-Beyit kelimesinin diğer anlamı, "ev"dir. Klasik bir şairde beyit, sosyal değişmelerin yanında iktisadi zaruretlerin de etkisiyle şimdi artık tamamen kaybolmuş olan eski Türk evi gibidir. Onda maddi ve manevi bakımdan yakın olanlar ev halkını nasıl teşkil ediyorsa, beyitte de lafız ve mana bakımından birbirleriyle ilgili olan kelime ve kavramlar bulunurdu. (18)
-Nergis, kenarındaki kirpiği andıran taç yapraklarıyla göze nasıl benzetilmişse; çene, çukuruyla, şekliyle elmaya benzetilmişse; saç, koyu rengi ve lüle lüle biçimiyle sünbüle benzetilmişse, aynı şekli münasebetten hareketle gül de kıvrım kıvrım haliyle kulağa benzetilmiştir. Kim bilir, belki bu benzetişin vech-i şebehlerinden biri de gülün bülbülün feryadlarını hep dinleyip durmakla kalmasıdır. (23)
-Türk edebiyatında, doğuda 15.yy'da Ali Şir Nevayi'nin Mecalisü'n-Nefayis'i ile başlayan şuara tezkireciliği -ki bir çeşit biyografik sözlüktür- Anadolu'da 16.yy'ın ilk yarısında Sehi Bey'in Heşt Behişt'i ile devam eder. Sırasıyla Latifi, Ahdi, Aşık Çelebi, Kınalızade Hasan Çelebi vs eserleriyle zamanımıza kadar gelir ve son örneği rahmetli İbnü'l-Emin Mahmud Kemal Bey verir. Şuara tezkireleri Türk kültür tarihinin vazgeçilmez kaynaklarındandır ve diğer benzerleri gibi harf devriminin karanlık perdesi arkasında kalmıştır. (29)
-Bizim klasik şiirimizde, bilhassa 16.yy'da, en büyük özellik, varlıkların ve olayların beş duyumuna hitab eden keyfiyetlerine şairlerin mutlak bir doğrulukla bağlı oluşlarıdır. Eski şair, söylenenden çok söyleniş biçimine önem verirdi. Batı şiirinde de bu böyleydi. (38)
-16.yy şiirinin en önemli hususiyeti Türkçe kelime ve deyimlerin üzerinde oynayarak edebi sanatlar göstermektir. Herhalde, Türkçenin ifade ve mana bakımından en zengin örneklerini bu yüzyılın mahsüllerinde buluruz. Kefeli Hüseyin gibi, kültürlü ve nüktedan kimselerin bu zenginliğin artmasında çok hizmetleri geçmiştir. Efendi'nin şu beytinin ikinci mısraı bir atasözü gibi günümüze kadar tekrar edilegelmiştir: "Mezak ehli lebin yad etsi tuti kendi vasf eyler / Bilen söyler acebdir hal-i alem bilmeyen söyler" (44)
-Müslüman semtlerinde meyhane işletmek, bugünkü deyişle salyangoz satmak gibi birşey olmalı ki Necati Bey'in tarif ettiği soydan şairler ilham kanallarını tıkayan sıkıntı çöplerini birkaç kadehle sallayıp sürmek için tam bir Hristiyan semti olan ve yakın zamana kadar o özelliğini muhafaza etmiş bulunan Galata'ya giderlerdi. Aralarında daha sonraları devletin yüksek dini rütbelerinden kazaskerliğe kadar yükselmiş kişiler de vardır. Diğer taraftan İstanbul'un fethinden itibaren birçok önemli kişi Galata dolaylarında yer yurt edinmişlerdi. Aşık Çelebi'nin anlattığına göre II.Bayezid zamanında İstanbul etrafında gezip dolaşılacak, oturup kalkılacak yerler, tekkeler, zaviyeler olmadığından söz - sohbet yerleri umumiyetle, Yavuz devrinin başlarında vefat etmiş olan şair Sinoplu Safayi'nin Galata'da Atıcılar Altı'ndaki (?)zaviyesinin bahçesine giderlerdi. Gariblerin sığınağı, şairlerin dostu, yetenekli kişilerin koruyucu desteği Müeyyedzade Abdurrahman Çelebi'nin Vefa'daki konağından başka Galata civarında da bahçesi vardı. Bir tarihte orada devrin bilginlerinden Bitlisli Molla İdris'i, Kadızade'yi, Şah Mehmed'i, Şah Kasım'ı ziyaret edip ağırlamıştı. (49)
-Arapların deyişiyle "bintü'l-irab", Farsça "duhter-i rez" yani her iki dilde de "Cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif" kavlince Türkçesi "üzüm kızı" denilen şarabı, gençliğinde nikahında bulundurmuş olan Kazasker Kadri Çelebi'nin Anadolu Kazaskerliğinde katibi olan şair Na’ti, Figani ve Nev’i ile birlikte Galata meyhanelerinin müdavimlerinden idi. (50)
-Remzi lügatinde kelimenin asıl anlamının açıklanması bugünün Türkçesiyle şöyledir:
1)Allah’ın güzel isimlerindendir. Koruyan (hafız) gözcü (nigehban) ve bütün kainatı gözetici anlamında.
2)Kötü ve zararlı kimse ki, birinin sevdiği ile veya beğendiği kimse ile görüşmesine veya bir çeşit isteğini elde etmesine ve uygulamasına engel olup kendisi için elde etmeye çalışır; bekçi, koruyan, gözeten. Gerçekten “rakib” kelimesi benim görebildiğim klasik edebiyat metinlerinde -16.yy’ın sonuna kadar- hemen hemen yukarıdaki iki sayılı açıklamada belirtilen anlamda kullanılır. Rakibin, “başkasıyla aynı şeyi isteyen” değil de “arada fesatlık yapan, bekçi, gözeten” anlamında kullanılışı çok eskidir. Bu kelime Türkçe ’de, bu anlamıyla “engel” kelimesiyle karşılanmıştır. (68)
-Balıkesirli Zati, Şuara tezkirecilerinin kalem birliği ederek yazdıklarına göre 16.yy’ın ilk yarısında Osmanlı edebi muhitini şaşırtmış bir şairdi. Mekteb-medrese görmemiş bir ümmi olup çizmecilikle geçimini sağlarken şiire ilgi duyar, şairliğe heves eder. Fuzuli, şiir sevdasına kapılıp, bu sevda uğraşmalarının tümüne üst geldiğinde “İlimsiz şiir esası yolu duvar kimi olur ve esassız duvar gayrette bi-itibar olur” deyip zamanın bütün ilimlerini nasıl öğrenmişse, ondan yaşça büyük fakat çağdaşı olan Zati de yola düşer. Biraz sarf ve nahiv yani Arapça dilbilgisi tahsil eder. Kendisi, Fars şairlerinden aktarmalar yaptığında fark edip yüzüne vuranlara her ne kadar “benim Farsça bilmediğimi bilirsiniz” diyorsa da başkalarının kimin hangi Fars şairinin, hangi şiirinin, hangi beyitinden alındığını söyleyebildiğine göre bir miktar dahi Farsça dahi tahsil ettiği muhakkaktır. Şiirle meşgul olan herkesin edinmesi gereken bilgileri kavrayacak doğru dürüst bir tahsili olmadığı halde, orijinal manaları ve kendi icadı duyulmamış hayalleri edebi sanatlarla bezeyip sunmaktaki hüneridir ki; herkesi şaşırtmıştır. (77) Bu kelimenin her anlamıyla garib şairin Bayezid Cami avlusundaki remilci dükkanına 16.yy’da yaşamış Hayali Bey, Yahya Bey başta olmak üzere adı bilinen bilinmeyen, divanllı divansız, büyüklü küçüklü her şair gelmiş, şiirlerini ilk ke orada okumuşlar, tanıtmışlardır. Baki edebiyat dünyasına oradan girmiş, şiirini ve yeteneğini Zati’ye beğendirmek bahtiyarlığına ermiştir. (78)
-Çünkü eskilere göre güneş göğün sultanı, diğer bir gezegen de onun maiyyetinde görevli bir kişi olarak telakki edilirdi: Ay vezir, zühre(Venüs) çalgıcı; Merih (Mars) başkumandan; Müşteri (Jupiter) kadı; Utarid (Merkür)katibi, Zuhal(Satürn) hazinedar vazifesini görürlerdi. (90)
-Burada onu ömrü boyunca huzursuz kılmış olan üç yönünden bahsetmeye mecbur sayıyorum: Fazlasıyla hassastı; kolayca ve çabuk etkilenirdi; bir insana tam sadakatle inanıp güvenirdi. Karakterinin, kendisinin de memnun olmadığı bu özelliklerinden sonuncusu yüzünden ömrü, hele son 15 yılı ızdırap içinde geçmiştir. Türkiye’nin ilk edebiyat doktoru idi. (102-103) Ali Nihat Tarlan Bey, Köprülü’nün kendisini, uzun yıllar üniversiteye almayışından bahseder. Fakat onun Türk kültürüne olan hizmetlerini de takdirle anlatırdı. Köprülü hakkındaki duyguları bu büyük alimin mezar taşına yazdığı manzum tarihte görünmektedir. (104) Ölümünde, üniversite alışılagelmiş olan merasimi ona yapmadı. Gerek üniversite, gerekse fakülte ile arasında geçen olaylar en haklı olduğu zamanlarda bile kendisine bütün kapıların kapanışı, hatta haksız ilan edilişi göz önüne alınırsa iyi de olmuştur. İnanıyorum ki kendisine sorulsaydı reddederdi. (105)
-Mahir Bey Hoca ile Mehmed Akif’in “Asım’ın Nesli” dediği neslin son temsilcisi, gitmiştir. Onu tanımış olanlar Müslüman-Türk ahlakının, terbiyesinin ne olduğunu; fedakarlığın, feragatin, karşılıksız sadece hizmet için ve Allah rızası için hizmet etmenin nasıl olduğunu gördüler. Kafasına gözüne vurula vurula şahsiyeti allak bullak edilmiş bir deli haline getirilen milli kültürün sıhhatli halini, o kültürle yetişen insanın en mükemmel örneğini onun şahsında gördüler. (113)
-Menkabe, Hallac Mansur’un eşi-dostu tarafından kendisine tevcih edilen “Niçin tövbe etmiyorsun?” sualine: “Biz, şeriatın duvarından bir taş düşürdük, oraya başımızı koymamız gerektir” diye cevap verdiğini naklediyoru. Hakikatte Mansur oraya başını koyabildi mi ki? Bu garib sofiden sonra asırlar boyu şeriatın duvarlarına tecavüz ahval-i adiyeden oldu, ne var ki Nesimi müstesna, kimsenin kafasını kesmediler. (116)
-Hakikatte Muallim Naci’nin: “Bir harfimizin mahreci tayin olunurken / Mana yerine arbede çıkmıştı içinden” beytinde ifade edildiği gibi, tasavvufun ve şeriatın mahrecinde ittifak yerine bir kuru gürültü asırlarca devam etmiş; şüphesiz bundan zarar gören ümmetin şeriat ve tasavvuf anlayışı olmuştur. (117-118)
-Hatırladığıma göre, tek başına ansiklopedi yazmayı bizde ili kişi başarmıştır. Birisi Kamusu’l-Allam müellifi Şemseddin Sami, diğeri ise Sanat Ansiklopedisi yazarı Celal Esad Arseven’dir. (119)
Kitabevi Yayınları, 2003 basım, İstanbul.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder