16 Haziran 2025

HATIRALAR I - SEZAİ KARAKOÇ

-1933 yılı baharında Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde dünyaya geldim. Annemin deyişiyle "gülân ayında bir gün"de. Gülân Mayısın eski adı. Mayıs, bizim çocukluğumuzda halk diline yeni yeni giriyordu; eskiler gülân derlerdi, yani "güller". Gülün açıldığı ay anlamında. (23)

-İlk yazım da, müsteraım M.L idi. Mehmet Levendoğlu'nun kısaltılmışı. Mehmet ismim, Levendoğlu da ailemizin asıl lakabı idi. Sonrları bir müddet Mehmet Levendoğlu imzasıyla da yazdım. (43)

-Ailemizin lakabı Leventoğulları (halk telaffuzuyla Velentoğulları)dır. Bugün bu lakabımız devam etmemektedir. Osmanlılar devrinde kütükte aile lakabımız böyle gçemektedir. Eski Ergani'de de böyle biliniyormuş. Fakat bunun da nereden geldiğini bilmiyorum. (59) Amcamın, ailemize, soyadı kanunu çıktığı zaman soyadı olarak Leventoğlu'nu seçtiğini, fakat nüfus memurunun itiraz edip kabul etmediğini (Arapça bulmş memur anlatıldığına göre) bunun üzerine verilen listeden Karakoç kelimesini seçtiğini biliyoruz. (60)

-Babam ailenin en küçük erkek çocuğu. Aile kalabalık; üç erkek, üç kız çocuğu. Babamın adı Yasin, ilkokulu bitirmiş, az miktarda da medresede okumuş. Küçük yaşta iş hayatına atılmış, kendi başına bir takım ticaret işleri, kahve işletmek vb işler yapmış. Başka bir sanat öğrenme imkanı da pek yokmuş o zamanlar zaten. O zamana kadar, sanatlar hep gayrimüslimlerin elindeymiş. İlk kez babamın çocukluğu zamanında, tek tük ailenin, zaruret yüzünden, çocuklarını sanatkar gayrimüslimlerin yanına verilmeleri görülmeğe başlamış. Halk bunu da hoş görmemiş. Ailemiz geleneği, ruhu ve karakteriyle askerliğe ayarlı denebilir. Ağabeyleri asker olan babam da önce biraz ticaretle meşgul olduktan sonra asker olmuş, daha sonra da yine ticarete atılmış. (83)

-Babam, beş vakti namazını kılar, orucunu tutar, her ramazan bir hatim indirir dindar bir kişi idi. Tarikatlara büyük saygısı vardı. Ancak bir tarikata mensup görünmezdi, yani devam ettiği bir şeyh, bir topluluk yoktu. Ancak, kendi iç aleminde bağlı olduğu bir yer varsa, onu bilmiyorum. Sabah namazından sonra duaları vardı. Hiçbir şeyhlik, hocalık iddiası yoktu. Nafile oruç ya da namazları, tesbihleri, virdleri de yoktu. (98)

-Babam 1963 yılında, annemin ölümünden 6 yıl sonra 74 yaşındayken, Ergani'de vefat etti. (106)

-Bir günde başka bir kasabadan misafirimiz geldi. Onlar kendi tarlalarından gelen buğdayla ekmek yaptıkları için karneleri yoktu. Yeterince fazla karne bulamadık. Zaten bulsak da misafir için o kadar az ekmekle idare edilemezdi. Babam, bir fırıncı tanıdığına: "Durumu biliyorsun, misafirler gidinceye kadar vaziyeti idare et" dedi. O da "Yapamam" deyince babam kızdı: "Siz unu eve çuvalla gönderiyorsunuz da bizi misafirlerimize mahcup mu edeceksiniz. Sizi kılıçla iki parça ederim" dedi. Babamın ender rastlanan büyük öfkelerinden birini daha görüyordum. Kendini kaybetmiş gibiydi. Eskiden bir hayli hukukları, hatta dostluk ve bir tür akrabalıkları olan iki arkadaş, savaşa bile girmemiş Türkiye'de; hemde ekin bölgesi bir yerde, birkaç ekmek için, neredeyse birbirine girecekti. Tabi, esas mesele ekmek değil, misafirine mahcup olmamaktı. Neyse fırın sahibi anlayış gösterdi ve misafirlerimiz gidinceye kadar fazladan ekmek aldık ondan. (136-137)

-Daha önce bahsettiğim, din aleyhinde konuşmuş olan hoca bir gün, dersimiz boş geçerken sınıfımıza elinde bir kitapla girdi. Arapça bilen Mardinli bir arkadaşımızı tahtaya kaldırarak o kitabı uzattı. "Oku" dedi. Arkadaş okumaya başladı. Kitap, mevlüttü. Arkadaş, zevkle ve ahenkle okuyordu. Fakat, ben daha ilk beyitlerde bu mevlüdün özellğini anladım. Arkadaşımız da bir müddet okuduktan sonra farkına vardı. Durdu. Öğretmen "Okusana" diye ısrar etti. Fakat arkadaş "okumam" dedi, "bu başka mevlüt" Öğretmen kızıp söylenerek kitabı alıp gitti. Sonradan duyduğuma göre, mevlüt Amine Hatun yerine Zübeyde Hatun vb değişikliklerle yeniden yazılmış. Bunu da Behçet Kemal Çağlar'ın yaptığını söylemişlerdir. Sanırım, bir deneme yaptılar. Fakat, hoşnutsuzluğu görünce vazgeçtiler. (180-181)

-Gaziantep'in bir sınıf insanı, hafta içinde gece gündüz çalışır, çok para kazanır, pazar günü de bir haftada kazandığını yer diye anlatılan cinstendi. Gaziantep'te çok içki içiliyordu. O zaman denildiğinde göre Türkiye'de içilen rakının yarısı sadece Gaziantep'te tüketiliyordu. Allaben'e gidip Cartlak Kebabı yiyerek içmek, daha çok, bir nevi sanayi işi yapan insanların, tatil eğlencesi sayılıyordu. Okuldan şehre her gittiğimizde önünden geçtiğimiz İnhisar'a ait rakı fabrikası, anasonla karşılık berbat kokusuyla nahoş bir izlenim bırakmıştı üstümüzde. Aynı durumu Diyarbakır'da da görmüştüm. Rakı fabrikası şehrin belli başlı bir ana caddesinin üzerinde olup aynı şekilde kokusuyla gelip geçenleri rahatsız ederdi. (210)

-Zaten o günler, Demokrat Parti'nin bir muvazaa partisi olduğu söyleniyordu. Başında Celal Bayar'ın bulunması sebebiyle buna inanılıyordu da. Aslında gerçekten Demokrat Parti danışıklı döğüş şeklinde kurulmuştu. Ancak halk, onu zamanla, hatta asıl iktidara geçtikten sonra, kendi partisi yapmış, onun Halk Partisi'yle olan gizli ilişkilerini koparmıştı. Celal Bayar ve hele Menderes halkın kendilerini sürükleyip götürdüğü bu pozisyonu benimsemişlerdi. İşte, İnönü'nün belki de asıl affetmediği de buydu. Bu psikolojiyledir ki, muhalefeti ihtilale kadar götürmüş ve Menderes'i astırtmıştır. (219)

-Bu ara Büyük Doğu Cemiyeti üyelik kartım geldi. Büyük Doğu aylarca üyelik için çağrı yapmıştı. Bende müracaat etmiştim. BD Cemiyeti, parti demekti. O zamanlar siyasi parti kanunu yoktu. Partiler, cemiyetler kanununa göre kuruluyorlar ve kapatılıyorlardı. Bir cemiyet (dernek) siyasi ise parti demekti. O vakit böyle bir derneğe girmek, her şeyi göze almak anlamındaydı. Sonradan öğreniyorum ki yaşım itibariyle siyasi cemiyete üye olmam mümkün değilmiş. (238)

-Bir gün sırf kendimi denemek için, Mehmet Leventoğlu imzasıyla Büyük Doğu'ya bir şiir gönderdim. Bir süre sonra "Dergiye gelen üç yüz şiirin arasından seçilerek yayınlanmıştır" diye bir notla yayınlandı. İlk yayınlanmış şiirim budur. Sonraları, kitaplarıma alacak güçte bulmadım onu. (264)

-Lisede üç yıl, şair arkadaşım Seyfettin Başçıllar'la ben aynı sırada oturduk. Bir gün dahi ciddi bir kırgınlığımız ya da çatışmamız, kavgamız olmadı. Ancak bazen bir şeye kızarsam, Seyfettin yumuşatmak için; "dehanın alametleri" diyerek latifede bulunurdu, gülüşürdük. Birbirimize güvenimiz vardı. Bu şakanın içinde arkadaşça bir güvende gizliydi. Seyfettin, bu hatırayı Cemal'in (Cemal Süreya) dergisinde bir zamanlar yazdı. "Dehanın alametleri" sözü Cemal'in hoşuna gitmemiş olacak ki, değiştirmiş. Yoksa Seyfettin'in değiştireceğini hiç sanmam. (270)

-İmtihanlar bitince Büyük Doğu idarehanesine gittim. Vilayetin karşısında İzettin Hanı'ndaydı. Eski bir binaydı han. İstanbul'u bilmediğim için bir hayli aramıştım. Kapıyı vurup içeri girdim ve "Selam size" dedim. Çünkü Büyük Doğu'da öyle deniyordu. İki kişi karşılaşınca, biri "Selam size" diyecek, öbürü de "size selam" diyerek ona karşılık verecekti. İçeride beş altı genç başları eğik çalışıyordu. Benim selamıma cevap veren olmadı. Teori ile pratik arasındaki farkı ilk kez ora da anladım. Üstad yoktu, Ankara'daymış. Ben de oturdum, çalışmalara yardım ettim. (283)

-C.Süreya bir yazısında bana SBF birinci sınıfında asistanlık teklif edildiğini, benim reddettiğimi yazmış. Bir öğrenciye, daha fakülte birinci sınıfta iken asistanlık tefkli edilemez tabii. Kastettiği, Sadun Aren'in imtihan kâğıdından ötürü gösterdiği ilgi idi. S.Aren zeki, sözlerini ölçüp tartıp söyleyen bir hocaydı. Ancak, belli sınırların dışına çıkamazdı. 40'lı yıllarda adeta mistik bir bağla bağlanılan marksist doktrinin kapanı içinde dört dönen bir kuşağın üyesiydi. Sanırım Behice Boranların, Niyazi Berkeslerin etkisiyle Marksist olmuştu. Fakültede Marksizmin açık propagandasını yapmazdı. Ancak zeki ve çalışkan öğrencilerle samimi bir diyalog kurar, genel konuşmasıyla yavaş yavaş etkileme stratejisini uygulardı. Bugüne kadar hep aynı yolu izlemiştir. Üslubu olan Marksist bir iktisatçıdır. (292)

-Şair ve yazar olarak Cemalettin Süreyya Seber (Cemal Süreya) ve piyesleri tiyatrolarda oynanan Ülker Köksal (o zamanlar Akçakoca) da sınıf arkadaşımızdı. Sınıfımızdan bakan olarak (iki defa Turizm Bakanlığı yapan) İlhan Evliyaoğlu çıktı. Yine sınıf arkadaşlarımız olan Attilla Karaosmanoğlu da Nihat Erim hükümetinde 70'li yıllarda başbakan yardımcılığı yaptı. Mülkiye dergisini çıkartan Nejat Tunçsiper (halen Balıkesir milletvekili) de sınıf arkadaşımızdı. Kapitali tercüme eden Prof. Mehmet Selik de. (301)

-DP çok söylendiği gibi milletin beklediği parti değildi ve hiçbir zaman da olmadı. Ancak millet şuuraltından, onun hakiki bir parti olmasını bekledi durdu. Elinden geldiğince destekledi onu. Ve sonunda DP'yi bir muvazaa partisi olmaktan çıkardı. Celal Bayar'la İnönü arasındaki rekabet ve kin de etkin oldu bu iki partinin sert bir şekilde çatışıp durmalarında, Menderes'in kişiliği, halkın Menderes'i giderek belli bir yöne götürmesi, ona bir misyon kisvesi giydirmesi, onun da bunu belli belirsiz bir hisle sezerek benimsemesi, 1950 sonrası siyasi hayatımızın karakterini çizdi. Halk Partisi muhalefet tahtına oturdu. N.Fazıl, Halk Partisi'nin muhalefet olmaya hakkı olmadığını, DP'nin milletin istediği parti olması için Celal Bayar çizgisinden çıkması gerektiğini çok yazdı, Menderes'e bir atılım yapmayı telkin etmeye var gücüyle çalıştı. Fakat ciddi bir şekilde etkilemek mümkün olmadı DP'yi ve Menderes'i. Ancak seçim zamanları bir parça dönüş olurdu maneviyat cephesine. Daha sonra yeniden uzaklaşırdı. (306)

-Üstad, İslam'ı temel alan çağdaş bir devlet kurmak için inkılap yapmak amacındaydı ve bunun için Büyük Doğu Cemiyeti'ni kurmuştu. Cevat Rıfat, Büyük Doğu'da yazdığı ve cemiyetin de reis vekili olduğu halde, böyle bir inanç ve kanaat taşıyacak biri değildi. O CHP muhalifiydi, Siyonizm ve Masonlukla mücadele ediyordu. Bundan ötesiyle ilgili değildi. Birinci Dünya Savaşı anılarını yazıyordu. Abdurrahim Zapsu İslami bilgileri olan bir zattı. Ehl-i Sünnet dergisini çıkarmıştı. Büyük Doğu Cemiyeti'ne de herhalde bir İslam partisi olduğu için girmişti. Dindar bir kişi, bir Halk Partisi muhalifi idi. Ama onunda devrimci bir mizacı yoktu. Necip Fazıl Kısakürek'i bütünüyle benimsemeleri mümkün değildi bu zatların. Bu yüzdendir ki, Büyük Doğu Cemiyeti hareketi daha baştan yürümeyecek bir halde imiş, içten sağlamlık gerekti ama bu yapı yokmuş. Tabii bunları bugün görebiliyorum. (307-308)

-Üstad kumarhaneye, savunmasında dediği sebeplerle mi gitmişti, yoksa eski zaafına mağlup olarak mı orada bulunmuştu bu bir tarafa, gerçekte olay, basının, karanlık güçlerin ve maalesef kısa vadeli düşünen hükümetin bir komplosuydu sanırım. Halk Partililer, bir kez daha Menderes'i kandırmışlar ve "Bu parti ileride büyür, sizi de siler süpürür" demişlerdi herhalde. Bunun üzerine, o baskın yapılmış ve tüm hasımlar, emellerine nail olmuşlardı. Oysa Menderes, Büyük Doğu Cemiyeti'nin ve daha sonra kapatılan parti ve derneklerin yaşamasına göz yumsaydı, bunlar DP'den ziyade CHP'nin nefes almasına imkan vermeyeceklerdi. CHP dirilmeyecek, belki de 1960 İhtilali olmayacaktı. Ama Menderes aldatılmış ve bu baskın yapılmıştı. Dediğim gibi bu baskın, en çok yeni yeni parlamaya başlayan Nurculuğun işine yaramıştı. (325)

-Her şeyin bir ömrü var bu dünyada. Aruz, Mehmed Akif ve Yahya Kemal'le ömrünü tamamladı. Diriltme çabaları netice vermedi. Hece şiiri de hak şiirini bir tarafa bırakırsak, Necip Fazıl'la sona ermiş sayılır. Bizim neslimizin şiiri, serbest şiir dönemi oldu. Şiire heceyle başlamama, dört Mona Rosa'nın üçünü heceyle yazmama rağmen, bende dünya şiirinin akışından kendimi hariç tutamayarak serbest şiire geçmiş oldum. Üçüncü Mona Rosa'da bu geçiş belirgin bir şekidle fark edilebilir. Mona Ros, bir nevi hecenin sona erişi ve serbest geçiş diye özetlenebilecek bir dönemin şiiridir. (354-355)

-Cemal'le arkadaşlığımız asıl, ikinci sınıfta başlar. İkinci sınıftan itibaren, üç yıl, sınıfta yanyana oturduk. Önceleri şiir yazdığını gizliyordu. Hatta, yanına gidildiğinde eliyle kapıyordu yazmakta olduğu şiirini. Sonra, daha önce yazdığım gibi şiirlerini Mülkiye Dergisi'ne vermesi için kendisini zorladım. O zamanlar, davranışları, biraz üstten bakma şeklinde olduğundan arkadaşlarca yadırganıyordu. Ben öyle olmadığını söylüyor, Cemal'i savunuyordum. Bu şekilde Cemal'le arkadaşlar arasında yakınlık kurulmasını sağlamışımdır. Yoksa, o onları, onlar da onu dışlıyorlardı. Zamanla benden daha çok birbirlerine yakın oldular. Cemal bunları bilmez. Bunları hiçbir zaman kendisine hissettirmemiş ve söylememişimdir. Cemal'le arkadaşlığım, şüphesiz onun zeki ve yetenekli bir arkadaş olmasından kaynaklanıyordu. Bir konuyu konuşabileceğim bir arkadaştı. (368)

-Fakat Orhan Veli akımının etkisindeydi iyice. Şiirse fikirden önce geliyordu onda. Ben sevmezdim Orhan Veli'nin tarzını, tutumunu, yeni akımını. Serbest şiire geçişim sanılır ki, Orhan Veli akımının etkisiyledir. Gerçek hiç de öyle değildir. Ben, tüm dünya şiirinin serbeste geçmesi sebebiyle heceyi bırakmak zorunda hissettim kendimi. Benim şiirim tümüyle Orhan Veli şiirine karşı çıkıştır bir yanıyla gerçekte. Cemal'se Orhan Veli akmının etkisindeydi. Yaprak Dergisini, Yeditepeyi izlerdi. Ancak, Orhan Veli akımı içinde ortaya çıkan İlhan Berk, Orhan Veli akımından etkilenen Cemal, başlangıçta halk şiirinden, turnalardan, güzellemelerden yola çıktığı halde, İlhan Berk'in etkisiyle değişen Turgut Uyar da benim gibi, esasta dünya şiirinin etkisinde kalarak serbeste geçmiştir. Böylece yeni bir şiir kurulmuş oldu. Sonra da buna "akım" dendi. Ve bir isim verildi. Tercüme dergisi şiir özel sayısı, Orhan Veli akımından daha çok etkili olmuştur. Kendi şiir dünyamızı kurmamızda. Sanırım bu tespitimizi birçok ortak tespitimiz gibi bir yerlerde yazmıştır Cemal de. (370-371)

-Cemal maddi çıkarına önem veren biri değildir. Ama sanat ve şöhreti açısından, yalan dahil, birçok tasvibi mümkün olmayan vasıtaları kullanmaktan çekinmez. Şevket ise, parayı sever. Girişilen iş idealle ilgili bile olsa o hep kendi açısından bakar ve yorumlar. "Benim" kelimesi kapital kelimelerinden biridir Şevket'in. (377)

-Malatya Olayı, Demokrat Parti iktidarının kendini aradığı ve millet ruhunun iktidara kendini empoze etmeyi belki pek acemice de olsa sınadığı o yıllarda, tüm umutları yıkan ve çökerten bir olaydı. Eğer Ahmet Emin Yalman ya da mensup olduğu cephe, bunu tertip etmiş olsaydı, ancak bu kadar başarılı olabilirlerdi, netice devşirirlerdi kendi hesaplarına. (395)

-Bu kez Şevketle dergiyi düşündük. Sahibi, o olmak üzere, Yeni Ay isimli bir dergi çıkarma kararını verdik. Yazıları hazırladım. O sırada Tunus İstiklal Savaşı sürüyordu. Ben de ötesini söylemeyeceğim adlı bir şiir yazmıştım. Şahdamar'ı daha önce yazmıştım. İp ve Makas şiirleri gibi. Bütün bu şiirler daha sonra yazılan kapalıçarşı gibi ideolojik karakterli şiirlerdi. Bu dönemde şiirlerim iki çizgide gelişiyordu. Biri ideolojik tavrın ağır bastığı şiirler, biri de kişisel yaşantı ve duyuşun tema olduğu şiirler. Gerçi herbirinde öbüründen unsurlar vardı ama hakim hava olarak böyle bir ayrım yapılabilirdi. Dergi ideolojik karakterde idi. Fakat şiirler ve sanat yazılarına da yer verilmişti. Derginin orta sayfalarında da o gün için aktüel olan Tunus ve Cezayir İstiklal Savaşları için "Bir milletin Basübadelmevti" adlı yazım vardı. İşte diriliş fikri bende o yıllardan itibaren oluşmaya başladı. Bir yanda İslam'ı özleyen aydınlar üzerinde büyük bir baskının bulunmasından doğan umutsuzluk, öte taraftan Tunus ve Cezayir'in bağımsızlık savaşlarında Fransızların yaptığı zulüm ve katliamlar halkın çektiği çile, bende, ancak metafizikten politikaya kadar geniş kapsamlı diriliş anlatımının bir çıkış, bir kurtuluş yolu bulmaya imkan vereceği düşüncesini doğurmuştu. (412-413)

-1950-1960 arasında üstad hep Menderes'i etkilemek için çaba sarf etti. İlk yıllardaki çabası bir nevi onu yönlendirip İslam inkılabına önderlik etmesi içindi. Diğer bir deyişle Büyük Doğu davasına kazanmaktı. Fakat gittikçe bu ümit kalmamış ancak adeta aralarında bir mistik bağ kurulmuşçasına ondan kopmamıştı. Gazete ve dergiyi çıkarmada yardım bekleme zorunluluğu, Halk Partisine karşı oluş beraberliği bu ilişkiyi 1960'lara kadar götürdü. (418)

-İşte, Halk Partisi'nin tekrar dirilmesinin ve sonunda DP'yi ihtilalle yer sermesini başarmasının temelinde her türlü İslami yayın ve teşekkülün kapatılması olayı yatmaktadır. Belki de DP'yi yanıltan, dolaylı yollardan onları aldatıp ona kendi bindiği dalı kestirten yine Halk Partisi ve Halk Partililerdi. (427)

-İstanbul'da Büyük Doğu'nun çıkarılmasına yardım ettiğim o günlerde Asaf Halet Çelebi dergiye uğramıştı. Onu ilk kez orada gördüm. Dergide yazıyordu. Bir kaç kez geldi, üstadı sordu. Tesadüf bu ya üstad da o sıralar büroda değildi. A.Halet Çelebi serzenişte bulundu. Herhalde telif hakkını almak için arıyordu üstadı. Ve onun kasten büroda bulunmadığını sanıyordu. Oysa bir kasıt yoktu. A.Halet Çelebi, bir çocuksu yanının olduğu izlenimini bırakmıştı üzerimde. Aslında Necip Fazıl Bey'den çok çekindiği belliydi. Biraz da belki bu yüzden gıyabında aleyhinde konuşma ihtiyacı hissediyor ve cesaretini buluyordu. (431)

-Mehmet, yaradılış itibariyle lüksü ve harcamayı seven bir arkadaşımız. Şevket'se tutumluluğuyla dikkati çekiyordu daha öğrencilik sıralarında. Bir gün kantinde Mehmet, gazoz ve bisküvi ile kahvaltı yaparken Şevket çıkageldi. Bunu görünce, herkesin duyacağı bir sesle:"Mehmet Genç, sen nereden geldin?" dedi. O da "Arhavi'den" diye cevap verdi. Bunun üzerine Şevket: "İyi vallahi. Sen kalk Arhavi'den gel, haylayf bisküvisiyle sabah kahvaltısı yap" demekten kendini alamadı. (440-441)

-Üstad'ın bana ve bazı arkadaşlara imzalattığı banka senetleri, ödemek üzere bize geldi. Biz öğrenci olduğumuzdan ödememiz imkansızdı. O sırada üstad İstanbuldaydı. Mektup yazıp durumu bildirdim. Kısa zamanda cevap geldi. Özür diliyordu. Kendisinin ödeyeceğini ve bizim hiç endişe etmememizi yazıyordu. Nitekim banka bir daha bizi aramadı. Cemal (Süreya) yarım yamalak kulaktan duyduğu bu kefalet meselesini çok abartarak ve çığrından çıkararak, benim burslarımı Necip Fazıl' verdiğimi ve bu yüzden aç kaldığımı, daha sonra da memuriyette tüm maaşımı kaptırmamak için yarısını cebime koyup kahveye gittiğimi yazmış. Necip Fazıl Bey, bir tek gün bile biz öğrenciyken bizden para istememiştir. Bursumdan bir şey vermem asla söz konusu olmamıştır. Sadece anlattığım şekilde bana kefaleti söz konusu olmuştur ki, onu da kendisi ödemiştir. Ve yine belirtmeye gerek yoktur ki, kendisini ziyaretimizde gerek otelde ve gerek kahvelerdeki oturmalarda bütün paraları, hep kendisi ödemiştir. Lokantaya gitmelerimizde de hep üstad ödemiştir. (463-464)

-Evet o sıralar, oyun oynadığını gözümle görmesem de bu tür alametler vardı. Milli Piyango gişelerinin önünden geçerken de bozdurup bir bilet çekerdi. Hatta birkaç kez de bana çektirdi. Belki o etkiyle bende birkaç kez piyango bileti aldım. Fakat sonra, irademi kullanıp bundan kurtuldum. (483)

-Ancak, sanırım, ilk kez, maalesef sigarayı bu 1955 yılında içtim. Ailede babam, amcam, dayılarım hep sigara içerdi. Hatta babam on yıl süren hastalığında annemi de sigara içmeye alıştırmıştı. Çevrede bütün büyükler sigara içerdi. Ortaokul ve lisede de birkaç arkadaş gizli gizli içiyordu. Üniversitede de arkadaşların çoğu o yaşlarda sigara tiryakisiydi. Üstad da Bafra sigarası içerdi. O zamanlar filtreli sigara yoktu. Bütün bu ortama karşın, ben direnmiş, hiç sigara içmemiştim. 1955 yılına kadar. Son sınıfta iki senelik olma ve birçok üzüntü, çevrede herkesin yakalandığı bu kötülüğün tadını almama sebep oldu. Gerçi o yıl, sigara içme alışkanlık haline gelmedi, bende ama bir kere mahsus otla aşinalığımız başlamış oldu. Babam, şairini bilmediğim bir mısraı tekrar edip dururdu: "Lanet olsun, lanet olsun, tütünü icat edene" Evet, tütünü icat edene, onu Amerika'dan Eski Dünya'ya getirene, İslam ülkelerine sokana lanet olsun. Tütün alışkanlığım sonraki yıllardadır. O yıllarda da zaman zaman terkedip zaman zaman yeniden başladım. 1984'ten bu yana ise Allah'a şükürler olsun ki, ağzıma koymadım. (484)

-Bir gidişimizde Ramazandaydı. Üstad sigara tiryakiliği sebebiyle Başbakanla görüşmesinde gerektiği gibi konuşamamak korkusuyla oruç tutamadığını söyledi. Bir iki sigara içtikten sonra gitti. Ben ağaçlıklı yerde bekledim. 40-45 dakika sonra döndü. Yine Menderes'le görüşememişti. (489)

Diriliş Yayınları, 2022 basım, 1.baskı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...