-İslam dışındaki mezhep ihtilaflarını Hakk'a isabet edilmiş veya edilmemiş olmak tabiatıyla bahsin dışında olarak sırf İslam dininin bahsettiği fikir hürriyeti ile husule gelmiş olduğu gibi şayet bunlarda bir saltanat makamına yaranmak, his ve maksadı mevcut ise mutlaka makam, ilahi saltanat makamıdır.
-Kur'an'ın mahluk olması meselesi, Mu'tezile'nin, Vacip Teala hakkında kelam sıfatını inkar etmeleri yüzünden çıkmıştır.
-Yüzbinlerce hadisin, Peygamber Efendimiz Hazretlerine kadar teselsül eden sayılamayacak derece de olan ravilerinin tanımak ve herbirinin doğruluk derecelerini tartmak gibi müşkül incelemeyi gerektiren o vazifeleri onlar ifa etmiş sie de hadis vaedenlerle onların yaptığı fenalıkların özünü alanları birbirine katarak hepsine birden atıp tutmak ve böyle karmakarışık sözlerle umumiyetle hadis-i şerifler hakkında emniyet ve itimadı ortadan kaldıracak tarizlerde bulunmak vazifesi kalmış.
-Kelam ilmi ile hükümetlerin siysetleri arasında münasebet düşünmek Musa Bigiyef Efendi'nin zanlarındandır. Kelam ilmi kitaplarının hükümet kuvvetleriyle tervic (destekleme) olduğunu bilmiyorum. Belki, bazen bu ilme karşı zorluk gösterildiğini bilirim. 15-20 sene evvel kelam ilmindeki imamet bahsinden kuşkulanan hükümet "şerhi mevafık" gibi bazı kelam kitaplarının elde dolaşmasını yasaklamaya teşebbüs etmişti.
-"Eğer hayretin aklın kadarsa senin / Hardal kadar hayrete sahip değilsin / Şayet hayretin kadarsa aklın / Senden üstünü bulunmaz akıllıların" Mustafa Sabri Efendi
-Şer'i hükümler kulların kendilerine ait ve dünyevi birtakım, menfaat ve faydaları da taşımış olsa bile gene bunlar dini birer vazife halinde ifa olunurken, mutlaka uhrevi maksatlar üzerine bina edilmezse icra edilen fiil dini sıfattan mahrum bir fiil olur.
-Bulaşıcı hastalığa yakalanmak korkusuyla gayr-ı meşru münasebetlerden sakınan adamda, din nazarında iffetli bir kimse sayılmaz.
-İnsanın dine, ahirete ait vazifelerine varıncaya kadar her işinde maddi menfaatler aramaya alıştırılması herşeye tercihen kendine bencillik ve menfaatperestlik hissini telkin eylemektir.
-Osmanlı Türklerinin mahvını hazırlayan ahlaksızlığın, seciyesizliğin sebep ve menşei münevverler de dinsizlik, münevver olmayanlarda ilimsizliktir ve dinsizliğin ahlak üzerinde uğursuz tesiri cehaletten ziyade olduğu içindir ki münevverler daha düşüktür.
-İşte bizi bitiren derdimiz için aradığımız ve hakikaten muhtaç olduğumuz asıl dava; Dini de içine alan bir ilim ve ikisini de toplayan ameli bir terbiye.
-Okuyup yazma bilmeyenlerimizin saflığından pek çok fazla olarak okumuşlarımız zekalarını kötüye kullanmaları memleketimizde meşruiyetin tadını tattırmamağa sebep oldu. Aldanmasın, gözü açılsın diye okuttuklarımız bu defa aldatıyor, hatta başkasını bulamazsa nefsini aldatıyor.
-Cehalet ilmi ortadan kaldırabilirse de karanlığı ancak hidayet ortadan kaldırabilir ve içtimai terbiye ile tedavi kabil olabilir.
-Maziden miras kalan hakim millet olma hissinin baki kalan gururu ile bu gururun yanında süregeldiği aldırmazlığı, lakayidliği de buna ilave ederseniz, uyuşukluk ve gevşekliğimizin amillerini tamamen keşfetmiş oluruz.
-Allah'a tevekkül ve kadere iman eden, dalkavukluğa/yalancılığa tenezzül etmeyeceği gibi kaderde olmayan menfaatlerin böyle şeylerle elde edilemeyeceğine de kanidir. Zaman ve menfaatı Allah'tan bilen mümin, kullara boyun eğer ve dalkavukluk eder mi?
-Müslümanlar uyuşukluğa düşerken kader ve tevekkülü yanlış tefsir etmişlerse, uyuşukluktan da fena faaliyetler mahiyetinde bulunan dalkavukluk ve yalancılık gibi hallere gittikten sonra o hasletleri büsbütün unutmuşlardır. Şimdi artık onlara, kader ve tevekkkülün manaları hakkında yanlış telkinleri büsbütün anlatmak değilde, sözü geçen seciyeleri yeniden ihya ve iade etmek vazife olur. Böyle yapmayıp da, kader ve tevekküle bahane bulmakta devam ederek Müslümanların, bu iki ahlakını düzeltmeye en çok muhtaç oldukları bir zamanda hala kendilerini bunlardan nefret ettirmekte, ikinci bir yanlış telakkiue sevk ve teşvik edilmiş olmaları gibi bir tehlike vardır.
-Hastanelerin, kemiyet ve keyfiyetçe halkın ihtiyacına yetişmediği gibi halkın parası da o hastanelere hiç yetişmeyen memleketimizde tevekkül de olmasa, hastalık bulaşır korkusuyla hastalarımıza karşı vazifemizi belki evlerimizde de ifa edemezdik.
-Tevekkülün azmin içinde bulunmasını emreden Al-i İmran 159.ayeti kerimesi bunun uyuşukluk halinde değil, mühim teşebbüsler zamanında olacağını ne güzel anlatıyor. Hatta ayet-i kerime tevekkül ile beraber, lalettayin çalışmanın üzerinde bir de azme lüzum göstermiş oluyor. Demek ki insan çalışacak, azmedecek sonra da güvenecek. Yalnız bu güvenmek meselesinde reformcularla ihtilaf halindeyiz; onlar nefse güvenmeli diyorlar, bizde Allah'a güvenmeli diyoruz ve Allah'a güvenmeli derken başka hiçbir kimseden bekenmemeli demek istiyoruz.
-Allah'a tevekkül etmek hakkına haiz olmak için, ilahi hükümleri nazarı dikkate almak lazım gelir.
-Cihan harbi içinde, İtalya'dan Amerika'ya kadar birçok devletlerin birbirini müteakip itilaf devletleri tarafına geçtiği sıralarda Kayzer Wilhelm'in: "Almanya, Allah'tan başka kimseden korkmaz." şeklinde bir sözünü gazateler nakletmişlerdir. Almanlar, kimseden korkmaz denilseydi nefse güvenmek olurdu. Allah'tan başka kimseden korkmaz denilmekle tevekküle inkılab etti. İşte nefse itimad ile tevekkülün farkı ve işte böyle istisnalardır ki, kelamın kuvvetini azaltmak şöyle dursun bilakis son hududa ulaştırır.
-Dünya harbinde şiddetli pahalılık yüzünden en fazla maişet müşkilatına maruz kalan memleket, köylülerinden münevverlerine kadar bütün içtimai tabakası ile en çok muhtekir (vurguncu) yetiştiren Türkiye olmakla Türk-Osmanlı fertlerinde kanaatkarlık hasletinden eser olmadığı apaçık meydana çıkmıştır.
-Kaza ve kader, evet İslam dininde ve belki bozulmaya uğramayan bütün semavi dinlerde herşey, her iş mutlaka Cenab-ı Hakk'ın takdiri ve iradesi ile hasıl oluyor. Ve şu halde insanların çalışması beyhude ve lüzumsuz bir şey olmak ve belki mükellefiyeti doğru olmamak mı gerektir? Hayır, çünkü bir kere insan ilahi takdirin ne yolda taalluk etmiş olduğunu bilmediği için vazifesini ancak çalışmakta kusur etmemekle yerine getirmiş olacağı gibi zaten takdirine iman ettiği Cenb-ı Hakk'ın emri de kendisinin çalışması merkezindedir.
-İmam Gazali, "istediğimi yaparım" diyen adama "istediğini isteyebilir misin?" demiştir.
-Kasas 55, Enam 125, Hud 24 ayetlerinde kaderi inkar eden ve Cenab-ı Hakk yalnız hayır diler diyen Mutezile ile bu hususta onlara tabi olan Şia'nın imamıye koluna karşı bu ayetlerde pek susturucu açık hakikatlar vardır.
-Cenab-ı Hakk'ın iradesi dünyada meydana gelecek hadiselerin tamamına taalluk eder ki, onların içinde kendisinin yasak ettiği, razı olmadığı hallerde vardır. Binaenaleyh bir şeyin bir taraftan meydana gelmesine ilahi irade taalluk etmiş ve bir taraftan da insanlar o şeyden yasak ve men edilmiş olabilirler.
-Bir işi yapıp yapmamakta hür olan insan iki taraftan birini seçmek için mutlaka bir sebep düşünür. O sebebi fikrinde husule getiren Cenab-ı Hakk'tır. Sonra bu sebebe tabi olmak insan için mecburiyet haline gelmedikçe yapmak ve yapmamak taraflarından biri kat'i surette belirip ortaya çıkmaz. Çünkü yeteri derecede mecburiyet hissetmeden bir iş yapan adam hakkında bu lüzum ve mecburiyet tamamlanıncaya kadar he; "Niçin yapmış?" suali sorulur. Ve suallerin zincirlemesine nihayet vermek üzere en sonuncu sebebin mecburiyet husule getirmek hususunda kifayeti ve bunun üzerine fiilin vukuu kabul edilmekle lazım gelir. Demek ki, fiilin meydana geliş şekli hakkındaki fikri inceleme ve mantıki delillere göre cebirden kurtuluş yoktur. Felçlinin hareketi ile sağlamın hareketini birbirinden ayırt eden bedahat hissi de insanın kudret ve iradesine ve ihtiyarına hükmettirir. Binaenaleyh bu meselede adeta nazari ilim ve zaruri ilim karşı karşıya gelir. Bir hayli numunesi arz edilen nakli delillerde bu hususta birbirine karşıdır. Sonra cebir Cenab-ı Hakk'ı tazim esasına kader de tenzih esasına dayanır. Ve bütün bu birbirine karşı gelişlerin hulasası şunu gösterir ki, insan kendisinin kadir veya aciz olduğuna karar vermekten acizdir. Ve bu mesele kadar hayli müşkil bir mesele daha dünyada bulunmaz dense yeridir.
- Kur'an-ı Kerim'in manasını anlamaksızın bile mücerred okunmasına karşı sevap vadolunmasındaki önemli itina Müslümanlığın anayasası halinde bulunan bu kitab-ı mübinin değişmekten mahfuz kalmasını temin ve teyid hikmetine matuf olmalıdır. Çünkü evvelki kitapların bozulma ve değişmelerinden doğan mahzurlar gözümüzün önündedir.
-İnsan ne kadar yükseklikten, manevilikten dem vurursa vursun, tabiat üstü bir varlık olmadığından maddi faidelere ve maddi mahzurlara daha çok bağlanır ve bu cihetle korku altında itaat ve bağlılıkların belki en kuvvetlisi ve en ciddisidir.
-Mektepler kendilerinden beklenen ciddi faydaları temin edememiş ise de rekabet ettiği medreseleri söndürmeğe hizmette kusur etmemiştir. Benim bildiğim yarım asra yakın bir zamandan beri bu medreselerin masulü sadece hüda-i nabir bir haldedir.
-Sinop sürgünleri kafilesinin arasında her sınıftan fazla olarak görülen hocalarla Anadoluda darağaçlarının üzerindeki perişan vaziyetleri haricinde zalimlere boyun eğmeyen aksakallı müftüler bizim için mesut ve mübarek teselliler olmakla beraber, din alimlerinin müstesna mevkilerinden dolayı mücahade vazifesini yapmakta diğerlerine nisbetle ekseriyeti haiz olmaları kafi olmayıp kendi aralarındaki ekseriyeti nazarı dikkate almak lazım geleceği cihetle bu ekseriyetin mahzun hali mukaddes meslekin alnında kötü bir perde manzarası arz ediyor.
-Herşeyin kendi kendine oluvermesi o derece akli değildir ki, tabiatçıların kendileri bile "tabiat şöyle yapmıştır, tabiat böyle yapmıştır" tabirini kullanmaya mecbur olarak, olan şeylerin kendiliklerinden olmayıp bir yapıcısı bulunduğunun farkında olmadan itiraf ederler. Ve ancak o yapıcıya layık olduğu isim ve sıfatları vermekten geri durmakla şuursuz ve iradesiz bir tabiat namına bağlanıp kalmayı tercih etmiş olurlar.
-Kâinatın, insan ahlakı dolayısıyla tamamlanmaya muhtaç olan kusurlarına bakıp da ahiret namıyla bir tamamlayıcı olana lüzum olduğu için kâinatın büyük yaratıcısının varlığını itiraf etmek lazım gelirse, kainattaki kusursuzluğa bakarak yüce yaratıcının varlığını teslim ve tasdik etmek daha fazla lazım gelir.
-Irkçılıkta cansiperane bir fedakârlık kuvveti temin edebilmek için fikri ve mantıki sebep ve esasları mevcut olmadığı gibi şuursuz hissiyata müstenid olarak mevcut olan fedakarlıkta karşılığını hakkıyla alamaz.
-Memleketteki keyfi idarenin doğurduğu ızdıraplar ile bunlara göz yummayan muhaliflerin itirazlarını bastırmak için devleti daima bir harici düşman ile muharebe içinde bulundurmak usulünün ne kadar keskin ve akıllara durgunluk verecek bir tedbir yerine geçtiğini senelerce müşahede ettik. Bu ardı arkası kesilmeyen harici muharebeler devlet ve millet hakkında ister galibiyet neticesi versin ister mağlubiyet neticesi versin herhalde İttihat ve Terakkinin dahildeki düşmanlarına karşı galibiyetini temin eder. Çünkü bu sayede kendisine herşey mübah ve muhaliflerine herşey haram olur. Hükümet vatanı kurtarmakla meşguldur. Aleyhinde vukubulacak herhangi bir hareket en aziz ve en meşru bir Hakk'ın muhafazasına ait bir itiraz sesi bile olsa onu zayıf düşüreceğinden vatan hainliği mahiyetine haiz olur.
-Dünyanın koskoca devletlerine karşı koymaktan çekinmeyi nefsine ar sayan millet, memleket içinde iki buçuk zalim ve mütehakkime karşı koyamıyor. Ve bundan arlanmıyor.
-Günahı işlemek günah olduğu gibi, başkasına söylemekte bir günahtır. İnsanlık icabı vaki olan günah meydana geldiği zamandan Allah'ın affına arz olunacağı ana kadar kul ile Allah'ı arasında kalmalıdır.
-İffet ve namus dersini dinden değil de yalnız akli muhakemeden alan insanın nazarında namusun kıymeti namuslu tanınmak, mevkiinin korunmasından fazlasını gerektirmez.
-Kadın hürriyeti davasını, kadınların kendilerinden daha fazla bir hararetle takip ve terviç eden erkekler, hem de tabii genç erkekleri bu sayede yeni bir istiklal feyzi ile sokaklara taşan ve salonlarda kaynaşan kokulu ve güzel kadın dalgaları arasına dalmakta ve başkalarının kadınlarından kolaylıkla istifade edebilmekteki haz ticaretini düşünürler.
-Şarklı bir şair, dilberin vaadettiği buseyi renkli bir gazeline mevzu yapacak derecede kıymetli bulur. Halbuki Batı'da bu buseler halkın geçtiği caddelerle sokaklarda verilir de kimse ehemmiyet vermez.
-Kadın ile erkek arasında eşitlik yoktur. Kadın yalnız kadınlık cazibesi ile erkek üzerinde nüfuz sahibi olabilir. Diğer cihetten bütün maddi ve manevi kuvvetleri itibarıyla erkekten aşağıdadır.
-Kadınların bu telakki asrında erkeklerle boy ölçüşmek için iskarpin ölçülerine, üzerinde güçlükle yürünecek kadar gayr-ı tabii bir yükseklik vermek ihtiyacında bulunmalaları, fıtratlarındaki noksanlığın kendilerince bile takdir olunduğuna en açık bir delil teşkil etmez mi? Halbuki hayat mücadelesi yolunda geri kalmamak için koşarken sendelemek tehlikesine karşı bilmem ki, bu ayaklar ne kadar mukavemet edebilir?
-Allah'ın hikmetindeki azamete bakınız ki, en fazla hastalıkları gayr-ı meşru münasebete musallat kılmış.
*Haşim Nahit Bey ve Musa Carullah Bigiyef'in bazı kitaplardaki görüşlerine cevap vermek üzere yazılmış, son bölümde Cenab Şahabettin ve Fatma Aliye Hanım'la "evlilik" konusu etrafında cereyan eden tartışmalar dahil olmuştur.
Sebil Yayınevi, 1969 basım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder