nin Maarif Davası, s.38) (220)

Dergah Yayınları, 2016 basım, 1.baskı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...