-İslam'ın erken döneminde İspanya'dan Hindistan'a uzanan geniş bir coğrafyaya yayılan fetih hareketlerinin gerisinde iki önemli inanç bulunur. Birincisi, Müslümanların, tevhidin Allah'ın kendilerine bir lütfu olduğu ve bu lütfun bütün insanlıkla paylaşılması gerektiğine olan imanlarıdır. Bu iman, Müslümanarın bütün varlık tasavvurunun temelini oluşturan teknik ilkedir. İkincisi ise tevhidin insan hayatında tecessüm etmiş hali olan sünneti evrensel bir hayat tarzı haline getirme çabasıdır. (35-36)
-"İslam felsefesi" ifadesi İslam medeniyetinin hâkim olduğu coğrafya ve zaman diliminde üretilen felsefi birikimi ifade etmektedir. (41)
-İslam'ın bu ana akımı, Şia'nın Ehl-i Beyt'i esas alan velayet anlayışına karşı inanç ve davranışta Hz. Peygamber (sav)'e ittibayı esas alan bir velayet anlayışını, Haricilerin bireyin doğrudan idrakini esas alan zahirciliğine karşı, icma ile desteklenmiş derinlikli nas yorumunu, Mutezilenin adalet ilkesine karşı ilahi fiillerin tamamını adil kabul etmekle birlikte ön şartsız kulluğu esas alan teslimiyet anlayışını geliştirdi. Bütün bunları ise kâmil ve Müslümanlar için nesnel anlamda Hz. Peygamber(sav)'de tecessüm eden bir dindarlık anlayışına ulaşmanın vesilesine dönüştürdü. (50)
-Bilindiği üzere Mavreünnehir iki önemli ilmi merkeze sahiptir: Buhara ve Semerkant. Bu bölgede Hanefi fıkıh ve kelam geleneği hâkimdi ve bölgenin en önemli kültürel merkezleri olan Buhara ve Semerkant'ta her iki geleneğinde güçlü şekilde okutulduğu medreseler bulunuyordu. Maveraünnehir tasavvufu, Hanefi medreselerin gücünü yansıtacak şekilde, Irak ve Horasan tasavvuf okullarının bir meczi olarak değerlendirilebilir. Zira erken dönemde tasavvufun iki ana merkezi vardır: Bağdat ve Nişabur. Haris el-Muhasibi, Seri es-Sakati, Ebu'l-Hüseyin en-Nuri gibi büyük sufileri barındaran Bağdat okulu, asıl itibariyle Cüneyd-i Bağdadi tarafından temsil edilir. Temel özelliği, tevhid ve marifeti öne çıkarmasıdır. Bayezid-i Bistami tarafından temsil edilen Nişabur okulunun temel özelliği ise melamet ve fütüvvettir. Maveraünnehir bölgesi, bir yandan melamet ve fütüvvet anlayışının öne çıktığı, diğer yandan da söz konusu melamet tavrının, Buhara ve Semerkant'taki güçlü medreselerin tesiriyle tevhid ve marifetle dengelendiği bir tasavvuf anlayışını temsil etmektedir. Türkistan'daki tasavvufi neşvenin de neredeyse tamamı Türk olan Maveraünnehir tasavvufunun bir süreği olduğu söylenebilir. (71-72)
-Fahreddin Razi, Gazali ve Cüveyni üzerinden Eşariliği, Ebu'l-Hüseyin el-Basri (v.436/1044) üzerinden Mutezileyi ve İbn Sina üzerinden Meşşai felsefeyi tevarüs eder. Dolayısıyla bir düşünce geleneğinin Fahreddin Razi'ye bağlanması zikredilen bütün nazari gelenekleri tevatüs etmesi demektir. (79)
-Dilciler "insan" kelimesinin kök anlamını, ünsiyet yahut unutmak olduğunu söylerler. İnsan neye ünsiyet peyda etmişse onun ardında ve ona yakındır. Fakat bir şeye unsiyet başka şeyleri unutmaya sebep olur. Bu bağlamda insan ünsiyet kazanmadığı şeyden yüz çevirir, uzaklaşır ve nihayet onu unutur. (109)
-İbnü'l Arabi bu durumu, ilahi isimleri bilmenin ilk adımı kabul eder ve taalluk olarak adlandırır. Taalluk, kişinin başlangıç, orta ve sonra Allah'a muhtaçlığı demektir. Bu bağlamda ilahi isimleri bilmek, kişinin Allah'a süregiden muhtaçlığını idrak etmesi demektir. (116) Kul, nesne ve olguları Allah'a dayandırma idrakini güçlendirdiği ve bu idrake göre eyleyebildiği ölçüde isimlerin idrakinde derinleşir. (117) İlahi isimleri bilmek, Allah manasını tefekkür odağına yerleştirip "her ismi kendi mertebesinde ism-i azam" haline getirme çabasıdır. (118)
-Şu hâlde genelde Mutezile geleneğine özelde Kadi Abdülcabbar'a göre Allah'ın isimlerini bilmek demek, bir yandan onun bütün yaratılmışlardan ve yaratılmışlara mahsus niteliklerden münezzeh olduğunu diğer yandan da Allah'ın adaletini yani yaratılmışlara nasıl muamelede bulunduğunu kavramak demektir. Bu kavrayışı öncelikle Hz. Peygamber, ikinci olarak da ondaki idrak ve ahlaka varis olan âlimler tevarüs eder. (135)
-Her şeyden önce Hz. Peygamber(sav) bizim için sadece tarihsel bir şahsiyet değildir. Allah'ın bütün dönemlerde insanlığa kendisini bildirme müdahalesinin en yetkin temsilcisidir. Böyle olduğu ölçüde de maddi ve manevi hayatımızın kurucu ve düzenleyici ilkelerinin temelini oluşturur. İbnü'l-Arabi her peygambere verilen hikmetin o peygamberin ümmetinin hakikate ilişkin idrakinin sınırlarını belirleyeceğini ve Hz. Peygamber'e (sav) de hikmetin bir bütün olarak verildiğini söyler. Metafizik bilginin tarih içindeki serüvenine ilişkin bilgilerimiz, onun bu sözlerini doğrulamaktadır. (164)
-Felsefe geleneğinde nübüvvet sorun, toplum ve siyaset sorununun bir parçası olarak ele alınır. Bu bağlamda filozofların peygamberlik hakkındaki tartışmaları esas itibariyle üç sorunu çözmeyi amaçlar. Birincisi, insanın bilgi yetileri açısından nübüvvetin imkânının ortaya konulmasıdır. İkincisi, insanın yetkinleşme süreçlerini hakkıyla tamamlayabilmesi için peygamberliğe duyulan ihtiyaçtan hareketle nübüvvetin zorunluluğunun ortaya konulmasıdır. Üçüncüsü peygamberin bilgi ve davranış bakımından tam olarak ne getirdiğidir. Bu sorunların tamamı, ilk kez Farabi tarafından ayrıntılı olarak ele alınmış ve felsefe geleneğinde kabul gören nübüvvet teorisi inşa edilmiştir. (181-182)
-Sonuç olarak felsefi öğretide "Peygamber kimdir?" sorusu nazari ve ameli hikmetin yanı sıra yasa yapma özelliğine de haiz kimsedir şeklinde cevaplanır. Bilindiği gibi nazari hikmet, eşyanın hakikatlerini bilmektir. Ameli hikmet ise iffet, şeccaat, hikmet ve bunların toplamı olan adaletle donanmaktır. Bütün bunlara nebevi özellik eklenince, insan türünün bu dünyada ulaşabileceği yetkinlik tahakkuk eder. (187)
-İnsanın eylemleri, sebeplerin sebebine yahut bütün var olanların dayandığı nihai ilkeye ilişkin kavrayışı ile irtibatlandırılabildiği için ahlakidir. Bir meleke, böylesi bir kavrayışa "bağ"landığı takdirde ve ölçüde fazilet iken söz konusu "bağ"dan yoksun olduğu takdirde ve ölçüde rezilettir. İşte İslam bu nihai yahut hakiki sebebin adının "Allah" olduğunu söyler ve buna dair kavrayışı da "tevhid" olarak adlandırır. Bu bağlamda Müslüman olmak demek, bütün nesnelerin ilkesi, yaratıcısı veya nihai sebebi olarak Allah'ı bilmek ve bütün eylemlerimizi de tevhide ilişkin idrakin bir uzantısı olarak gerçekleştirmeye çalışmak demektir. (193)
-Her türlü eylem, kulun Allah ile ilişkisi içinde anlam kazandığına göre ilahi mertebeye yönelmişlik olmaksızın hakiki anlamda bir ahlaktan bahsedilemez. Bunun felsefi ifadesi ise şudur: Metafiziksiz bir ahlak mümkün değildir. Evet, insanlar fayda ve zararlarını dikkate alarak hemcinsleri ve diğer nesnelerle ilişkisinden bir ahlak türetir fakat din açısından bütün bunlar, adab ve rüsumdan ibarettir ve karşılıklı ilişkilerimizin sürdürümesini sağlar. Aslına bakılırsa bu anlamda ahlak insana özgü de değildir. Hayvanlar hakkındaki bilgilerimiz onların da bir arada yaşayabilmek için bir takım davranış kalıpları geliştirdiğini göstermektedir. İnsani ahlak, ancak doğal dünyanın taşıdığı ve onun dışına taşan varlık anlamına nüfuz ettiğimizde yahut nüfuz ettiğimiz için oluşur. (205)
-Şu hâlde "Hz. Peygamber'in (sav) sünnetine ittiba ederek hakikat bilgisine ulaşma" iddiasının anlamı, kulun Allah'a yönelerek eylemesidir, eyleyerek yönelmesi değildir. Evet, eyleminin yönelmeye bir katkı sağladığı da söylenebilir. Fakat bu, amellerin çokluğunun niteliksel bir sonuç doğurması anlamında değil, amelleri yerine getirme alışkanlığının kulun Hakk'a yönelişte tembellikten sıyrılmasına imkân vermesi bakımındandır. Dolayısıyla amel, ancak düşünce kendisine eşlik ettiğinde yöntemin bir parçasına dönüşür. Bu durumda düşünce amele anlamını, amel de düşünceye Hz. Peygamberin(sav) tanıklığıyla Allah'a yaklaşmayı sağlayan formülü verir. (211)
Ketebe Yayınları, 2020 basım, 1.baskı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder