-Ayrıca İngilizce kurslarına topluca gidiyorduk. Çeviriler yapıyorduk. Belki de Türkiye'de ilk kez Ortak Pazar'la ilgili çeviriler yapan ben oldum. Çeviriler bakanlığa gönderildi. (21)
-Necip Fazıl Bey, ziyaretçilerle konuşmak, gazeteye birçok yazı yetiştirmek, sayfa düzenlerini izlemek bakımından gece gündüz çalışıyordu. Ramazan gelince, ancak bir gün oruç tutabildi. Sonra, sigara tiryakiliği sebebiyle oruca devam ederse gazetenin çıkamayacağını söyledi. (26)
-İstanbul Dergisinde Mehmet Kaplan'la tanışıyorum. Fakat gerek o zaman gerekse daha sonra, tanışmaktan öte bir görüşmemiz ve yakınlaşmamız söz konusu olmadı. (44)
-Müfettiş de DP'ye çalışır göründüğü halde bize "CHP'ye oy verelim" diye telkin bulundu. Ben, beş vakit namaz kılıyor dedikleri için sadece Enver Güreli'ye oy vermiştim. Partilerin hiçbirine cermedim. Bir tek şahsın adını yazmak mümkündü o zamanki seçim sisteminde. (52)
-Mesela; Muzaffer Erdost yıllar sonra, hiç anlamadan İkinci Yeni'yi kendince değerlendirdiğini itiraf etti. Ahmet Kabaklı da Türk Edebiyatı adlı eserinde bizim dönemi değerlendirirken tüm malzemeyi, benim yazılarımdan, bizzat benden aldı. Ama benim İkinci Yeni hakkında kendimi ona katmayarak (çünkü benim İkinci Yeni'yle ilgim, aynı dönemde şiir yazmam ve belki biçim bakımından bazı ortak yanların bulunmasından ibarettir) yazdığım bu yazıların hükümlerini aynen alıp benim şiirimi de İkinci Yeni'den saymak, dolayısıyla da eleştirdiğimle benim şiirimi özdeşleştirmek hatasına düşmüştür. Tabii ki bilmeyerek. Çünkü; o zamanlar bizim şiirimiz akademik çevrede bir vilmece gibi görünüyordu. Kabaklı'nın bizi kitabına alışı bile bir cesaret ve atılımdı. Onun için o kadar inceliği aramak o gün için mümkün değildi. Mehmet Kaplan da uzun süre bütün ciddiyyeti ve iyiniyetiyle eğilmesine rağmen yazılarında bu şiir için gerekli ipucunu bir türlü bulamamış ve yakalayamamıştı. Zaten bizzat bu şiirin sahipleri arasında da bir görüş birliği yoktu. (58-59)
-Sait Çekmegil Malatya'da İslam için bir hayli hizmeti olan bir arkadaşımızdır. Fakat sonraları bir iddiacılık aşırılığına kapılmış, sınırını geçerek ihtisas isteyen birçok dini konuda ileri geri konuşmuş ve yazmıştır. Hala da bunda ısrar etmektedir. Herhalde kendince bid'atlarla mücadele etmektedir ama bunu yaparken ilmi ve formasyonu o ihata da olmadığı için manevi planı adeta ihmal eder duruma düşmektedir kanaatindeyim. (76)
-Daha doğrusu 1958 yılında olan bu büyük tartışmadan sonra, bugüne kadar, aleyhimde yazılan hiçbir yazıya cevap vermedim. O tartışma bende nefret uyandırmıştı. Kasıtlı olarak birçok kişi karşıma çıkmıştı. Ece Ayhan da: "Sezai Karakoç, her halükarda ümmetçidir" diyerek, konuyla ilgisiz adeta muhbirlik yaparcasına araya girmişti. 1958-1988 arasında, yani şu otuz yıl içinde yazılan yüzlerce yazıda hep aynı ruhu gördüm. İftira, samimiyetsizlik, konuyu ya da olayı saptırma. Kısacası; okuru aldatıp hakkımda olumsuz bir etki uyandırma. Bu yüzden bu otuz yıl boyunca, hakkımda yazılanların hiçbirine cevap vermedim. (95)
-Bir gün Marmarada Fethi Gemuhluoğlu, Mehmet Çavuşoğlu ve Erol Güngör'le oturuyorduk. Gemuhluoğlu bana Necip Fazıl Bey'in çocuklarının isimlerini sordu. Ben de söyledim. Bu arada Ali isminde bir oğlunun da olduğunu fakat sonradan vefat ettiğini ilave ettim. Bunun üzerine Gemuhluoğlu; "Tabii" dedi, "Hiç Ali; Osman, Ömer, Ayşe'yle birlikte yaşayabilir mi?" Bu söz tuhafıma gitti. Şaka da olsa hoş bir söz değildi. Ben, "Neden böyle söylüyorsunuz" dedim. "Hz.Ali, Hz.Ömer, Hz.Osman ve Hz.Ayşeyle beraber yaşamadı mı?" dedim. Konuşmam sırasında "Hz.Muaviye" sözü de geçmişti. Gemuhluoğlu'nun birden, "Hazreti deme" dedi. "Neden? Sahabe değil midir?" dedim."Sen çocuğuna Muaviye ismini kor musun? Bak kimse çocuğuna Muaviye ismi koymuyor." dedi. Ben "Muaviye ismi konmuştur. Ama daha büyüklerinin ismi fazla tekerrrür edip şöhret bulduğundan, Hz.Muaviye'nin ve diğer birçok sahabenin ismi konmaz olmuştur" dedim. Biz tartışırken, Erol ile Mehmet'in kibrit kutusuna Kur'an yazısıyla birşeyler yazdıklarını gördüm. Erol, Mehmet ve ben yazımızı biliyorduk. Gemuhluoğlu bizden hayli yaşlı olduğu halde eski yazımızı bilmiyordu. O sebeple Erol'la Mehmet bana o yazıyla bir mesaj veriyorlardı. Kibrit kutusundaki yazıları göz ucuyla okudum. "Konuş, konuş" diyorlardı. Bende sahabe arasındaki ihtilafın bir içtihad ihtilafı olduğunu, Hz.Ali'yi haklı bulmakla birlikte Hz.Muaviye'nin tezini de bir içtihat olarak kabul ettiğimizi söyledim ona her sahabeye olduğu gibi saygı göstermemiz gerekir dedim. "Hz.Muaviye itirazında haksız olmakla birlikte, Peygamber ailesinin mutlaka baş olması, hanedan olması gerektiği kanaatine karşı çıkmakla bir rutini kırmıştır" dedim. Gemuhluoğlu bir kaç kez kendi kendine "rutin, rutin" diye tekrarladı. Ben, "Hz.Muaviye hanedan kursa bile, kimse onu itikat olarak benimsemeyecekti. Hz.Ali'nin ve evlatlarının hilafet haklarıydı ama hanedan olarak halifenin, hep onlardan olması itikadı kabul edilemezdi. Nitekim bu nokta Şii-Sünni ayırımını doğurdu" dedim. Gemuhluoğlu, yetiştiği çevre dolayısıyla hep aynı düşünceleri taşıdı ve bir türlü bu düşüncelerden kurtulamadı. Oysa kendisine hep bizim gibi düşünenlerin muhitinde alaka gösterildi. Sonradan da ilgi kurduğu gençler, bu iddialarını benimsemeyecek gençlerdi. O, yine de fırsat buldukça çocukluğunda ruhuna işleyenbu iddiaları tekrarlardı. O gün, Gemuhluoğlu gidince, Erol ve Mehmet "iyi ki söyledin" dediler. "Bize hep aynı düşünceleri söyler. Biz saygımızdan konuşamıyoruz. Senin konuşman iyi oldu" Bense; "Acaba Gemuhluoğlu'nu kırdım mı? Beni yanlış mı anladı?" diye düşündüm, bir yıl sonra yayınladığım dergide, ona kırgın olmadığımı, Hz.Ali'den bahseden bir şiirimi ithaf ederek anlatmak istemiştim. (128-129)
-Harbiyelilerin yürümesi bir anlam ifade ediyordu. Necip Fazıl Bey'e ne yapılmasını sormuş bir DP ileri geleni. O da hepsinin kaydının silinip askerlikten atılmasını, fakat hemen arkasından da hükümet erkanının bir uçağa atlayıp yurtdışına gitmesini söylemiş. Menderes birçok kişiden fikir sormuş. Bu arada Profesör Ali Fuad Başgil'e de danışmış. Ali Fuad Başgil, istifa etmesini ve mümkünse Halk Partisi'yle bir koalisyona gidilmesini önermiş. (158-159)
-Bu incelemeler cümlesinden olmak üzere İlhan Evliyaoğlu'da Jokey Kulüb'ün hesaplarına bakmıştı. Jokey Kulüpce Necip Fazıl'a yazdırılan Ata Senfoni adlı esere ödenen telif hakkında stopaj yapılmadığını tespit etmiş. Vergiye kaçakçılık cezası uygulamak zorunluluğu olduğu için, Necip Fazıl o zamana göre külliyetli bir rakam tutan vergi ve cezayı, taksite bağlatarak ödemişti. (174)
-Ağrı'nın Diyadin ilçesinde kaymakamlık yapan, benden iki yıl sonra mülkiyeyi bitirmiş bir arkadaş, bir gece otele geldi. "Erol Günaydın, öbür otelde hasta haydi ziyarete gidelim" dedi. Gittik. Erol Günaydın arkadaşın ilçesinde yine bir dağ köyünde yedek subay öğretmenimiş. Zaman zaman rapor ve izin alarak İstanbul'a gidip geliyormuş. Hatta anlatıldığına göre, İstanbul'da arkadaşları kendisine sormuşlar: "Sizin köyed de kurtlar iniyor mu?", Erol Günaydın: "Kurtlar bizim köyden dağılıyor" diye cevap vermiş. (190)
-Bu sıralarda arkadaşlar arasında bir lokal ihtiyacı duyuldu. Kahve, bu ihtiyaç karşılamıyordu. Süleyman Yalçın, İsmail Dayı ve bazı arkadaşların tecrübesiyle Aydınlar Ocağı kuruldu. Bende kurucular arasındaydım. Aydınlar Ocağı için lokal olarak Beyazıt'ta, Karaağaç iş Hanı'nın üstünde bir teras katı tutuldu. Orada seminerler, konuşmalar yapılmaya başlandı. Kahve gibi oturuluyordu aynı zamanda. Nurettin Topçu, en sık konuşanlardan biriydi. (229)
-27 Mayıs İhtilali, Halk Partililerin ihtilalidir. Bu hareket sadece DP'lilere değil, milletin öz idealine karşı yöneltilmiş bir hareketti. Bu yüzden, yeniden büyük bir umutsuzluk kapladı ülkeyi. Otuz yaş dönümüme yakın olan bu yıllarda, derin derin düşünme, metafizik sorunları ruhumun en iç noktasında sorgulama, kendi kişiliğimi yargılama ve kimliğimi kesinleştirmeyi arama, toplumca umutsuzluğa battığınız bir döneme rastladığı için bir kat daha sarsıcı ve ıstırap verici oluyordu. (247)
-"Kokan Fransa'dır" yazısını yazdığım zaman arkadaşım Sait Mutlu'yla tartışmıştık. Sait, Galatsaray'dan Şevket'in arkadaşıydı. Temiz bir arkadaştı. Prof.Hamidullah'la mektuplaşıyorlardı. Diriliş'in 1960'da çıkan sayılarında çevirileri vardı. Hatta Diriliş Dergisi sayılarını Prof.Hamidullah'a göndermiş, o da yazdığı mektupta benim için "İnşaallah Nobel edebiyat ödülünü alır" diye temenni de bulunmuş. Sait, Prof.Hamidullah'ın mektubunu getirip bana göstermişti. Gerek Prof.Hamidullah gerek Sait, Fransa'ya sevecen bir gözle bakıyorlardı. İyimserdiler. Benim Fransa'nın aleyhine böyle şiddetli bir yazı yayınlamam Sait'i üzmüştü. "De Gaulle, Cezayir'e istiklalini verecek" diyerek benimle tartışma yaptı. Ben: "Kimse kimseye istiklal vermez. De Gaulle verirse mecbur olup verecektir" dedim. Gerçekten de bir milyon şehit pahasına Cezayir, İstiklalini kazandı. Fransa, bütün işkence, zulüm ve soykırımına rağmen Cezayir'de tutunamadı. (280)
-Evet yıl 1966. Diriliş'in ikinci çıkışı. Birinci çıkışı 1960 yılında olmuş ve ancak iki sayı sürebilmişti. Bu çıkışında ise bir yıl devam etti. Daha göz doldurucu daha çok sayfalı bir dergi olarak. Gerçi ekonomik sorun bu dönemde de ortadan kalkmadı. (Zaten mali problem Diriliş'in hiçbir döneminde ciddiyetini yitirmedi. Hiçbir dönem para bakımından rahat olmadık) Mart 1967'de dergiyi maddi sebeple kapatmak zorunda kaldım. 16.000 lira borçla. (299)
-Kendisine halkın ve zenginlerin açtığı hesapsız krediye rağmen bugün bir gazete veya o etkide bir kuruluş yoksa, sebebi bu sınırlı mizacı, aşırı akılcılığı, hasbi davranışının bulunmamasıdır. (M.Şevket Eygi için) (311)
-Eğer, 1966 yılında, Sabah ve Bugün diye iki gazete çıkarılacağına tek bir gazete çıkarılsaydı, yönetimi Necip Fazıl Bey'e verilseydi, mali ve idari görevleri muktedir müdürlere teslim edilseydi, Şevket'te orada bir görev sahibi olsaydı ben de yazsaydım, diğer arkadaşlarımız da her biri bir suretle gazeteyle ilgili olsaydı, sanırım, o gazete bugüne kadar, gittikçe büyüyerek devam eder ve çok etkili olurdu. Fakat öyle olmadı. Bugün, camianın sözde dört gazetesi, otuz küsür dergisi, belki 150 yayınevi var ama beklenen hizmetle oranlı bir etki yok. Sebebi, hep tek kişiye bağlanma ve herşeyi ondan bekleme mizacıdır. Bu mizaç, o kişiye de sonuçta zarar vermekte; kaldıramayacağı bir yükü onun omuzlarına yüklemektedir. Birlikte çalışma ve çok kişiyi devreye sokma alışkanlığı edininceye kadar bu mizacın toplumumuza zararları sürüp gidecektir. (314)
-O zamana kadar yazı hayatı olmayan, avukatlık ve yayıncılıkta da bir başarı gösterdiği görülmeyen Ergun Göze, bu eserleri çevirmesi, Sait Bilgiç'le birlikte avukatlık yapıp Bilgiç ailesinden, o ailenin politikasından bir daha ayrılmaması ve o sıralar başlayan benim davamda, İslam’ın Dirilişi davasında avukat olması (İhsan Babalı istemişti Ergun Göze'nin avukat olmasını) sebebiyle, ikbalinin açılışını gördü. Tercüman Gazetesinden teklif aldı. Ve uzun süre orada fıkra yazarlığı yaptı. Bizim davadaki avukatlığından para almadı. Fakat tüm şöhretini o davaya İslam’ın Dirilişi davasına borçlu idi desek mübalağa olmaz. Ne yazık ki fıkra yazarlığı zamanında Dirilişe ve bana karşı tutumu asla dostça ve vefalı olmadı. Benimle soyadı benzer olan kişileri, bu benzerlikten yararlanarak büyük şah diye ilan edip durdu, bana nisbet edercesine, o ve başkaları. Bunu yapabilirlerdi. Çünkü onların elinde yüzbinler satan bir gazete vardı. Benimse, ara sıra çıkıp batan ve birkaç bin basan bir dergi. İşte bu imkansızlığımdan cesaret alarak, hakikatleri her zaman ters yüz eden bir fıkra yazarı gibi davranmakta bir beis görmedi Göze ve diğerleri. Oysa nice yazdıkları yazıda, kaynaklık yapmıştı yazılarımız ve Diriliş. Ama, nasıl olsa, büyük kalabalık bizden habersizdi. Onun için istedikleri gibi davranmakta kendilerini hür hissetmişlerdi. Fakat zaman, en büyük bir intikam alıcı gibi tuttukları boş insanları yere serdi. (332-333)
-Evet, tarikatları inkâr etmiyorum. Hatta teorik olarak mutlak surette lüzumuna kaniyim. Ama, pratikte bugünkü durumlarıyla başka hiçbir çalışmaya lüzum olmadan yeni nesilleri gerekli formasyona kavuşturur denilecek bir durumlarının olmadığını da söyleyebilirim. Eski büyüklere sonsuz sevgi ve saygım var. İslamı sadece fıkıh bilginleriyle kaim görmek yanlış olur. (345) Tarikat gruplarının içine girmedim. Girenlerle arkadaşlığım oldu. (347)
-Milli Nizam Partisinin ileri gelenlerinin namaz kılmaları ve oruç tutmaları dışında Millet Partisinden bir farkları yoktu. Erbakan, namaz kılıp oruç tutan bir Bölükbaşı'ydı adeta. Onun kadar hitabeti de yoktu. Ama onun bir benzeriydi. Profesör olması, Müslüman profesör diye propaganda edilmesi, etrafına birçok kişinin toplanmasına sebep oldu. Aslında doğan bu parti, Tanzimat'tan bu yana ezilen ve kendisine bir hak tanınmayan yerli düşüncenin ideolojik ve politik atılımından doğan bir parti değildi. Böyle bir partiye hiçbir zaman imkân tanınmamıştı. (403)
-Benim bildiğim Erbakan'ın profesör olması, teknik adam olmasının bir kesimin liderliğine soyunmasına yetmeyeceğidir. O gün bu kanaatteydim. Sonra kanaatim büsbütün kesinleşti. Avami bir politikacılıkla, kitlenin hislerini herekete geçirmekle varılacak bir yer yoktur. (408) Bu kanaatteydim. Onun için o zaman o partiye katılmadım. Daha sonra Erbakan ve arkadaşlarının kurduğu öbür partilerle de ilgilenmeyişimin sebebi buydu. Onlara katılmadım ama aleyhlerinde de asla bulunmadım. Ne de olsa inançlı kişilerin kurduğu partilerdi. Gerçi onlar gizli açık çok aleyhime çalıştılar ve hala çalışıyorlar. Fakat ben, düşmanlarımız sevinmesin, "Birbirlerine düştüler" demesinler diye asla karşılık vermedim. Ama metotlarını asla tasvip etmedim. Kendi partilerine Müslümanların partisi demelerini de doğru bulmadım. Öbür partilerdeki milyonlarca Müslümana karşı çok ağır bir sözdü. Herkesin bir kişiliği vardır. Ona saygı duymak gerekir. İnançlı kişi şu veya bu partiyi tutuyor diye kınanamaz. Ancak o ikna suretiyle yanlıştan döndürülebilir. (408)
-Sonunda İslamın Dirilişi davasında bir yıl bir ay on gün mahkumiyet, bir yılda sürgün cezası verildi. Sürgün de ilginçti, İstanbul'da Sultanahmet semtinde kalmak suretiyle geçirilecekti. Herhalde Anadolu olursa, halkın rağbeti olur diye düşünülmüştü. (427)
-Sonunda MSP ile CHP koalisyon yaptı. Böylece 24 sene, bütün oyunlarına rağmen, milletin tek başına iktidara getirmediği CHP'yi MSP iktidara getirmiş oldu. Oyunu aldığı kitlelerin düşüncesine karşı bir tutumdu bu. Ters bir tutumdu. Nitekim koalisyondan sonra çıkan af sebebiyle MSP'de büyük bir bölünme oldu. 25 kadar milletvekili MSP'den ayrıldı. Tekrar MNP'yi kurdular. Fakat sonra her nedense siyasetten çekildiler. Af solcuların işine yaramıştı. Evet sağ içinde af çıkmıştı ama sağ affı, nihayet daha çok yzılardan dolayı olan mahkumiyetler içindi. Oysa solda ne kadar içeri tıkılmış anarşist ve terörist varsa, hemen hemen hiç yatmadan dışarı çıkmıştı. Bu da daha sonraki dönemde anarşi ve terörün alevlenmesine ve giderek büyümesine, sıkı yönetimce bile önlenememesine ve nihayet 12 Eylül darbesinin yapılmasına sebep oldu. (436)
-Ancak, o yıllarda bir karşılaşmamızda Üstad Necip Fazıl'ın söylediği bir sözü buraya kelimesi kelimesine alıyorum: "Necmeddin, herşeyi mahvetti" Erbakan için böyle söylemişti merhum. (445)
-Milli Gazete, Dirilişi beğenmediği için bu kez gençlere, ayrı bir gazete çıkarttılar: Yeni Devir. Güya, bu entelektüel gazete olacaktı. Gazete düşüncesi ve düşü, benim öteden beri gençlerle hep konuştuğum bir düşünce ve düştü. Milli Gazete avami bir gazeteydi. Bizden kopup MSP'ye giden gençler, bizim gazete modelini bildikleri için yeni bir gazete önermişlerdi. Onların bu kaprisi de yerine getirildi. Ama sonuç bir hiçti. Almanya'dan ve Anadolu'dan yağan para, avami bir gazete için heba olup gitti yıllarca. Diriliş bütün bu güçlüklere rağmen yoluna devam etti. (447-448)
-Bu dönemde Necip Fazıl Bey de 1970'de Büyük Doğu'yu aylık olarak denedikten sonra Milli Gazete'de yazmış, MSP'yi desteklemişti. Fakat sonra araları açıldı. 1976'da Büyük Doğu'yu bir kez daha ve son kez olarak çıkardı. Bizden kopup MSP'ye giden gençler başlangıçta onun da etrafını aldı. Fakat Necip Fazıl - Erbakan çatışması üzerine Üstad'ı bir ültimatomla terk edip gittiler. Oysa ben Üstadı daha önce uyarmıştım. Büyük Doğu'da böylece kapandı, Necip Fazıl Bey sonra, Tercüman da yazdı. Ama ne yazık ki ona ancak Ramazan sayfalarında yer verdiler. (449)
-Bu hatıraların yazılması kadar hiçbir kitabım bana ıstırap vermemiştir diyebilirim. (460)
Diriliş Yayınları, 2022 basım, 1.baskı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder