-Hiçbir yerde yazılı olmayan Ağam Kemal’in asker olduğunu, Kayseri’deki askerliğini askeri hastanede yaptığını, Ayperi Akalın’ın babası Doktor Albay’ın başhekim ve bu arada Mehmet Ali Aybar’ın dostu olduğunu, Göğceli’yi Aybar’a emanet ettiğini hep Modalı Kızlardan dinledim ve öğrendim. Hiç şüphe etmemiştim ve şüphe etmek için bir neden yoktu ve şimdi hiç yoktur. Şöyle de özetleyebiliyorum, Ağam Kemal’in elinden tutup “dünya ölçüsünde” yazar yapmak bir solcu işidir ve her yerde ve her zaman bu tür işler yapıyorlar. Hep yapıyorlar. (43)
-Hikmet Boran ile birlikte, 19 yaşında, Kurtuluş Savaşı’na katılmışlar ve İzmir’e kadar savaşmışlar. Önce mi sonra mı, bilemiyorum. Yusuf, Hikmet’in kız kardeşi ile evlenmiştir, demek radyo programcısı ve Yuki’nin yaratıcısı Orhan Boran ile Ayperi Balkan-Akalan kuzen ve kuzindirler. Güzel, sonra dönmüşler ve tıp tahsil etmişler, her ikisi de doktor subay olmuşlar; “dünkü çocuklar harikadırlar”, diyorum. Şiir seviyorlar, ama Yusuf ayrı, üstelik bir şiir düşkünü ve bir de Nazım Hikmet hayranıdır ve bir gün Yusuf Albay, üniforması üzerinde Nazım’ı, Bursa Cezaevinde ziyarete gitmiştir. Nazım’ın bunu, Moskova’da yaşadığı tarihlerde de unutmadığını biliyoruz. (51)
-Sabahattin Ali tezlerime göre, Bulgaristan’a adam kaçıran bir şebekeyi yakalatma karşılığında Bulgaristan’a geçmek üzere zamanın Milli İstihbarat Teşkilâtı olan Milli Emniyet ile yaptığı pazarlık sonucunda ve sınırı geçtiği bir sırada arkadan vurularak öldürüldü. (**Araştırmalarım hiçbir zaman Sabahattin’e ait bir cesedin teşhis edilmediğini ortaya çıkardı. Bu doğaldır; ölüm, Sabahattin’in öldürülmesinden altı ay sonra duyuruldu. Mahkeme kayıtlarından, Kırıklareli’deki Adli Tabib’in kendisine gösterilen bir çuval kemiğe, kemik yaşlarına dayanarak, Sabahattin’in raporunu verdiği anlaşılıyor. Araştırmalarımın ilk sonucunu 1980 yazında yayınladım. Tepkilerin dışında, Aziz Nesin’den umulmadık bir yorum geldi; yazdıklarımın gerçeğe çok yakın olduğunu söyledi. Çetin Altan ile Profesör Faruk Erem’in bu konuda bilgili olduklarını ve yazmaları gerektiğini belirtti. Çetin Altan, sütununda, “bunlar artık tehlikeli konulardır” diyerek yan çizdi. Faruk Erem, hiç oralı olmadı. Daha sonra, Cumhuriyet’te yayınlanan anılarında, hiç sıkılmadan, bir olmuş olayı anlattı. Bundan çok kısa aktarmalar yapıyorum: “Birkaç saat karanlıkta yürüdüler. Uzaktan köpekler havlıyor, çok ileride, tek tük ışıklar gözüküyordu. Gün hafifçe ağarmıştı. Adama sınıra rahatça geçebileceği yolu tarif ettiler, elini sıktılar ‘yolun açık olsun’ dediler.” “Adam dört beş adım atmıştı, arkasından beş el ateş edildi, yüzükoyun yere düştü. Beş kişi yanına gittiler, adam sol kürek kemiğinin arkasından giren tek kurşunla ölmüştü…” “İstediler dava açmadım. Avukatlığa yeni başlamıştım. O dönemde bazı davaları açmak kolay değildi” Prof. Dr. Faruk Erem, Bir Ceza Avukatının Anıları, Cumhuriyet, 11 Eylül 1984. Ben, çalışma odamda, tutarsız bilgileri yan yana koyarak, olguları birbirine tutturmaya çalışarak, Sabahattin’in arkadan sınırı geçtiğine inandığı bir zamanda, kurşunla öldürüldüğü sonucunu çıkardım. Ceza avukatı yıllar sonra kendi utancıyla birlikte beni doğruladı.) Sabahattin’in ölümü, öldürülmesinden altı ay kadar sonra, Türkiye’de sol tehlikeyi abartmak ve solcuları terörize etmek için büyük bir kampanya içinde kullanıldı. (60-61)
-Ne güzel Mithat Cemal, “yazdığı değil, yazacağı güzeldi” notunu eksik etmiyor (**Mithat Cemal, Mehmet Akif, İstanbul 1986, sf:257) pek acımasız ve pek ‘sevgili düşman’ tavsif edebilirim. Güzel şiir yazamadan bu dünyadan ayrılmıştır ve daha kısacası, hiç şiir döktürememiştir, diyordu, böyle anlamak zorundayız. Bu görüş, bu katılıkta olmasa da, oldukça yaygındır; İbnülemin Mahmut Kemal’in, her zaman öyledir, burada da daha dikkatli olduğunu not edebiliriz. “Kimi şairdir dedi. Kimi Nazımdır, iddiasında bulundu” demekle yetiniyor. (*** İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, cilt:1, 1980, sf:92. İbnülemin bu dantela türünden ansiklopedisinin başka bir cildinde, “Sekiz-on yaşında iken -hocamın oğlu ve ders arkadaşım- merhum Mehmet Akif’le şiir söylemeye heves ederdik, bittabi saçmalar saçardık” deyu not düşüyor. Bir novice, bir hevesli, bir dilittante idi, öyle bıraktı. (İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, cilt:4, 1980, sf:2235) Pek naziktir ve daha ileriye gitmiyor. Şiirin felsefesine, sırrına, müzikalitesine hiç yaklaşamadı; manzumeci olarak kaldı. (83)
-İslamizm, öğrenme kabiliyetini yitirme vesilesidir. İslamistlerin çok yükseltileni en cahilidir ve hepsi budur. (86)
-Şimdi Samih Rifat’a geliyoruz, çöküşün bütün mikroplarını taşıyordu. Şair Oktay Rifat’ın babasıdır. Biz, Oktay Rifat’ı Nazım Hikmet’in teyzezadesi olarak biliyoruz; Samih, ilk eşi teverrüm ederek ölünce Mustafa Celaleddin Paşazade Ferik Enver Paşa’nın kızı Münevver ile evlendi, Celile’nin kız kardeşidir. Bu arada not ediyorum, Celile’nin yaptığı, Samih’in kardeşi Ali Rifat’ın çok güzel bir portresine sahibiz, demek pek yakındırlar. Ali ve Samih, Hasan Rifat’ın, Hasan Rifat da Hurşit’in oğludur; ‘Macar Hurşit’ olarak da biliniyor, beş dil bildiği kabul ediliyor, Macar Yahudisi olduğu kesindir. (*Hem “Sami”, sondaki ‘h’ ve ‘ğ’ karakterlerini, Refiğ’de var, okumayabiliyoruz ve hem de ‘Rifat’ adını, Türkiye’deki Yahudilerimiz sıklıkla taşıyorlar) Münevver ve Celile de, Polonya Yahudisi, bilimsel Türkçülüğün pişdarlarından Mustafa Celalettin’in torunlarıydılar; endogami devam ediyor. Nazım Hikmet’in tek çocuğunun, “dayı kızı” bir başka Münevver’den olması, endogaminin kesintisiz olduğunun işaretidir. Zeka üzerinde bir etkisi var mı; öyle diyorlar. Bilemeyiz, çöküşümüz üzerinde etkisi mutlaktır. (94)
-Peki, kim yaptı veya kim yazdı; tabi Dergah müdavimleri yazdılar. Şimdi bunları yakalamak ve ortaya çıkarmak zorundayız. Şimdi, çok önceden yaptığım, marşta “Türk” sözcüğünün olmaması ve tevratik ibarelerin çokluğu ile ilgili tespitlerimi hatırlamak durumundayız. Akif’in en yakınlarının silme judaik, masonik ve mistik olmaları, demek ki, bir rastlantı olmaktan çok uzaktadır. Buradayız. İşte tam burada, hiçbir araştırmacıya, şöyle bir kayıttan başkasının daha çok memnun edebileceğini söyleyemem, aktarmak durumundayım: “ Taceddin Dergahı’ndaki odasına devam edenler ya arkadaşları ya da Adnan Adıvar ve Hikmet Bayur gibi karakterinden asla şüphe etmedikleri insanlardı” (*Emin Erişirgil, İslamcı Bir Şairin Romanı, 1956-1986, sf:354) Kaydın devamında şu var: “İzzet Paşa Heyeti, Ankara’ya geldikten sonra onun eski bir arkadaşı bu odaya devam edenler arasında idi: Münir Bey” İşte hepsi budur. Adnan, Hikmet ve Münir (**” Hilmi Bey, ben, Basri, Münir daha birçok arkadaşlar, hepimiz bu ilahiyi üstaddan öğrenmiştik. Birlikte okuduğumuz zaman daha heyecanlı olurdu” / Emin Erişirgil, Mehmed Akif, İstanbul 1938, sf:93) benim aradıklarım da bu üçüdür. Marşı yazan bu üçlüdür. (97)
-Yusuf Hikmet Bayur’un dedesi sadrazam iken, Şair Eşref, “sadaret mührünün bir Müslümana verilmesi yasaksa, bir Ermeni’ye ver” diyordu; İngiliz Kamil Paşa’nın Yahudi olduğundan kimsenin kuşkusu yoktu. Burada ‘Müslüman’ tabiatıyla, aynı zamanda ‘Türk’ anlamındadır; ol tarihte Türkçülük akımı başlamıştı ama ‘Türk’ sözcüğü henüz tedavülde değildi. Ancak yavaş yavaş, Türk ve Müslümanların yükselmelerinin önünde barajlar olduğu düşünülmeye başlanmıştı; bu cümleden Kıbrıslı Kamil Paşa’nın “kripto” olduğuna inanılıyordu. Demek, o zaman sır olmayan, bugün sırdır. (105)
-(*Hamdullah Suphi üzerinde ayrıca durma gereği duymadım. Erdem Buri’nin amcasıdır, solcuydu, ilk baskılara dayanamadı, Paris’e geçti, Tülay German ile beraberdi. Tülay, bizde ilk “modern türkü” söylemeye başlayanlar arasında idi. Ruhi Su, Tülay German, Alpay’a kadar, aydınlar türkü sevmezlerdi, sevdirdiler) (107)
-Türkiye aydınının önemli ikiyüzlülüklerinden birisine daha işaret etmek zorunluluğu duyuyorum; İkinci savaşın sonuna kadar hapisteki Nazım yüzüstü bırakılmıştır. Kapısını çalanın olduğunu sanmıyorum; Piraye’ye düşkünlüğü bu terk edilmişlikle ilişkilidir. Neden bu ilişki sadece en az olumlu anlamıyla, ‘romantik’ bir öykü olarak görülüyor? Nazım-Piraye ilişkisi üzerinde neden soğukkanlılıkla durulmuyor? Bir: Nazım, hapiste para kazanıyordu ve hapisten Piraye’ye para gönderiyordu; Türkiye aydın aklı büyük bir alçaklıkla, bunun üzerinde düşünmek istememektedir. Nazım’a dışarıdan bir kuruş gelmediği kesindir. Aşkında sorumsuz, insanlığında pek sorumlu Nazım, mutsuz Piraye’ye hem şiir ve hem de para gönderiyordu. Türkiye entelejansiyası adına ne büyük acımasızlık ve Nazım adına nasıl bir çaresizlik; bunun için, bin bir gece masallarının arkasına gizleniyorlar. İki: Mutsuz ve tutkulu Piraye’ye yine de şükretmek gereği var; çünkü bir başkası Nazım’a mektup bile yazmıyordu. (111)
-Benim Nazım Hikmet araştırmalarımın bana dikte ettiği kanı, Nazım Hikmet’in bir kadında hep kendisini sevdiğidir. Nazım Hikmet, kendisini ne kadar çok sevme ihtiyacı duyarsa, önüne çıkan kadını o kadar çok sevdiğini sanıyordu; Nazım’da bir kadını sevmeye elverişli fakültelerin geliştiğini göremiyorum. (116)
-Nazım Hikmet’in, Rusya’nın ve hatta Sovyet sisteminin, yaratıcı ürünleriyle bir ilgisi olmamıştır. Bir şair ya da yazarın, üniversite eğitimi gördüğü ve daha sonra içinde yaşadığı toplumdaki ana dili, kusurlu konuşması ve çok kötü yazması, ancak bu dilde okumayı reddetmesiyle mümkündür. Eğer Vera Tulyakova’nın tanıklığına güvenecek olursak, şunu söyleyebiliriz: Nazım Hikmet, Sovyetler Birliği’nde tarihsel Rusya kültürünün ve Ekim Devrimi’nin kültürel ve entelektüel alanlarda yarattıklarının çok uzağında yaşamaktadır. (119)
-Bir nokta daha var, Nazım Hikmet’in Sovyet düzeniyle ilgili yaşamı ve tutumu konusunda Vera Tulyakova, yeteri ölçüde açıklayıcıdır. Tulyakova’nın yazdıklarından iki nokta çok açık olarak ortaya çıkıyordu. a) Nazım Hikmet, Sovyet sisteminin yaşamasına ve kurallarına samimiyetle ve dürüstçe bağlıdır. Pratikte, sisteme sonsuz uyumludur. b) Ancak Sovyet sistemine inancını ise çok büyük ölçüde yitirmiştir. Tulyakova’nın verdiği bilgiler, Nazım Hikmet’in için de yaşadığı düzeni anladığı konusunda çok büyük kuşkular yaratmaktadır. Hikmet, eğer Tulyakova’ya inanılacak olursa, yakın zamanda sosyalizmin gerçekleşebileceğine inancını yitirmiş bulunuyordu. Tulyakova’nın tanıklığı ciddiye alınacak olursa, Nazım Hikmet, Sovyet kurallarına sıkı sıkıya bağlı ve sosyalizme inancını yitirmiş bir eski sosyalist olarak ölmüştür. (127)
-Türkiye şimdi neden şiirsiz? Türkiye’de şiir neden tükendi? Şiir geleceğin gizemli umududur. Geleceğe umudunu yitirmiş topraklarda şiirin tükenmesini doğal ve kaçınılmaz görüyorum. (147)
-Cumhuriyet dönemindeki ilk hümanist-popülist ve dolayısıyla solcu öğrenci derneği orada kuruldu. Daha sonra, Türkiye’nin sosyal mücadeleler tarihine “51 Tevfikatı” olarak geçen, büyük komünist tutuklamasının, Ankara sanıklarının çoğu da, bu fakültenin çatısı altından toplandılar. (158)
-Enver, kendisini gizli komünist partisine Behice Boran’ın aldığı iddiasındadır; daha sonra TİP Genel Başkanı olan Behice Hanım ise “Enver Gökçe’yi partilediği iddiasının Enver Gökçe’nin ilk tahkikattaki beyanına dayandığını” söyleyerek kabul etmemişti. Behice Boran, ölümüne yakın bazı imaları dışında, bütün yaşamı boyunca bu noktaya açıklık getirmekten ısrarla uzak durdu; karşılıklı olarak birbirimize çok güvendiğimiz zamanlarda da, ben yalnızca “işin içinde” olduğu izlenimini aldım. Bana göre, Ankara ekibinde önemli bir isim olan ve daha sonra TKP içinde genel sekreterlik yapan Zeki Baştimar, Behice Hanım’ın parti içinde yükseleceğini düşünerek, Boran’ı sıkı bir biçimde koruyordu. Bu dava nedeniyle tutuklanan Boran’ın, Enver’in tanıklığına karşın, mahkum olmamasını, Baştimar’ın koruması nedeniyle, Ankara örgütünde çok önemli yerler tutan ve ancak tutuklandıktan sonra çözülen, itirafçı olanların bile, Behice Boran’ın üye olmadığı konusunda tanıklık yapmalarına bağlıyorum. (161)
-Fikret, Meşrutiyet’te Tanzimat’ı bulduğunu sanmış olabilir, elini koyduğu anda içi yanacaktı. Akif, Cumhuriyet’te Meşrutiyet’i bulacağını düşünüyor olmalı; yoksa, kısa bir süre içinde terk edeceği Cumhuriyet için marş yazar mıydı? Meşrutiyet, Fikret’e sarık giydirmiyor, fakat Cumhuriyet, Yusuf Ziya Ortaç’ın “evkaf katibi” veya “Asmaaltında yağ tüccarı” veya “sarığını yeni çıkarmış mahalle imamı” imajlarıyla hatırladığı Akif’i şapka giymeye zorluyordu. Hayal kırıklığı yazgıdır: Meşrutiyet’te Fikret Aşiyan’a göç ederken, Cumhuriyet’te Akif Mısır’a kaçıyordu. (179)
-Halide kendisi silahlı mücadeleye giderken, belki de protejesi, Sabiha ile kocası Zekeriya’yı, sağladığı bir bursla New York’a eğitime gönderiyordu; Sabiha “Derviş” soyadını kullanan güçlü bir sabetayist aileden geliyordu. (*Derviş Efendi, İzmir’de sabetayizmin gelişmesinde çok önemli roller oynamış, cinsel özgürlük kavramını sabetayizme katmış bir dini liderdi; önemli bir kolun başındadır. G.Scholem, Derviş Efendi hakkında ayrıntılı bilgi vermektedir. G.Scholem, Sabbatai Sevi- The Mystical Messiah, Princeton U.P 1971)Sinekli Bakkal’da, Rabia’dan sonra gelen önemli kadın kahraman da “Sabiha” adını taşımaktadır; eğlenceye düşkün, akıllı, kişilikli, muhtemelen çapkın ve mutlaka modernist, kendisini göstermeye eğilimli bir tip oluyor ki, gerçek Sabiha’yı hatırlatmaktadır. (182)
-Yaşamak ile sanatı arasında birebir ilişki kuruyor; hem olumlu ve hem de olumsuz olarak. Orhan Kemal, Kemal Tahir’in sanatı konusunda, son derece olumsuz görüşlere sahip; bütünüyle katıldığımı eklemek durumundayım. Kemal Tahir’in romanları için, “yaşamadan, hapishanede topladığı notlardan yazdığı romanlar” nitelemesini kullanmaktadır. (Fikret Otyam, Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları, İst, 1975, sf:162. Aslında Kemal Tahir’in sanatındaki eksiklik, hapishanede topladığı malzemeye dayanmasından kaynaklanmıyor. Çankırı Hapishanesinde kendisine yazgılarını anlatan abaza köy ağalarının öykülerindeki abartmayı görmemesinde yatıyor. Ayrıca eğer daha önce yoksa, hapishanelerde, bir de insan sevgisizliğini derliyor. Kemal Tahir, Çankırı Hapishanesi’nde iken Orhan Kemal, o zaman ki adıyla Raşit Kemali, Nazım ile birlikte Bursa Cezaevi’nde yatıyor. Nazım, Bursa Cezaevi’nde Raşit Kemali’yi ve Çankırı Cezaevi’nde de Kemal Tahir’i yetiştirmeye çalışıyor. Başka bir incelemem de dile getirdim Nazım, bir büyük öğretmen ve her büyük öğretmen türünden öğrencisine aşık. Burada tekrarlıyorum ve bu incelemede bir kez daha tekrarlayacağım. Nazım, Kemal Tahir’in gözlemden yazmasını en azından bir yerde çok olumlu ve lehine kaydediyor. Gördüğünü abartmak ve çoğaltmak yerine gözlemediğini gerekli ölçüde yansıtmaya hiçbir itirazım yok; Nazım’ı aktarıyorum: “Kemal sana bir şey daha söyliyeyim. Tuhaf gelecek ama, değildir. Bilir misin, Sağırdere’nin en muvaffak tarafı neresidir? Kulör lokal, mahalli renk, mahalli hususiyet, mahalli egzotizm denilen teferruatın üstünde fazla değil, ancak icabettiği kadar durulmuş olmasıdır. Bunu da Sağırdere’yi gidip görmeden, orda yıllarca yaşamadan yazmış olmana medyunsun. Paradoks ama hakikat” / Nazım Hikmet, Kemal Tahir’e Mapusane’den Mektuplar, Ank, 1968, sf:256))
-Türk aydını, Orhan Kemal türü gösteriyor, yeterinden çok daha fazla somuttur ve somut gerçeklerle iç içe yaşıyor. Türk aydınında eksik olan, sık sık ileri sürülen, “halkı bilmemek” ya da “Anadolu’yu tanımamak” değil, genelleştirememek, daha açık bir biçimde, teorik olamamak ve küçümsemek için kullanılan bir sözcüğü tersine çevirerek söyleyebilirim “kitabi” olamamaktır. (196)
-Nail V. imzasını kullanarak, Nazım’ın yükselişine tanık Resimli Ay sayfalarında Nazım Hikmet şiirine en yakın şiirleri yazmış Nail Vahdeti Çakırhan’a kırgınlığının tek nedeni sanatsal olmayabilir; tartabilecek durumda değilim. Fakat Nazım’ın yetiştirmesi Nail V.’nin politik eylemde, Nazım içerde iken, Nazım Hikmet ile çatışmış kişilerle bir araya gelmiş olduğunu saptamak mümkündür. (200-201)
-1968 yılının iki özelliği daha var. 1967 yılında Kemal Tahir, daha sonraki ününü sağlayacak iki roman yayımlıyordu: “Yorgun Savaşçı” ve “Devlet Ana”. Yorgun Savaşçı, Kemalistlerin beğenisini kazanmıştı ve 1968 yılında Yunus Nadi Armağanı’na layık görülüyordu. “Devlet Ana” ise Kemalistlerle birlikte popülistlerden de büyük beğeni alıyordu. CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit ve TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, Devlet Ana’yı övecek sözcükleri seçmekte güçlük çekmişlerdi; roman 1968 yılında Türk Dil Kurumu ödülünü alacaktı. (203)
-Nazım Hikmet’e indirilen acımasız hapislik darbelerinde Silahlı Kuvvetler’in henüz devrim ve sol söylemin etkisinden kurtulamayan, şiir okuyan, sanata meraklı genç subaylarına gözdağı verme ve orduyu depolitize ederek daha sonra tümüyle sağcı bir aygıt haline getirme planlarının önemli bir yer tuttuğundan kuşku duymuyorum. Çocuk Nazım, bu haince programların alevinde yanmış, pişmiş ve temizlenmişti. (212)
-Sonra da şunu çok açık olarak söyleyeceğim, özellikle hadislerin çok az güvenilir olduğunu herkese anlatmak istiyorum. (220) Türk toplumunu dinsiz yapmak gibi bir amacım yok. (220) Büyük ulema birazcık muhtemelen benden korkuyor, benimle tartışmıyorlar. (221) Bana göre İslam tarihi içinde çok çok önemli şeyler var. İslam önemli ölçüde Ömer’in işidir. Ben kimseyi rahatsız etmeden daha rasyonel, akılcı şeyler yazmayı düşünüyorum. (221) Özellikle AKP bizi tekrar Kemalist yaptı. Biz ne idik? Biz Sosyalisttik. Sosyalist, Kemalist değildir. Kemalist’le ortak yanları vardır ama aynı değildir. Biz Kemalizm’i aşmaya çalıştık sosyalist olarak. (224) Pamuk’un bütün yazdıkları dünya İbrani lobisi içindir. (229) İsrail Türkiye’de, İsrail’de olduğundan çok daha güçlüdür. En güçlü olduğu yer Hürriyet gazetesidir. (232) Ben kendime ömrümde daha hiç komünist demedim. (233) Benim gördüğüm, AKP’yi ordu kurdu, ordunun işidir. Eylül tamamen İslamcılığı getirmek istedi. “Ordu Erbakan’ı devirip, Erbakan’dan daha fazla Erbakancılık yapacak” Bunu o zaman yazdım. Ordunun Erbakan’a itirazı neydi? Erbakan İsrail’e karşıydı, halkçıydı, hem milliciydi hem de iyi kötü bir sanayi devrimi diyordu. Her şeye rağmen Cumhuriyetin bir profesörüydü.(235) / Çün Dergisi, 6.sayı, Yaz 2015, Röportaj
-Biliniyor, bu tutarsızlıkların üzerine gittim. Araştırdım, inceledim ve Sabahattin Ali’nin iki taraflı çalışan bir polis işbirlikçisi olabileceğini ortaya çıkardım. İstihbarat örgütlerinden aldığı bilgileri sözde sola ve asıl soldaki gevezelikleri istihbarata bildiren bir zayıf kişilik olduğu sonucuna vardım. Ölümü, kendisinin sola ve Bulgaristan’a adam kaçıran bir şebekeye ve istihbarat örgütünün de kendisine kurduğu tuzağın sonucudur; benim bulgularım böyle gelişti. Tartışılabilir; ben yine ce daha güçlü bir biçimde ham küfürlerle karşılaştım. Sonra “biz de biliyorduk” fısıltıları gelmeye başladı. Benim bulgularımı yayınlamamdan sonra yayınlanan Bedri ve Sabahattin Eyüboğlu kardeşlerin mektupları, o zamanlar Sabahattin’in en yakın olduğu bu iki kardeşin edebiyat ve aydın tarihi açısından önemli tanıklıkları, zamanında, yakınlarının da Sabahattin’i istihbarat örgütleriyle fazla içli dışlı olduğunu kesinkes ortaya çıkarıyordu; doğrulanmıştım. (315)
-Livaneli’yi ben hiçbir zaman bir sanatçı olarak düşünemedim. Bana hep bir tüccar olarak göründü; soldan yetişmiş büyük tüccarlardan birisidir. Sanatta değil ancak ticarette ustasının Yaşar Kemal olduğunu biliyorum. (316)
Tekin Yayınevi, 2016 basım, 3.baskı. (İlk baskı: Ocak 2016)
Yayına Hazırlayanlar: B.Sadık Albayrak – Okan İrtem
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder