-Bugün dinin yerini tarikatlar ve magazin almaktadır. İnsanı yok etme ve aynı anlama gelmek üzere, sürüleştirme yollarıdır. İnsanın aklını insandan çıkarma operasyonları olarak da görebiliriz. (30)
-Kafka’nın Metamorphosis’i sürekli kişiliği ezilen bireyin hamamböceğine dönüşümünü anlatıyordu. Kafka belki de böylece, Batı Avrupa ile Kuzey Amerika’da romanın alanının son derece daralmış olduğuna işaret ediyordu; bir öncüdür. Hâlâ yaşamasını buna bağlamak zorundayız. (39)
-Yeni Roman anlayışının Türkiye’de ilk ve en çok okunmuş örneği, Tutunamayanlardır; Oğuz Atay burada tam bir Yeni Roman öykünmesi sergiliyor. Tutunamayanlar, baskı dönemlerinde ön plana ve piyasaya sürülüyor. Baskı dönemlerinde, gerçekten korkan/sorumluluk kaçkını okuyucular için, iyi zaman geçirmeye yarıyor. Tutunamayanlar, tam bir şizofreni yazıcılığı örneğidir. (55)
-Şimdi tezi genişletebilirim, Eylülist Rejim, en büyük ve en kolay başarısını sanat ve edebiyat alanında kazandı. Çok kısa bir zamanda ve gerekli fiyatın binde birini bile ödemeden, Türk sanatının sorunsalını, biçemini, biçimini, içeriğini baş aktör ile aktristlerini değiştirmede çok büyük bir zafer elde etti. Üzünçlü olsa da tespit ve kabul etmek durumundayız. (120)
-Eylülist’in tanımını nesnel öğelerden bulmak gerekiyor. Üç öğeyi sayabiliyorum. Bir, eylülistin 12 Eylül öncesinde önü kapalı ve çıkışı olmayan bir konumda bulunması gerekiyor. İki, eylülistin 12 Eylül ile bir kaybının olmaması icap ediyor. Üç, “Eylülizm” ile 12 Eylül olmasa hiç gelemeyeceği bir yere gelmesi zorunludur. (121)
-İnsan doğayı ve kendi yazgısını kontrol ettiği ölçüde insanlaşıyor. Böylece insanlığın gelişimi doğaüstü güçlerin varlığını red ile birlikte yükseliyor. Doğaüstü güçlere inanmak insanın zavallılığıdır. (135) Modern dinlerde de doğaüstü güçlere inanç var; Tanrı, insanın yarattığı doğaüstü güçtür. İnsan Tanrı’yı, kendinden yabancılaşarak yaratıyor, insan zihninin ürünü olan Tanrı yaratıldıktan sonra, kendisini yaratan insanı ezmeye başlıyor. Feuerbach’ın can alıcı işaretini özetlemiş oluyorum. (135)
-Latife Tekin’i anlamakta güçlük çektiğim zaman, psikiyatri profesörlerine başvuruyorum. (173)
-Çetin Altan’ın Büyük Gözaltı’sı, Gece Dersleri’nin habercisidir. (188)
-Yıllardan beri, Türkiye’de roman yazıcılarının önemli bir çoğunluğunun yazdıkları roman sayısının okudukları roman sayısından daha çok olduğunu ileri sürüp duruyorum. Yazdıklarına bakınca Ahmet Altan’ın da bu kategoriye girdiğinden kuşku duymuyorum. (206)
-Devlet Ana, Kemal Tahir’in başyapıtı sayılıyor, sınıf bakışının törpülendiği kendine özgü, sui generis, sosyalizm anlayışının kısa bir süre içinde olsa egemen olduğu bir zaman kesitinde, son derece güncel bir sanat ürünü olarak çıkmasına, aynı zamanda, Bülent Ecevit ve Mehmet Ali Aybar tarafından büyük övgülere layık görülmesine karşın yaşayamadı. Çünkü hiçbir satırında geleceği içermiyordu ve tiplerinin hiçbiri şematizmi aşamadı. (209)
-Tasavvufun kâmil insanı, gerçeklik dünyasının solcu aydınıdır. (214)
-Bu maksatla bazı önermelere ihtiyacımız var; bunlardan birincisi, televizyonun gecekondulaşmasıdır. Bu, televizyonun tümüyle gecekondulara karşı bir silah haline gelmesinin sonucudur; amaç gecekonduda yaşayan insanın ahlakını bozmak değerler sistemini yıkmak ve böylece kontrol altında tutabilmektir. (*Başarılı bir bankacı dostum, televizyonları üçe ayırıyordu: Birincisi, şantaj silahı; ikincisi, savunma kalkanı ve üçüncüsü ise genişleme füzesi olarak kullanılanlar; gecekonduların değerler sistemini yıkmak fonksiyonu, bu hedeflerle ve reklam gelirlerini büyütme amacıyla her zaman tutarlı olmayabilmektedir. Bu nedenle, televizyon maliyetini düşürmek ön plana çıkıyordu, ki bu görüşlerimin ilk formülasyonundan sonra televizyonlar artan ölçüde ucuz işçi kullanmaya ve stajyerlerle idare etmeye yöneldiler. Genel etkisizleşme karşısında daha mütecaviz olma yolunu seçtiler. Artık bankacı değil, öğrencim idi, ol tarihte de şans oyunlarını seviyordu, yine paraya sıkışmıştı, bir banka müdürü arkadaşıma göndermiştim, daha sonra bana “bankaya ilk girişim” demişti, kredi aldı, sıkışıklığını giderdi, matematik iktisadı benden öğrendi, istatistik okudu ve sonunda bir ara bankalar çarı oldu, Vural Akışık’ı anlatıyorum. Adı geçen odur. Burada yaptığı tasnifte, ikincisi Mehmet Emin Karamehmet ve üçüncüsü Aydın Doğan olup birincisini adlandırmak istemiyorum. Adlandırmayı Vural yapmıştı) Bunu yaparken de, mikroskobun mikroptan etkilenmesi gibi giderek gecekondulaştılar; bu, televizyonların sorunu ancak değerler sistemini yıkma işinde daha sınırsız davranabiliyorlar. İki, bir bütün olarak sanat ve özellikle edebiyat, artık yalnızca ideolojik bir silahtır. Artık ülkemizde edebiyat, insanımızı geliştirmek için değil, sakatlamak amacıyla kullanılan, yüceltmeye değil alçaltmaya ve tüm estetik kabiliyetlerini ortadan kaldırmaya yönelen acımasız bir silah olmuştur; insafsız bir ideolojik aygıttır. Edebiyat artık estetik özüne çok yabancıdır; bu bir iş ise, yapanı da yaban yapmaktadır. Emperyalist dünya, bozanın mutlaka bozulduğu bir dünyadır; artık bozulmadan bozamıyorlar. (226-227)
-Kemal Tahir neredeyse ailemizin bütün kadınlarının sevici olduğuna inandırıyordu, kurtuluşumuzu düşündüğümüz sırada Tahiri Tarikatı’nın harekete geçişine tanıklık ediyoruz. (235)
-Misak-ı Milli sadece ve sadece Birinci Dünya Savaşı’nın ve bu savaş içinde Osmanlı Müslüman halkından Arapların karşı ve düşman pozisyonlarının sonucudur; Arapları dışarıda bırakarak diğer Müslüman halkın bulunduğu yerler vazgeçilmez sınır sayılıyordu. Karar, işgal altındaki İstanbul’da Meclis-i Mebusan tarafından alındı ve Ankara Meclisi’nin de milli belgesi yapıldı, bu kadar basittir. (244)
-Türkiye’nin “kendine özgü” bir teorik yapısı olduğu düşüncesinin üç önde gelen savunucusu Kemal Tahir, Sencer Divitçioğlu ve Mehmet Ali Aybar oldular. Bu üçlüden Mehmet Ali Bey, “euro-communism’i ilk önce ben keşfettim” demekten büyük bir haz alıyor ve bunu hep tekrarlıyor. Artık dünya sosyalist sistemine karşıdır. Bir zamanlar, Profesör Küçükömer ile birlikte aynı partide beraber olduğum, çok sevdiğim ve daha sonra “moda sever” tavsif ettiğim Sencer Hoca ise Rusya’da 1905 Devrim dalgasını bastırmak için alınan Stolipin reformlarını andıran Demirel-Özal tedbirlerine, 1980 Ocak kararları, alkış tutmaktadır. Ebu cahil Kemal Tahir ise, Mustafa Suphi’yi Lenin ve Stalin’in öldürttüğünü, hadislerine koymuş durumdadır. Sui-generis bir yola çıktılar ve sosyalizmin dışına düştüler. (258)
-1960 yıllarında, Türkiye’de sosyalist hareket yüzeysel fakat çok görkemli bir yayılma gerçekleştirdi. Bunu, doğrudan doğruya, Türkiye İşçi Partisi’ne yazmak durumundayız ve bu yazımda da Mehmet Ali Aybar, Behice Boran ve Sadun Aren en yukarıdadırlar. İlk ikisinin yaşamlarının herhangi bir bölümünde TKP üyesi olduklarına dair hiçbir iddia ve işarete sahip değiliz. Üçüncüsü, Sadun Aren ise 1951 Tevkifatı sırasında İngiltere’de idi. Tevkifattan sonra döndü. Çok kısa bir tutukluluk döneminden sonra beraat etti. Çok uzun yatmadığı için de TKP tezviratına hedef oldu. (*Burada ekliyorum, daha önce neden kaydetmedim bilmiyorum. Behice Hanım, bana bir gece, yetmişli yılların ikinci yarısında, Mecidiyeköy’deki evinde, Muzaffer Şerif ile birlikte Ankara’daki “hücre” çalışmalarını anlatmıştı. Zeki Baştimar’a bağlıydılar. Tevkifat’ta Baştimar’ın koruduğunu anlıyoruz) Bağlantısı kısa ve önemli görünmüyor, durumu budur. İkinci sonucu yazabiliyorum: Türkiye’deki siyasal örgütlenmelerde, İttihat ve Terakki ve Demokrat Parti’den sonra üçüncü önemli hareket olan 1961-1971 dönemi Türkiye İşçi Partisi, Türkiye komünist Partisi’nin eteklerinden gelmektedir. Türkiye Komünist Partisi’nde sorumluluk almamış, fakat şu veya bu ölçüde TKP deneyimini izlemiş olanlar, Türkiye İşçi Partisi’ni yükselttiler. İlk iki sonuca şunu ekleyebiliyorum: Türkiye’de TİPTKP-TSİP’in sosyalizmi kurma şansları görülmüyor ve böyle bir iddialarının olmadığını da biliyoruz. TİP-TKP-TSİP, Türkiye’de demokrasiyi kurma sevdasında oldular. Demokrat yöntemlerden ayrılmayı ise hiç düşünmediler, çelişki ve trajedileri buradadır. (265-266)
-Mihri Belli de “Eski tüfek” ya da yabancı dillerdeki kullanımıyla “Old Guard” davranışın tipik bir örneğini sergiledi. Önce hızla yükselen Türkiye İşçi Partisi’ni vesayeti altına almaya çalıştı. Burada “Fikir Kulübü” olarak başlayan “Fikir Kulüpleri Federasyonu” ile “sosyalist” fikir kulüpleri transformasyonundan sonra “Devrimci Gençlik”, kısaca Dev-Genç, adını alan araştırıcı ve heyecanlı, hırslı ve kavgacı gençliği çok büyük ölçüde etkileyebildi. Böylece Mihri Belli, Tkp’nin bugün de savunduğu “Milli Demokratik Devrim” veya yeni adıyla “Ulusal Demokratik Devrim” ile bunun şemsiye teşkilatı bildiğimiz “Milli Demokratik Cephe” ya da Ulusal Demokratik Cephe’nin ilk açık ve yaygın ideologlarından birisi ve belki de en etkilisi oldu. Belli, “MDD” veya “UDD” düşünce ve programını, Doğan Avcıoğlu’nun yönetimindeki saygın Yön Dergisi’nde “konuk yazar” olarak ve “Eski tüfek” imzasıyla yazdı. En prestijli olduğu zamandır. (267)
-Bir özet yapabiliriz, tanınmış yazarlarımız ve yaşamları kitap okuma üzerine kurulu Mahmut Makal’ın, Oktay Akbal’ın, tanınmış kültür adamımız Kışlalı’nın, tanınmış şairimiz Behramoğlu’nun Pamuk’u okumayı denediklerini ancak başaramadıklarını saptamış durumdayız. Bu durumda bile Pamuk’un, “büyük” sözcüğünü bir tarafa bırakıyoruz, “yazar” olduğu tartışmalıdır ve böyle bir durumda dışarıdan “büyük yazar” dayatmasının, en kibar sözcükle kafalarımızı sömürgeleştirme süreci olarak anlıyoruz; sorun da budur. (283)
-11 Eylül 2001 tarihinde, New York’taki ticaret merkezine yapılan ve çok sayıda Amerikan yurttaşının ölümü üzerine O. Pamuk’un Milliyet’in tam sayfalık anonsuna göre, “o gün ben Amerikalıydım” demesi çok açıklayıcıdır. (* Milliyet/Pazar, 23 Eylül 2001) O. Pamuk burada “kendimi orada acı çeken insanlara çok yakın hissetti, çünkü ben Amerikan kültüründen çok etkilendim” de diyor ki, her zaman olduğu üzere hem açıklamakta hem de saklamaktadır. İstesek de istemesek de şu çağda hepimiz Amerikan kültüründen etkilenmiş durumdayız ve ölenler için hepimiz acı duyduk. Bu kadar çok doğal; bundan sonrası ise açıktır: “orada acı çeken insanlara çok yakın hissettim” veya bir günlüğüne “ben Amerikalıydım” diyebilmek için, en azından, New Yorklular ile akraba olmak veya öyle saymak zorunludur. Anlaşılıyor, Pamuk’un halkı oradadır. Bu toprakları halksızlaştırmak istemesi anlaşılmaktadır. (301)
-Uygulanan kamusal politikalar bir tarafa, Türkiye’de halk ve aydınlar göz önünde tutulduğunda hem otuzlu ve hem de kırklı yıllar, sözcüğün normal anlamında yaygınlıkla ve derinlemesine Kemalist değildi. Kemal Paşa’nın sağlığında bir Serbest Fırka denemesi, bunu yalnızca İsmet Paşa ima ediyordu, aynı yıllarda Ordu içinde Kemal Paşa karşıtı hazırlıkların bulunması, 1950 yılında hükümeti devir alan Demokrat Parti’nin, Paşa’nın adını, heykellerini ve anısını koruyabilmek için “Atatürk Yasası” çıkarmak zorunda kalması ve aynı ölçüde olmamakla birlikte, “kemalizm savunucusu” sayılan Cumhuriyet Gazetesi başyazarı Nadir Nadi’nin “anti Kemalist karşı devrimci” kabul edilen Demokrat Parti listesinden milletvekili olması, bütün bunlar, eski anlayışlarımızı tartışmaya açmak için çıkarılmış davetiyedir. Şunu ileri sürebiliyorum: aydınların derinlemesine “kemalize” olmaları ve bunun halka inmesi, ellili yılların ikinci ve altmışlı yılların birinci yarısının ürünüdür. İlk dönemde aydın ve öğrenci muhalefeti, ki bu, İsmet Paşa’nın Cumhuriyet Halk Partisini de kemalizme çekiyordu ve ikinci dönemde de 27 Mayıs Devrimi, Aybar’ın liderliğindeki Türkiye İşçi Partisi ve Avcıoğlu’nun başını çektiği Yön Dergisi, kemalizmin büyük yerleştiricileri oldular. (316-317)
Mızrak Yayınları, 2011 basım, 2.baskı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder