01 Haziran 2025

DOKUZ YÜZ KATLI İNSAN - MUSTAFA MERTER

-Marx ve Freud arasındaki benzerliği, Ellenberger'in işaret ettiği gibi, Hegel'in "kendi kendine yabancılaşma" kavramının uzantılarında bulabiliriz. Kişi içinde taşıdığı bazı özellikleri dışa yansıtarak, bunları dışsal bir gerçeklik gibi yaşayabilir ve dolayısıyla kendi hakikatine yabancılaşır. Örneğin erkek, karşısındaki kadına bakarken, annesiyle çözümleyemediği meseleleri tekrar yaşar ve o kadını aslında olduğu gibi değerlendirmez. Marx'ın toplumsal analizleri, ulaştığı sonuçlar ve önerdiği kurtarıcı ve özgürleştirici çözümler, psikanalitik süreçle bazı yönlerden benzerlik taşımaktadır. Analiz, kişisel farkındalığı arttırıp bireyin kendine yabancılaşmasını azaltırken; diyalektik Marksizm toplumun politik, ekonomik ve sosyal alanlarda dışladığı ikinci sınıf insanları topluma tekrar entegre ederek sosyal açıdan yabancılaşmayı ortadan kaldırmayı amaçlar. (32)

-Tasavvufi açıdan Jung'un benlik tanımıyla en iyi örtüşen kavramın nefs-i mutmainne olduğu söylenebilir. (35)

-Bizim inancımıza göre zübde-i alem (evrenin özü) olması gereken "Hz.İnsan" ve onun bilinci, sadece yatay değil, bir de dikey tekâmül potansiyeli olan bir süreçtir. Fakat pozitivist Aydınlanma paradigması çerçevesinde bilinç, sadece merkezi sinir sistemi gelişiminin en uç noktası olarak görülüyor, yani dikey gelişim boyutundan soyutlanıyordu. Atom altı parçacıklar, atomlar, moleküller, kendi kendine yeterli moleküller ve bunların oluşturduğu sistemler, sonuç olarak insan beyni ve bilinci ile noktalanmıştı. Bilinç, atomların ve akrabalarının gelişigüzel dans etmeleri sonucunda meydana çıkmış, "tesadüfi bir epifenomen"di. Psikoloji bilimi de bu açıdan bakıldığında, bu "yan ürünü" inceleyen bir bilim dalıydı ve fizikalist bilim adamları tarafından hep küçük görüldü. (53)

-Freud'dan sonra geliştirilen benötesi ekolü dahil, tüm psikoloji ekollerinin ortak noktası, son tahlilde nefsin alt katmanlarına ışık tutmaları, yani nefs-i emmarenin arzularını tatmin etmeleridir. Böylece, narsist/bencil varoluş tarzı hem onaylanmış hem de teşvik edilmiş olur. İnsan hep daha fazla "almaya" teşvik edilir ve "vermenin" almaktan sonra geldiği vurgulanır. Böylesi bir hedonist akıntıya kapılan insan, verici olmayı bir türlü benimseyemez ve narsisizm/özseverlik hastalığı toplumu sarar. (49.dipnot/ D.Frank Jerome, Overwiew of the Psychotherapies (Psikoterapiye Genel Bir Bakış), dr. Gene Usdin) Yapılan bir diğer önemli hata ise evrensel ahlak kurallarının öneminin anlaşılamamış ve anlatılamamış olmasıdır. Narsisizmi teşvik eden bir diğer unsur, terapide uygulanan ahlaki tarafsızlık düsturudur. Psikanaliz ve psikoterapinin ahlaki değerlerden arınması gerektiğine, acı çeken kişinin ancak bu sayede, içinde bulunduğu durumu suçluluk duyguları altında ezilmeden değerlendirebileceğine inanılır. Bu tutum, psikanaliz kültürüne "dürüst olduğun sürece ne yaparsan yap mübahtır" kavramının girmesine yol açmıştır. Bugün acı meyvelerini topladığımız "ahlaki relativzm"in temelleri bu şekilde atılmıştır. (50.dipnot/Christopher Lasch, Culture of Narcissism, Norton, 1979, s.13) (73-74)

-Ne var ki vahiy mesajından kopuk marifet arayışı neticesinde Wilber de Batılı dehaların kaçınılmaz hastalığına, yani "peygamberlik sendromu"na yakalanma riskiyle karşı karşıya olabilir. Manevi açıdan feyz aldığı gurusunun "Avatar" olduğunu iddia etmesi bu açıdan pek düşündürücü. (79.dipnot/ Avatar, Hint manevi ekolleri geleneğinde, yaşayan tanrı anlamına gelir.) (115)

-Tasarımlar , yakıştırmalar, roller, özdeşimler nefsin üstüne giydirildikçe, "benlik/self" oluşmaya başlar. Assagioli'nin "alt kişilikleri", Jung'un "persona"sı işte bu oluşumdur. Benliğin oluşumunda yani varoluş düzeyinden ego düzeyine geçişte, sosyo-biyolojik faktörler, yani toplumun içselleştirilmiş değerleri, dil, aile, medeniyet, efsaneler, açık ve gizli kurallar elbette ki büyük bir rol oynar. Eğer bu öğrenme süreci esnasında veriler ilahi "filtre"den, yani vahiy mesajından geçerek insana ulaşmamışsa, hata payı daha az olur. Fakat zihin ve beden, zamanın kültürel normları tarafından parsellenmişse çok değişik roller ve zoraki şekillenmeler meydana çıkabilir. Örneğin, bedenin varlığını kanıtlama çabaları niteliğinde saç boyamalar, estetik ameliyatlar, dövmeler, aşırıya kaçan zayıflama rejimleri gözlemlenebilir. (125)

-Özünde iyi niyet taşımadan yapılan eleştiriler, aslında bir başkasında kendi karanlık yönümüzü fark edip yadsımamızdan ibarettir. Böylece kendimize yabancılaşıp "insanlıktan" bir adım daha uzaklaşırız. (88.dipnot/ Kur'ani bir tabir olan zulüm semantik analizde karanlık anlamına gelir. Birisine "zulmetmek", onu karanlığa atmak demektir. Mecazi anlamda Allah'ın nurunu kesiyorsak, mesela fuhşiyatı teşvik edip doğruları yasaklıyorsak, insanları karanlık alana sokuyoruz demektir.) (126)

-Nefs ilminin bizlere sağladığı en büyük avantaj, her durumda bir üst katın varlığını bilmektir. Oysa Batı psikolojisi bu katlara sistematik olarak vakıf olmadığı gibi, üst katlara çıkan "asansörün" varlığından da habersiz. "Dikey" gelişim imkânı teşvik edileceği yerde, içinde yaşanılan kattaki daireyi süsleme yoluna gidiliyor. Orada yaşayan alt kişilik azdırılarak ahlaki bir relativizm ile hedonizm, narsisizm ve egoizm destekleniyor. (188)

-Depresyonun temelinde, tatmin olmayan istek ve arzular dizisi yatar. Bu arzular öznel veya nesnel dünyaya yönelik olabilir. Arzuyu ortadan kaldırabilirsek, daha doğrusu yönünü değiştirebilirsek, depresyon da kendiliğinden çözülür. Depresyonun en etkili ilacı nedir diye sorarsanız, kişinin bulunduğu nefs katından yükselmesidir diyebilirim. Çünkü vardığı bu yeni kat, kişiye bambaşka duygular ve farklı, rasyonel bir bakış açısı kazandırır. Müşahede ışığı, daha önce fark edilemeyen ayrıntılara ışık tutar, değişik görüş açıları oluşur. (232)

-Evet, hiçbir kap, hiçbir hal bir diğerinin aynı değildir. İlahi alemde hiçbir şey tekrarlanmaz. Hale takılmak ise ölümle eşanlamlıdır. Ölümsüzlüğü arıyorsak hal bağımlılığından kurtulmalı, doğumun sırrını çözmeye gayret etmeliyiz. Vaktin oğlu olmalıyız. O zaman "patoloji", depresyon ve evham, güneşin altında buz gibi eriyip gider. (249)

-Japonya ziyaretimde bu durumu yakinen müşahede ettim. Medeniyetleri bu felsefe ile yoğrulmuş ülkelerde bile bir tıkanıklık söz konusuyken "Zen aydınlanması"nın ülkemizde yaşanabileceğini düşünmek hiç de gerçekçi değil. Yeme içme alışkanlıklarındaki farklılıkların dışında, eni konu fedakârlık ve feragata dayalı bir sistem söz konusu. Günde en az 4 saat meditasyon uygulandığı takdirde, gerekli konsantrasyon ancak sağlanabiliyor, bu da ister istemez bir manastır hayatı gerektiriyor. Ayrıca, bir iki ayda bir, yoğun meditasyon dönemlerine (seşin) giriliyor ve bu dönemlerde bir hafta boyunca günde 13 saat meditasyon yapılıyor. Aylarca, hatta yıllarca süren inzivalar ve karanlık mekanlarda gerçekleştirilen meditasyonlar, mevcut uygulamalardan sadece birkaçı. Hedef, Budizm'in nihai amacı olan aydınlanmayı gerçekleştirmekse senelerce dünyadan kopmak ve olağanüstü yoğunlukta bir zühd hayatı yaşamak gerekiyor. Şayet seneler sonra "aydınlanma" gerçekleşirse dünyaya yönelik hizmet yani Bodisatva(hizmet veren derviş) dönemi başlamış oluyor. (289)

-Kendi hayat tecrübelerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki, maneviyat yolculuğuna rehbersiz tek başına çıkmak, ancak hüsran getirir. İlahi ahlak kurallarına riayet etmeden heves edilen "kendin pişir kendin ye ermişliğiyle" bir yerlere varılamaz. (296)

-Geniş manada psikoterapi, nefsi yönden acı çeken bir insanın, daha üst konumda bulunan bir başka insandan, diyalog ilişkisi çerçevesinde yardım almasıdır. Heidegger'in "ileriye yol açan ihtimam" tabiri, bu ilişkide terapistin rolünü gayet güzel açıklar. (299)

Kaknüs Yayınları, 2016 basım, 15.baskı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

CANLI TARİHLER 1.KİTAP – HAZIRLAYAN: SEZGİNCAN YAĞCI

  İSMAİL FENNİ ERTUĞRUL (MAYIS-HAZİRAN 1856- 29 OCAK 1946) - Bay İsmail Fenni Ertuğrul, Prof. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun fikri bir vec...