-Birikim dergâhının ikiz şeyhleri Murat Belge ile Ömer Laçiner’di. Bundan daha farklı iki insan düşünülemez. Biri aristokrat, Robertli, edebiyat doçenti. Joyce ve Faulkner çevirmiş, TİP’te siyasete atılmış. Alaycı bir nezaket maskesinin ardında daima mesafeli. Diğeri Sivaslı esnaf çocuğu, askeri okulda okumuş, dil bilmez, TC sınırları dışına –henüz- çıkmamış, filtresiz Birinci sigarası ve çayla yaşar. Mahir Çayan’ın THKP-C’de sağ kolu imiş. Ben derhal Ömer’e ısındım. Bana sanki daha gerçekmiş gibi geldi. O hengâmeye kapılmamızın sebebi zaten bir tür “gerçeklik” arayışı değil midir? (47)
-Lenin’in teorik yazıları boş laftır; o zaman da bu kanıdaydım, halen de o kanıdayım. Ama Ekim ihtilaline giden altı ayda yazdığı güncel yazılar –gazete makaleleri, nutuklar, raporlar, propaganda broşürleri, program taslakları vs.- birer siyasi sezgi şaheseridir. Şubat ihtilalinde rejimin ölümcül bir yara aldığını Lenin herkesten önce fark eder. Nisan tezlerinden itibaren nefes kesici bir ustalıkla o yarayı deşer, büyütür, besler; hiçten başlayarak altı ayda koca imparatorluğu ele geçirir. Toplu eserlerde o yazılar 1200 sayfalık iki kalın cilttir. (48)
-Şimdi sizi şaşırtacak bir şey söyleyeyim; Lenin’e yaklaştıkça Marx’tan uzaklaşırsın. Marksizm dediğin şey gerçek dünyada gerçek insanların yaptığı siyasetle ilgisi olmayan bir teorik şemadır; etten kandan insanlar yerine “üretici güçlerin”, “temel çelişkilerin”, “tarihsel süreçlerin”, ”sosyal sınıfların” sahneye çıktığı bir çeşit gölge tiyatrosudur.(48)
-Eğirdir’de göl kenarındaki lokantada Ramazan münasebetiyle bize bira vermeyi reddettiler; oysa yan masada turistler içiyor, onlara karışan yok. Ali kızdı, köpürdü, bağırıp çağırdı. Ben ise adama hak verdim. Özel işletmedir istediğine verir istemediğine vermez, sana ne? Epey atıştık hatta bir iki saat küstük sanırım. Ali çünkü hala sosyalistti, ben ise sosyalizmi özünde bir saygısızlık sorunu olarak algılamaya başlamıştım.(109)
-Memlekete norm dikte etme şansın yok, çünkü sen azınlıktasın. Eninde sonunda çoğunluğun normu galip gelir. Ramazanda bira servisi yaptırmak için kuracağın komisyonu er ya da geç Ramazancılar ele geçirir. Onun için senin ve benim gibi azınlıkta olanların normlardan değil, özgürlüklerden yana olması gerekir. Karışma bırak. Sen ona saygı göstersen, onun da sana saygı göstermesini bekleme hakkın olur.(109-110)
-Bunu izleyen aylarda sık sık benzer ortamlara tanık olma fırsatı buldum. Sırplardan nefret eden Kosova Arnavutlarıyla, Boşnaklardan nefret eden Bosna Hırvatlarıyla, Romanlardan nefret eden Erdel Macarlarıyla, Azerilerden nefret eden Ermenilerle, Ermenilerden nefret eden Azerilerle, Osetlerden nefret eden Gürcülerle, Gürcülerden nefret eden Abhazlarla, Çeçenlerden nefret eden Ruslarla, Ruslardan nefret eden Karelya Finleriyle sohbet ettim. Dünyadaki tüm kötülüklerin anasının ötekisi olduğundan emindiler. Loş hayatlarındaki tek hakikat ışığı buydu. Bu hakikat uğruna ölmeye ve öldürmeye hazırdılar. (144)
-Oysa çocuk sen yaptığın halde senden büyük olan tek şeydir. Ölümsüzlüğün nüvesini taşır. Yaptığın hiçbir şeyin yüzyıl sonra izi bile kalmayacak. Oysa çocuk, şansı yaver giderse sonsuza dek çoğalarak yaşayabilir.(168)
-Tire’nin balkon demirlerine, Safranbolu’nun eski dolaplarına, Gesi’nin kesme taşlarına gören gözle bakarsan Cumhuriyet dedikleri ulusal facianın boyutlarını görürsün, uzun boylu söz söylemeye gerek kalmaz. (182)
-Buzlar eridi. Her akşam rakı sofrası kurulmaya başlandı. Oğuz Yorulmaz aşçı, Ercan Ersoy’da umumi şef, ızgaradan sorumlu. Bir süre sonra işler iyice cıvıdı, gardiyanı çağırıp “rakı bitti al şu yirmiliği bir büyük getir çabuk” demece raddesine varıldı. Haluk Kırcı’yla, Ayhan Çakır’la telefon sohbetleri ediliyor. (Onlar da o tarihte memleketin çeşitli hapishanesindeler) Sami Hoştan tepsiler dolusu baklava gönderiyor, Sedat Bey’den mahsus selamlar geliyor.(227)
-Sanırım “adam olmak” diye tarif edilen şeyin ilk koşulu, sıkıntı çekmenin kazanç olduğunu anlamaktan geçiyor. Çekilen sıkıntıyı da abartmamak lazım. Çerçevi (?) yaşantısı o kadar zor değil. Bir bakıma Türkiye’nin konsantre hali gibi bir şey. Herhangi bir devlet dairesinde on ay geçirmek zorunda olduğunuzu düşünün, ondan çok farkı yok. Kuralların, yönetmeliklerin yıldızı 3-5 gün içinde dökülüyor. Geriye Türkiye’ye özgü cıvık insan ilişkileri kalıyor. Bir de o ilişkileri biçimlendiren sınıfsal ve ekonomik gerçekler. Sonunda iş “zindancı” zannettiğin insanların yengesine iş bulma, çocuğuna oyuncak alma, beraber oturup akşam sofrasına meze hazırlama noktasına gelip dayanıyor. Çok sefil ve aynı ölçüde insani bir dünya. (234-235)
Liberte Yayınları, 2013 basım, 2.baskı (İlk baskı: 2012)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder