-Sabetayizm araştırmalarına, İsmail Cem’in cumhurbaşkanlığını önlemek için başladım. Sara ve üniversite diplomasını, Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olamayacağını göstermek üzere inceledim. Cem’in ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanlıklarını önledim, boş zamanlarımda, cumhurbaşkanlıklarını önleyebiliyorum. Henüz seçemiyorum. (41-42)
-1957’den sonra başlayan ekonomik bunalım sadece sömürülenlerle sömürenler arasındaki çelişkiyi artırmakla kalmadı, sömürücü güçler yani toprak ağası-burjuva kampında bağların zayıflamasına da yol açtı. Bu bağların zayıflaması, ezen gücün zayıflaması demektir ki, 27 Mayıs’ın hiçbir karşı koyma ile karşılaşmamasının nedenini burada aramak zorundayız. İktidara bürokratların konmasının nedeni ise konacak başka gücün olmamasındandır. (53)
-Bir, M. Kemal 1925’lerde toprak reformu yapmak isteyince mebuslarının tepkisi karşısında bundan vazgeçmek mecburiyetinde kalıyor ve Cumhuriyet, toprak reformu yapamamıştır. İki, ancak, aynı mebuslar Batıcı medeni kanuna pek itiraz etmediler, toprağın mülkiyeti ile birlikte geliyordu; Medeni Kanun, toprağa özel mülkiyet ve dolayısıyla güvence sağlıyordu. Üç, dünya buğday krizi toprak ağalığını yıkabilirdi, toprak ağalığı için pazarla temas değil, pazardaki dalgalanmalar yıkıcıdır; ama devlet, bütün o bunalım sırasında ve sıkıntılar içinde, toprak ağalarının imdadına yetişti. Ziraat Bankası kredileri ve Toprak Ofisi işte budur. Dört, 1945 Toprak Reformu projesinin de karşısına çıkanlar, artık güçlenmiş toprak ağalarıdırlar. Reform taslağı radikaldi ve Çukurova’dan Cavit Oral, Aydın’dan Adnan Menderes ve Eskişehir’den Emin Sazak, üçünün de çok büyük ve güçlü toprak sahibi ve iktidar partisi CHP milletvekili olduklarını biliyoruz, karşı çıktılar ve önlediler. (58)
-Bir, yüksek komutanların, Kemalizm’den koptuklarını düşünüyordum. Büyük sermaye ve Washington ile, otuz yıl sonra ekleyebiliyorum, İsrael’le bütünleşme içinde olduklarına inanıyordum. İki, Marx’ın, sermaye ve özellikle büyük sermayeye yüklediği akılcılığa inanmıyordum. Tocqueville, bize sermayenin çok erkenden dinselleştiğini öğretmişti. Diğer yandan, Büyük Napoleon’un general iken neredeyse ateist olup, ancak imparatorluğu alınca, dinselliği seçtiğini de okumuştuk; bu ikisinden bir sonuç çıkıyordu. Hem yüksek komutanların Kemalist sözlerini ciddiye almıyordum, bir dudak ucu lafı, lip-service, biliyordum ve hem de, Marx’ın bize öğrettiği rasyonel büyük sermayeyi göremiyordum. Böyle olduğum için, hem yüksek komutanların iktidarı alabileceklerini ve hem de ülkeyi, görülmemiş bir dinselliğe sokacaklarını görebiliyordum. Kimselerin göremediklerini sezebilmem işte bu nedenledir. (94)
-***1958 ve 1959 yıllarında, İstanbul’da Erol Ünal, Tarhan Erdem bir ekiptik, Alp Kuran da vardı; Reşit Ülker’in, Erenköy’deki geniş bahçeli evinde buluşurduk, o zamanlarda, Erenköy yazlıktı ve büyük bahçeli evlerden oluşuyordu. Profesör Tarık Zafer Tunaya’nın şimdi adı verilen sokaktaki evinde de toplanırdık, söz uygunsa, Tarık Zafer Tunaya’ya sormadan önemli adımlar atmazdık. Aynı tarihte, Ankara’da da Profesör Turhan Feyzioğlu ile görüşürdüm, Feyzioğlu o sıra Chp’nin neredeyse ikinci adamı durumundaydı, Paşa, Turhan Hoca’ya büyük değer biçiyordu ve Feyzioğlu’da bana öyle davranıyordu. Bahçelievler’de güzel villasında otururdu, Bahçelievler’de evler hep bahçeliydi. On beş günde bir, bir tür, sonraki yıllarda sözcükle “örgüt toplantısı” yapardık, Turhan Bey, çok formel yemeklere çağırırdı, garsonlar hizmet eder, yemekte, eşi Leyla Hanım ve küçük kızı Saide ve Turhan Bey ile ben otururduk. Yemekten sonra bir kişi, mutlaka kahve içmeye çağrılırdı ve bu genellikle, Bülent Ecevit oluyordu, masaya oturmazdı, kanepede yerini alırdı. Çok terbiyeli idi, konuşmaya nadiren katılırdı. O gün, Türkiye’yi bugünkü kadar ve hatta daha karanlık görüyorduk; askeri müdahaleden söz açıldığını hatırlamıyorum, ancak Chp ve Turhan Hoca, başında bulunduğum öğrenci hareketine ve basın ve üniversitelerdeki aydın muhalefetine çok önem veriyordu. Ecevit, Ulus’ta fıkra yazıyordu; yol açıcı bulmamakla birlikte seviyorduk. (112-113 dipnot)
-Görüşmemizin üçü bende iz bıraktı, Tüsiad’ın başkanı Feyyaz Berker idi, güzel güzel sohbet ediyorduk, telefona gitti, konuştu, “hayır, o cümleyi şöyle yapalım” dedi, konuştu ve tekrar geldi, otururken “Abdi İpekçi idi” yollu haber verdi. O günkü başyazısını tartışmışlar, tekrar telefon çaldı, anladık, yine Abdi İpekçi’ydi, başyazıyı tekrar düzelttiler. Feyyaz Bey, çok memnun olarak yanımıza geldi; ben, böyle bir sırrı bana duyurmalarını not ettim, bana, usulü anlatıyordu. Teorik olarak biliyordum, pratikte görmüş oldum; o tarihte Türkiye’nin en etkili başyazarı, yazılarını işte böyle yazıyordu. Üstelik bu, tekelleşmenin başlangıç aşamasındadır. Şimdi, daha çok yazılı olarak gelmeleri, daha büyük ihtimaldir; ilerliyoruz. Ertuğrul Soysal çok yakışıklı ve çok hoş bir insandı, Naili Keçeli’nin üvey babasıdır, Mülkiye mezunu sanayi odası başkanlığı yapmıştı, kendisini “solda” sayıyordu, “temiz” bir kapitalizmden yanaydı, ben ise tam tersi, o sırada solcular arasında pek moda olan “çarpık kapitalizm” sözüne içerliyordum, bana göre çarpık ve kirli olmayan kapitalizm yoktur, öyle düşünüyordum ve herhalde ben de mülkiyeli olduğum için bana yakınlık duyuyordu, İstanbul’a her gidişimde buluşuyorduk. Bir gün Cağaloğlu’nda buluştuğumuz an, hemen, “baba buna çok kızacak dedi” ve birkaç defa tekrarladı, benim babayı bildiğimden emindi, ben bilmiyordum. Heyecanla anlatmasından öğrendim, daha gizli imiş, Meserretçilerin kızı Çiğdem, Çiğdem Koç, Rahmi’yi bırakmış, Haldun Simavi’ye varmıştı. Henüz kimseler duymamıştı, ansızın olmuştu, “Baba” dediği Vehbi Koç idi; tabii bunu hiçbir gazete yazamadı, zaman içinde Çiğdem Koç, Çiğdem Simavi oldu ve Vehbi Bey, efendice karşıladı, en azından başka türlüsünü bilmiyoruz. (117)
-12 Eylül Darbesi’nin ilk tam yılında, Washington, Ankara’ya Robert Straus-Hupe’yi atadı; çok yaşlıydı, resepsiyonlarda ve bazı sergi açılışlarında karşılaşıyordum, çok genç, melez ve güzel bir eşi vardı; sağ kampanyalar uzmanıdır. Türk basınının, Amerikan politikasına bağlanmasında en önemli adımlar, Straus-Hupe tarafından atılmıştır. (132)
-Şimdi TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nun başına getirdikleri Zafer Üskül’ü söylediler, Sosyalist İşçi Partisi’ndendi ve beni az solcu buluyordu. Oral Çalışlar ise, bizi silah kullanmadığımız için “pasifist-oportünist” olarak suçlayıp Türkiye İşçi Partisi’nin binalarını basıyordu. Şimdi, Akp’li veya destekçisidirler. Biraz önce işaret ettiğim meseleyle bağlayacak olursak, bu Ergenekon operasyonunun önemi ortadadır. Bir kez, bir bitişe işaret ediyor, Tüsiad, Türk zenginleri, plütokrasi, artık bitmiştir, demek istiyorum. Hurşit Paşa Birinci Ordu Komutanı olduğu zaman hep yanına gitmek için yarışanlar, “buyur paşam, emret paşam” diyenler, ağızlarını bile açmadılar. Tüsiad’ın Aydın Doğan’ın kerimesi olan başkanı, “sonuna kadar gidin” dedi ve sonra yok oldular. Neden mi “ılımlı İslam” ya da “İslam”, plütokrasinin de düsturudur, çünkü İslam, fabrika huzurudur, grevsizliktir, esir ücretidir. Akp ise, özelleştirme adı altında, kamunun zenginliklerini büyük zenginlere dağıtmak demektir. (148)
-Profesör Gülten Kazgan; Batı iktisadının Türkiye’deki en yetkili temsilcilerinin başında gelmektedir. Ortak Pazar’la ilgili ikinci kitabını çıkardı; bu kitap, 1970 Ekimi’nde yayımlanan birinci kitabın ikinci basımı durumundadır. Böyle sunuluyor, ama, aslında iki kitap birbirinden bütünüyle ayrıdırlar. İkincisinde, birincisinde olmayan bir önsöz var ve önsözde, Gülten Kazgan, “birinci baskı politikti, şimdi ise teknik yazdım” diyor; iki kitabın birbirinden ayrı olduğunun kabulü olarak anlıyorum. Politik olanı, baştan sona kadar Ortak Pazar’a karşı idi. Ortak Pazar anlaşmasının 1961 Anayasası’na aykırı olduğu yazılıdır. Teknik olanı, Katma Protokolü veri olarak almış durumdadır, ödün buradan başlıyor. Doğru, yeni kitapta geliştirilen ekonomik çözümlemelerden Gülten Kazgan’ın Ortak Pazar’a yine karşı olduğunu görebiliyoruz. Ama bunu sadece “teknik” olanlar görebiliyorlar. “Teknik” olanlar yüksek sınıflardır (*Kitapların ucuz ve pahalı baskıları olabiliyor; faşist ülkelerde ucuz baskılar yasak ve pahalı olanlar serbesttir. Çünkü, ucuz olanı işçiler okuyabiliyorlar; doğruları öğrenmeleri tehlikelidir. Ekledim) karşı olmalarında bir sakınca görmüyoruz. (154)
-Tekstil, Türkiye’yi bozan ve ahlaksızlaştıran bir sektördür. (**Bu iki cümlecikten oluşan paragrafı yeniden yazdım. Burada daha sonra “TİT” adını verdiğim, “Tekstil- İnşaat- Turizm” büyük sektörünün ilk formülasyonu var. Türkiye’yi hem politik ve hem de ahlaken bozan bu üç sektördür; diktatörlüğe ve fahişeliğe davet anlamındadır. Hemen, 12 Mart Darbesi ile ana rahmine düştüğünü görüyoruz) Yavaş yavaş “esir ücret” temel ücret olmaktadır. (158)
-Marksist literatürde, reklam, parazit bir iştir ve demek ki bir tür lüks fahişelik olarak gelişen mankenliğin başlangıcı da, 12 Mart Darbesi’ne dayanmaktadır. Burada bir paradoks var, ilk reklamcılar, “solcu” oldukları için, 12 Mart Darbesi ile, TRT’de atılanlardan çıktılar. Bu o kadar öyle ki, 12 Eylül Darbesi’nin ilk günlerinde düzenlenen ve çok ilgi çeken Yazko Aydın Sempozyumu’nda, “insanlar doğarlar, gelişirler, aydın olurlar, daha ileri aşaması solculuktur” demiştim ve “bundan sonra bir üst aşama daha var, reklamcılıktır” yollu ekledim. Çok tekrarlandığını hatırlıyorum; solcuların, parazit olmaya mahkûm edilmeleri acıdır. Çoğu parazit oldular. (159)
-Futbol, Türkiye’ye İstanbul’dan girdi. İstanbul, Batı kapitalizmiyle en çok bütünleşmiş il idi; İzmir de var, ancak ilk önce ve en çok bozulanıdır. (*Fikret’in şiirinde “kahpe şehir” olup, bu tabir daha önce Babil için kullanılıyordu. İstanbul Yahudilerinden geçmiş olması ihtimal dahilindedir. Şerh’dir.) Meşrutiyet’in çalkantıları daha çok “gayrimüslimler”den oluşan futbol takımlarının doğuşuna yol açmıştı. Yahudilerin Makabe takımı bunlardan birisiydi. Ama İstanbullular, iyi futbolun ilk örneklerini İngiliz işgalci askerlerde gördüler ve uzun yıllar futbolu inhisarına aldılar. Anadolu’da herkes ya Fener ya Beşiktaş ya da Galatasaray için heyecanlanıyordu bu bu kahpe şehre bağlanıyorlardı, tespit ediyoruz. (160)
-İktisatçının temel sorusu “kaça” değildir ve “kaça” papağanlara uygundur. Temel soru, “kimin” sorusudur. (*Türk halkı için turistik tesislerin çoğunun “yok” olduğunu söyleyebiliyoruz. Beşiktaş’ta Şeref Stadyumu, eskimişti, herkese açıktı ve ben lisedeyken hep gidiyorduk, alınıp otel yapılmışsa, artık Türk halkından alınmış demektir. Sadece tesisler değil, denizler de alınmaktadır. İktisada, Rusça hala “narodnoe hosyaistvo” deniyor, “milli ev idaresi” olarak çevirebiliriz, o halde turistik tesisler, kopardıkları denizlerle birlikte artık “milli iktisat” içinde yer almıyorlar. Ekliyorum) (185)
-***Cumhurbaşkanı, Deniz Kuvvetleri komutanlarından Fahri Korutürk idi, eşinin Sabetayizmin Karakaşi kolundan geldiği, netlikle bilinmektedir. Fahri Paşa’nın da Sabetayist olduğu konusunda bir şüphemiz bulunmamaktadır. (224)
-*Kendimi bir kenarda tutuyorum, İsmet Paşa sonrasında, Sol’da politika bilen ve uygulayan yalnızca Mehmet Ali Aybar olmuştur. (225)
-Ekliyorum. Kıbrıs Adası, Doğu Akdeniz’i tutmakta ve İsrael’i korumaktadır. Türk çıkartması sırasında, Siyonist Kissinger sadece dışişleri bakanı değildi, Elen asıllı başkan yardımcısı Spiros Agnew, yolsuzluk iddiaları ile istifaya mecbur edilmiş ve ılımlı anti-semit Başkan Nixon, şimdi bir Yahudi’nin sızdırdığını bildiğimiz, Watergate Skandalı ile paralize edilmişti, hapisten kurtulabilmek için istifa hesapları yapıyordu. Siyonist Kissinger, Washington’un tek egemenidir. Çıkartma bu şartların ürünü olmuştur, bize yaramıştır, ama Siyonist parmak oradadır. İsrael’in Arapları hezimete uğrattığı 1973 Savaşı’nın hemen sonrasındadır. Çıkartmada bir bağ arayabiliriz, devamlılık kuruyoruz. Hem İkinci Selim zamanındaki ilk fethinde ve hem de 1974 yılında ikinci zaptında, İsraeloğullarının rolünü hiç unutamayız. İlaveten, hem Kıbrıs politikasında ve hem de Kürt işinde bu rolü unutmamaya devam etmek zorundayız.(229)
-Açıklığın tersi de aynı ölçüde öğreticidir; sermaye partileri, Ap, Msp, hep demokrasiden, devlet legalitesinden söz ediyorlar. Ama yaptıkları toplantıların güvenlik “nizamını” resmi güvenlik güçlerine değil komandolara bırakıyorlar. Devlet legalitesinin zorlanmasıyla yetinmeyerek komandolara dayandıklarını her fırsatta göstermek ihtiyacını da duyuyorlar. Bundan çıkan şudur, parti toplantılarının “güvenlik” işlerini komandolara, illegal birliklere bırakmak, demokrasi ve hukuk devleti ile bağdaşmamaktadır ve burada parlamento aritmetiğine dayanmadıkları açıktır. Bu yarına bir işaret değerindedir. (231)
-Demirel, sermaye içindeki rakiplerini, artık birtakım siyasal manevralarla ortadan kaldırmayı denemiyor ve bunun yerine, rakiplerinin elindeki silahları alarak, onları “tesirsiz” hale getirmeye çalışıyor. Türkeş’ten komandolarla faşizm örgütçülüğünü, Erbakan’dan imam hatip okullarını, Bozbeyli’den sermayenin lafazanlığı ile milletvekillerini almaktadır. Demirel faşizm ve irtica mektebinde bir talebedir. (248)
-Cumhuriyetçilikle, cumhuriyeti korumakla yürütme organının keyfi vergi koyma alışkanlıklarına son vermek arasında çok yakın bir bağ var. (253)
-Bir noktada çok net olmak istiyorum, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl sermayeleri arasındaki ayrım burada da geçerlidir. Yirminci yüzyıl sermayesi, baskısını ve egemenliğini sürdürebilmek için dine muhtaçtır ve “ilerici” kapitalizmin dinsel ideolojiye muhtaç olmadığı masalı çok gerilerde kalmıştır. Bugün kapitalizmin en ileri aşamaya ulaştığı Amerika Birleşik Devletleri'nde kilise, düzenin en temel direklerinden birisi durumundadır ve artık sermaye, ilerici düşünce ve eylemlere karşı baskısını sürdürebilmek için dini kullanmak zorundadır. (*Üçüncü iç savaşı daha çok yeni bir düzen yerleştirme olarak görüyordum, çok kısa süreli ‘sanayi kapitalizmi’ yerine, sonradan adına “tekeliyet” dediğim düzeni koyma savaşıdır. Tabi, tekeliyeti yerleştirme, solcuları ve sosyalistleri, emekçileri ve işçi sınıfı örgütlerini ortadan kaldırma savaşı olarak gelişti. Tekeliyet mevzi kazandıkça dini, sistemin mekanizmalarından birisi olarak kullanma eğilimi güçlenmektedir; tekeliyet, insanı bozma düzenidir ve sürülere dayanmaktadır. Bu incelemede bu analiz yoktur ve gerçekten de dinin bir sürüleştirme mekanizması olarak ciddiyetle ve güçle kullanılması, 12 Eylül cuntası ile başlamaktadır.) Ama Türkiye’nin somut koşullarında ilerici düşünce ve eylemlere karşı baskısını sürdürebilme de sermaye sınıfı, din karşısında çaresiz değildir ve başka aletleri de var. (**Fethullah Gülen kariyerine 1960 yıllarının başlarında Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde başladı, bunu hep yazıyoruz) Polisin yardımıyla bir caminin avlusuna bir bomba atmak, yüznumarasına orak çekiç çizip bir yandan belediye hoparlörü ile diğer yandan paralı askerlerle köylere “komünist kıyamı” yalanlarını ulaştırmak yeterlidir, sol ve sosyalistler olduğu sürece bunu yapabiliyorlar. Bunlarla Selametin tabanını harekete geçirebiliyorlar ve tavanına ihtiyaçları olmadığını not etmiş oluyorum. (269-270)
-Çünkü bugün Türkiye’de sorumlu müdür olduğu eczanenin adresini bilmeyen çok eczacı var ve çokturlar. Çünkü Türkiye kapitalizminin gelişimiyle birlikte eczaneler, bilgili, cicili-bicili bakkal dükkânlarına döndüler. Paketlenmiş, standart sağlık malları satan dükkânlar oldular. Satış işini, çok büyük bir genellikle, ortaokul mezunu kalfalar yapıyor, genel olarak da eczacı hanımlar evde oturup diplomalarının kirasını topluyorlar ve yoksa ilaç dükkânının bir köşesinde yünlerini örüyorlar. (293)
-Selamet sözcüleri, baraj ve elektrik santrallarının yapımına karşı çıkmıyorlar. Hâlbuki makine sanayiine dayalı bir kalkınma için, kapasite fazlası yaratacak ölçüde santral merakına, yatırım fonlarının kullanımına rakip olacağı için, karşı çıkmaları gerekiyordu, çıkmıyorlar. (298)
-Türkiye’de iş adamları artık ödül veriyorlar ve başladılar; bu toplumun ünlü yazarları, bilim adamları, sanatçıları bu toplumun değerleri, iş adamlarından ödül alıyorlar, sıradalar. Sanatçı dernekleri ile firmalar, gazetelere ilan vererek, çeşitli dallarda kupaları yüksek değerli yarışlar düzenliyorlar; demek ki, iş adamlarının satın aldıkları ya da kurdukları bankalar, bu toplumun kültürüne egemen olmak için harekete geçmiş durumdalar. Bankalar, oyun yarışmaları dahi açıyorlar; sayısız “sosyalist”, sanayi sermayesinin egemenliğine girmiş bankaların yarışmalarında derece almak için kuyruktalar. Yeni bir düzen ve yeni bir ahlak oluşmaktadır; şimdi kuyruğa girenlerin metamorfozunu temaşa ediyoruz. Asıl oyun işte budur. (312-313)
-İran Devrimi’ne Türkiye’de zamanın başbakanı Ecevit, çok büyük ölçüde Batı’dan kredi alma imkânını artırıcı bir gelişme olarak bakmıştır. Bu yüzden, İran Devrimi’nin ilk ayında “bakalım ne olacak?” politikasının açıkça ve ciddiyet içinde izlendiğini gözleyebildik. Daha sonra, İran İslam Cumhuriyeti’ne, İran’daki İranlı Türk-Kürt zinciri içinde bakmaya başladık. Milliyet’ten Örsan Öymen’in, İran Devrimi’nden aylar sonra İran’a gidip, İrani- Türk- Kürt unsurlar arasındaki kanlı çatışmaları tefrika etmesi bundan sonradır; Örsan, “hayatını zorlukla kurtararak” Türkiye’ye sığınabilmişti; sevindiğimi saklamıyorum. (329)
-ATÜT, Türkiye’nin sui generis, nev-i şahsına münhasır veya aynı anlama gelmek üzere kendine özgü bir toplum düzeni olduğunu göstermek için öne sürülüyor. Kendine özgü toplumsal yapı iddiaları her yerde, Marksizm’in ve daha sonra Marksizm-Leninizm’in dışına çıkmanın gerekçesi olarak kullanılır. On dokuzuncu yüzyılda Rusya’da narodnikler sui generis bir Rusya toplum düzeni iddialarından kendine özgü bir yolla nev-i şahsına münhasır bir sosyalizm kurmak istediler. ATÜT, Türkiye’de narodnizmin bir çeşitlemesi oluyor. (347)
-Enternasyonalist dayanışma bir sosyalist devletin diğer bir devrimci harekete gerektiğinde silahlı biçimde yardımının gerek koşuludur; ancak, kesinlikle yeter koşulu değildir. Yeter koşul şudur: Bir sosyalist ülkenin bir başka ülkeye silahlı yardımda bulunabilmesi için söz konusu ülkede sosyalizmi kuracak veya en azından sosyalizme yönelen güçlü ve kapsamlı bir siyasal örgütlenme ve bu örgütlenme karşısında iç ve dış gericiliğin silahlı hareketi gereklidir. (365)
-Türkiye’de daha yoğun İslamcı dinsellik nasıl artabilir? Kısaca üç yoluna işaret etmek gerekir. Birincisi, başında Erbakan’ın bulunduğu dinsel ve siyasal akımın güçlenmesi. İkincisi, bu güçlenmenin Mhp, Chp ve Ap gibi sermayenin diğer partilerini daha çok etkisi altına alması. Burada ‘daha çok’ diyorum, çünkü halen almış durumda. İlk zamanların kımız içen dinsiz Türk boylarını model alarak yola çıkan emekli albay Türkeş’in hacı olması veya ‘laik’ Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Bülent Ecevit’in “Allah” demeden konuşmasına başlamaması alınmış olan mesafeyi gösteriyor. Üçüncü bir yol da, dinselliği çok daha açık bir devlet politikası haline getiren Albay Kaddafi türünden bir hükümet başkanının bulunması oluyor. Bu üçüncü yolu şöyle formüle etmek de mümkün: 12 Mart Süleyman Demirel’i başbakanlıktan indirdi. Ancak, esas olarak, Süleyman Demirel’in politikasını uyguladı. Demirel’in bütün rakiplerini politika sahnesinden sildi. Türkiye İşçi Partisi’ni kapattı, İnönü’yü tarihin derinliklerine gönderdi, Necmettin Erbakan’ın partisini kapattı, kendisini İsviçre’ye ikamete raptetti. Şimdi çok daha kapsamlı bir yeni askeri müdahalenin bunun tersini yapması mümkün. Tersi şu: Erbakan’ı Türkiye’nin siyaset sahnesinden silip Erbakan’ın temsil ettiği İslamcı dinsel politikayı daha yoğun biçimde uygulamak. Mümkün mü? Açıktır, bu üçüncü yol, Silahlı Kuvvetler’in Türkiye’nin yönetimini ele almasına bağlı görünüyor. Bu yüzden bu üçüncü yolun mümkün olup olmayacağı, Silahlı Kuvvetler’in yönetime gelip gelmeyeceği tartışmasıyla ilgili görülüyor. (368)
-Kurtuluş Savaşı’nda, Türk liderliğinin Kürt şefleriyle bir ittifak kurabilmiş olması büyük başarıdır; ancak bir de madalyonun diğer yüzü var. Mustafa Kemal ve arkadaşları, Kürt şeyhleri ve aşiret reisleriyle bir ittifak gerçekleştirerek, savaşın başındaki ilerici Türk birliklerini ve brigadlarını tasfiye edebildiler. (**Sevr gerçekleşseydi, Kürt şefleri, uzun bir zamandır, Ermenilerden aldıkları konakları, arazileri, mülkleri ve diğer zenginlikleri kaybedebileceklerdi; eksik kalmaması için ekliyorum) Daha kısa bir söyleyişle, Kurtuluş Savaşı’nın başında sayılabilecek bir zamanda, Kürt gericiliği ile Türk ilericileri takas edilebilmiştir. (386)
-Şu anda Kemalistler hiçbir yerde güç değildir. Renk, Kemalist değil ve Hamidist’tir. Şunları sayabiliriz; a) Hamit, modernisttir, b) Yüzü, Kafkasya ve Asya’ya dönüktü, c) aşiret mektepleri ve Hamidiye Alayları’nın kurucusudur, d) bekayı devlet, tutkusuydu, e) fakat bütün hürriyetlerden korkuyordu. Düşünülmesi için önerdiğim Hamit tipolojisi işte budur. (403)
-Ben dünyanın hiçbir yerinde, sömürgeler de dahil, adı İngilizce olan ve adından başka her tarafı yerel dille çıkan, bir günlük gazete görmedim. “Millletsizleşme” olarak çevireceğim “denationalisation” bu kavramı da ben öneriyorum (*Daha sonra, başka yerlerde de keşfedildiğini öğrendim) herhalde budur. Kimse “peki neden Star?” demiyor ve yanında makarna verilirse koşarak alıyor; gerçekten zor durumdayız. (412)
-Ne büyük bir paradoks, Yusuf “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesini Rusya’da yazdı ve Mısır’da Ali Kemal’in çıkardığı ‘Türk’ Mecmuasına yayınlamak üzere gönderdi; Osmanlı dışında yazılıyor ve Osmanlı dışında yayınlanıyordu, maksat Osmanlı İmparatorluğunu kurtarmaktır. Ali Kemal, hem Akçura’nın makalesini yayınladı ve hem de buna karşı ‘Cevabımız’ cevabını yazdı. (429)
-Ali Kemal’in “Ömrüm” adında anıları var, kısadır ve bunu yayına hazırlayan Zeki Kuneralp’in, “Ömrüm Sonrası” başlığıyla eklemelerine de sahibiz. Burada verdiği bilgilerden birisi de şudur: Ali Kemal “Viyana’da sürgünde iken sabık Tophane Müşiri Zeki Paşa ile tanışmıştı. Paşa’nın yanında karısı ve en küçük kızı Sabiha da vardı. Büyükada’da tekrar buluştular, Ali Kemal Viyana’da tanıştığı Paşa’nın kızına talip oldu. Aralarında yaş farkı büyük idi, tereddüt edildi. Fakat sonra tereddütler kalktı, 1 Ocak’ta nikah kıyıldı. (* Ali Kemal, Ömrüm, İSİS yay 1985 içinde; Zeki Kuneralp, Ömrüm Sonrası, Sf:180) Güzel ancak bu da, Sabiha’nın sefarette mahalli kâtip ve Zeki’nin dışişleri müsteşarı seçilmesi kadar dikkat çekicidir. Çünkü Sabiha çok genç ve güzeldi; Ali Kemal daha önce evlenmiş ve İngiltere’de iki çocuğu bulunuyordu. Mustafa Zeki Paşa’nın kızları ise koca bulmakta güçlük çekmiyordu, Sabiha’nın ablalarından birisi Prusyalı bir general ve diğeri İsviçreli bir hastane başhekimi ile evliydi. Demek ki şimdiye kadar Türk-Müslüman evlilikleri seçmemişler; bir ipucu olarak kaydedebiliriz. Acaba Mustafa Zeki Paşa, sabetayist midir; çünkü sabetayizmde usul budur. (434-435)
-Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal, Coşkun Kırca, Altan Öymen, İlhami Soysal; 61 Anayasası’na son şeklini bu beşli vermişti. Kurucu Mecliste idiler; gençtiler, çok bilgiliydiler ve tabii solcuydular, Kurucu Mecliste her söz aşışta bir fırtına yarattılar. 61 Anayasasına damgasını vuranlar arasında Coşkun Kırca da var. (467-468)
-Geçerken bir tekrara izin verilmesini umuyorum; akepe bütünüyle dışarıda planlanmış ve uygulamaya konmuş bir harekettir. Bunu artık tartışmıyoruz; ülkemizde bir alfabedir. O halde, şöyle söyleyebiliriz; bu planlamada sadece akepe değil, Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli de yer almaktadır. (*Bir erken seçimi ansızın ilan eden Bahçeli oldu ve devaülasyondan hemen sonra intihardı, akepe iktidarı için bunu yaptığını anlıyoruz. İki, Evevit’in irticaya yatkın olduğu gerekçesiyle Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı yapılmaması projesini çökerten Bahçeli’dir. Üç Gül’ü Çankaya’ya çıkaran ve Tayyip Erdoğan, ağzından çıkan türban anayasası üzerinde bocalarken Anayasa değişikliğini zorlayan ve türbana üniversite kapılarını açan yine Devlet olmuştur, Devlet Bahçeli demek istiyorum. Türkiye’nin İslamlaştırılmasını, Osmanlılaştırılmasını, türbanlaştırılmasını en çok isteyen İsrael’dir ve arkasında Amerika Birleşik Devletleri var. Demek ki ‘Osmanlılaştırma’ kökü dışarıda bir projedir, uyduları olduğunu görüyoruz.) Söylemeye devam edebiliriz, üçünün de feneri bir ve aynıdır, bir açıklığa yaklaşıyoruz. (490)
-Bu ülkede İbrani asıllı olmak, tenzil-i rütbe için asla bir neden olmamaktadır ve yükselme yoludur. Bu önerme en çok akepe döneminde doğrudur. (500)
-İstanbul’da bir yerde İhsan Kalkavan varsa, Fetullah Gülen var demektir. Kalkavan, Gülen’in İstanbul piyasasındaki uzantısıdır. (547)
-Artık insanımız 1920 yıllarında kurulan Cumhuriyet’in yurttaşları değiller. Yeni bir insanımız var. Bunları hırsızlık, fahişelik, ülke topraklarını satmak, benzerleri hiç etkilemiyor. Bozulmuş insan, bozukluklardan rahatsız olmaz bunu bilmek zorundayız. Sürü pislikten rahatsız olmaz. Domuz burnunu neden pisliğe sokuyor? Mis gibi mi diyor? Hayır. Artık sadece pislikten haz alıyor. Biz de artık hırsızlıktan, rüşvetten, yalandan hiç rahatsız olmayan cemaatler yarattık. Mesele budur. (576)
Mızrak Yayınları, 2010 basım
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder