-II.Abdülhamid, ona yakıştırılan "Korkunç Türk" veya "Kızıl Sultan" sıfatlarına rağmen, modern bir monark gibi davranmaya çalışırken, kendi halkından ve tüm dünyadan kopuk yaşamak gibi kendi yarattığı bir handikaptan çekmişti. Andülhamid rejimi bir yandan Osmanlı toplumunun gündelik yaşamına sürekli daha fazla nüfuz etmeye çalışıyor -üstelik Osmanlı sistemi hükümdarın kişisel görünürlüğünü daima vurgulamıştı- öte yandan da Sultanın gündelik saplantısı, onu sarayın duvarları dışında çok ender olarak görünmesine yol açıyordu. Bunun bir sonucu olarak, padişah efsanesi, onun gücünü ve heryerde hazır ve nazır oluşunu aralıksız biçimde hatırlatacak bir simgeler sistemi aracılığı ile halkına yönlendirildi.
-İbn Haldun'un, insanın ancak zorlayıcı bir yetkeyle denetim altında tutabilecek bir vahşi olduğuna ilişkin görüşü ile bu yetkeyi oluşturacak gerekli doğaya (asabiyye) ancak bazı halkların sahip olduğu görüşü, Osmanlı hanedanının hükümranlığını meşrulaştırmaya kısmen hizmet etti.
-Genel olarak söylersek, Abdülhamid dönemi Osmanlı İmparatorluğundaki iktidar simgeleri dört kategoriye ayrılabilir. Üçü padişah ve sarayıyla ilgilidir. Herşeyden önce Osmanlı devletinin şanı ve kudretini doğrudan yansıtan kamusal binalardaki armalar, resmi, müzik, törenler ve kamusal işler gibi, padişah/halifenin kişiliğinin kudsiyeti ile bağlantılı simgeler vardır. İkinci sırada nişanlar, özel olarak ihsan edilmiş Kur'an nüshaları, imparatorluk sancağı ve öteki törensel ziyaretler gibi, imparatorluğun cömertliğinin daha özgül ve kişisel tezahürleri gelir. Üçüncüsü, saraydaki İslamın önde gelen isimlerine ait olduğu öne sürülen hat örnekleri yada benzer önemde başka malzemeler gibi, dinsel açıdan simgesel maddelerdir. Dördüncüsü, biraz farklı bir kategori oluşturur ve Osmanlı resmi dökümantasyonunda dil sembolizmiyle ilgilidir. Her zaman hükümdarın şahsıyla doğrudan doğruya bağlantılı olmamakla birlikte, resmi belgelerde sık sık kendini gösteren belirli kilit ibare ve sözcükler, Abdülhamid dönemi bürokrasisinin yönelen ve yöneltilen ilişkisi gibi sorunlar, nasıl kavramsallaştırdıklarına, göçebe halklara karşı tutumlarına devlet seçkinleri olarak kendi içindeki ilişkilere dair çok değerli ipuçları verir.
-2 Temmuz 1889'da Dahiliye Nezareti, İstanbul'un Beyoğlu semtinde, Moskova'da basılmış, "Bizan İmparatorları ve Rus Çarlarının yanyana tasvirlerini taşıyan" bazı levhaların ele geçirildiğini bildirmekteydi. Bu levhalar "bazı muzır malumatı havi bir tarih kitabı" ile birlikte, İstanbul'daki Rum ortodoks patrikliğine dağıtılmış olduğu için nazırın dikkatine sunulmuştu. Bu olay Rus çarlarının, Osmanlı topraklarındaki tüm Rus ortodoks uyrukluların hamisi oldukları iddiasının ve kendileri "Bizans imparatorlarının torunları" iken Moskova'nın da "Üçüncü Roma" olduğu şeklindeki düşüncelerine ilişkin imalarının, Osmanlı yetkililerince çok iyi anlaşılmış olduğunun çarpıcı bir kanıtını oluşturur.
-Ertuğrul Gazi'nin annesi Hayme Ana, gömülü olduğu söylenen köyde bir padişah buyruğuyla inşa edilen özel bir mozole ile onurlandırılmıştı. Hayme Ana türbesi, Abdülhamid'in özel bütçesinden ayrılan para ile düzenli olarak bakım ve onarımdan geçiriliyordu.
-Osmanlı yönetici seçkinlerinin şer'i kuralları standartlaştırma ve düzenleme ihtiyacını duymaları olgusu, İslami uygulamayı rasyonalize etme ve "doğallaştırma"ya yönelik arzularının bir göstergesidir. Bu tutum, en iyi Ahmed Cevdet Paşa'nın yapıtlarında ve özellikle fıkıh kurallarına ilişkin düzenlemesi olan Mecellesinde görülür.
-Osmanlı terminolojisinde, Hicaz'ın yerli halkını "uygarlaştırma motifi" resmi yıllıklarda da yer alır. Hicaz vilayeti salnamelerinin birince, bölgenin ve halkının "ilkel durumu" şöyle dile getirilir: (Osmanlıların gelişinden önce) Mekke halkının zekası oldukça kıt olduğu için Harem-i Şerif, Bab el-Safad'dan Cebel-i Kabis'e kadar geyiklerin Harem'in çevresinde dolaşabileceği bir dereceye kadar terk ve ihmal edilmişti."
-Osmanlı padişahlarının, "Emirü'l-Müminin" olarak Müslümanların gözünde itibar kazanabilmesi için, onların refahını sağlaması gerekiyordu. Bu, herşeyden önce kutsal yerlere yapılan Haccın güvenliğini sağlaması anlamına geliyor. Bunun yanı sıra, hac mevsimi boyunca ekonomik etkileşim açısından adil ve dürüst bir zeminin oluşturulmasını sağlaması anlamına da geliyordu. Kervanlara saldırıp yağmalayan Bedeviler dar tutun da, yerel mutasavvıf, yani rehberlere kadar tüm Hicazlılar, Haçları kazıklamak konusunda kötüşöhret yapmışlardı. Her yıl İstanbul deve kiralamayı ve "rehberlik ücreti" olarak fahiş fiyattan belirlemeyi yasaklayan emirler ve ihtarlar çıkarıyordu. Gelgelelim, sık sık tekrarlanmaları olgusu, suistimallerin devam ettiğine işaret eder.
-1880'lerin başlarından itibaren "Arap hilafeti" tartışmaları yaygınlaştıkça, Bab-ı Ali, meşrulaştırma ideolojisinin temelinin savunmasına özel bir önem verme ihtiyacı duydu. Bu uğraşın en somut simgesi, Hicaz Demiryolu idi. 1890'larda başlatılan demiryolu, lojistik avantajla simgesel başarıyı birleştirmek umudunda olan Abdülhamid'in en sevdiği projeydi. Projenin yabancı sermaye ve teknolojiye dayanmak zorunda kalmaması ve her aşamasının tamamlanmasının Türk ve dünya basınında çok iyi duyurulması için büyük çaba gösterdi.
-19.yy'ın sonlarına doğru, Osmanlı İmparatorluğunun "meşruiyet bunalımı"nın, meşrulaştırma güçlerinin, ulema içindeki bölünme nedeniyle daha da katmerlendiği görülüyor. Şerif Mardin, üst düzey ulemanın, amcası Abdülaziz'in hal'i için verdikleri fetva örneğinde görülen gayr-ı meşrulaştırıcı gücünden kaygı duyan Abdülhamid'in, onların bir "batağa saplanmaları"na izin verdiğine değinmiştir. Bu, alt düzey ulemanın tekkeler ve resmen onaylanan medya aracılığıyla yeni bir hareket alanı bulmaları anlamına geliyordu. Abdülhamid döneminde Sünni ortodoksluğun altı çizilmesine karşın, padişahın en önemli propaganda silahlarından biri tasavvuf şeyhleri oldu. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sırasında, Nakşibendi, Ubeydullah Efendi, yerel Kürtleri 2000 kişilik bir düzensiz birlik olarak örgütlemişti. Ayrıca Şeyh Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi, Batum cephesinde savaşmıştı. Bu adamlar, okulların kurulması yoluyla "halk arasında birliği sağlamak" konusunda da etkindiler.
-"II.Abdülhamid dönemi İslamcılığı (...) Klasik Osmanlı İslamına karşı bir tepki hareketidir. Bu yüzden de esas itibariyle modernist (yenileşmeci) bir akımdır. Bu itibarla görünürdeki bütün Batı karşıtı tavrına rağmen yenileşme yanlısı olduğu için, Türkiye tarihinde modernist fikir hareketleri çerçevesinde mütalaa edilmelidir." Ahmet Yaşar Ocak
-Abdülhamid döneminde müderrislerin, aldıkları eğitim ve icazetleri merkez tarafından belirlenen bir tür dinsel gizli polis ile misyoner örgüt olarak kullanılması teamül haline geldi. "Serbest" vaizliğe kesinlikle kötü gözle bakılıyor ve tehlikeli sayılıyordu. 1892'ye gelindiğinde, vaizlerin ve "misyonerlerin(da'iyan)" ancak 4 yıl öğrenim gördükten ve şeyhülislamdan bir diploma (ruus) aldıktan sonra vaaz vermeleri uygulaması yerleşmişti.
-Osmanlılar 1856 fermanı ile din özgürlüğünü resmen kabul ettikleri zaman, aslında yeni dönmüş Müslümanlar arasında Hristiyanlığa geri döndürmek için girişimlerin yapıldığı örnekler vardı. Çarpıcı bir örnek İstavri ya da Stavriatae'lerin durumudur.İstavriler, 17.yy sonundan itibaren çeşitli zulüm dönemlerinde İslamı benimsemiş olan ama aslında gizli Hristiyan olarak kalan Trabzon ve Gümüşhaneli Rumlardı. İnançlarını açıkça ancak 1856 Islahat Fermanından sonra dile getirebilmişlerdi.
-Dönmeler, 1676'da Shabbatai Tzui (Sabatay Sevi) önderliğinde İslam'ı benimseyen Yahudilerdi. Avdeti terimi resmi belgelerde dönme karşılığı olarak kullanılıyordu.
-Tokat mutasarrıfı, 1891'de, bölgesindeki Kızılbaş halk arasında bir nüfus sayımı yaptırması talimatı aldı. Usulüne uygun olarak, mutasarrıf burada 33.865 Kızılbaşın yaşadığını bildirdi. Aldığı talimat, bu halkın vazilerin ataması ve dinsel risalelerin dağıtımı yoluyla "cehaletten kurtarılıp, kendilerine aydınlanmanın yüce yolunun gösterilmesi" yönündeydi. Bu arada bu köylerdeki imamlar yerel rüşdiyede "eğitilmek" üzere vilayet merkezine gönderileceklerdi.
-Kutsal topraklardaki medreseleri dolduran Hollandalı Cava Müslümanları, İngiliz Hint Müslümanları ya da Rus imparatorluğunun Türk uyruklarının, Hicaz'daki diğer Osmanlı olmayanlar gib, zaten kıt olan Osmanlı eğitsel kaynaklarını haksız biçimde tüketen yabancılar olarak kabul edildiği açıktır.
-Eğitimin, yalnızca kıl payıyla bile olsa "sopa"ya alternatif olması, köylerine jandarma karakolunun kurulmasına karşı direnen bir köy halkına hitap eden bir Osmanlı yerel yöneticisinin şu ifadeyi kullanmasını getirmişti: "Sizin gibi insanlarla ancak iki şey yapılabilir. Biri, kanun ve düzenin gerekliliğini görmenizi sağlamak üzere sizi eğitecek okullar (...) öteki de sopadır. Şimdi, okulların benim istediğim gibi adam yetiştirmesi 15 yıl alacak; sopa ise yalnızca beş dakikada iş bitirir..."
-Şakir Paşa ya da Osman Nuri Paşa gibi memurların savundukları görüşlerin çoğu II.Abdülhamid tarafından benimsendi. Bu tür girişimlerden biri, Kabile okulu ya da Mekteb-i Aşiret'in kurulmasıydı. Osmanlı yurtseverliğini Arap ve Kürt çocuklarına aşılamanın bir aracı olarak, bir irade-i hümayun ile özel bir okul kuruldu ve kapılarını 3 Ekim 1892'de açtı. Okul başlangıçta önde gelen Arap şeyhlerinin ve iyi Osmanlılar olarak görülen eşrafın çocuklarını eğitmek ve Arabistan yarımadasında gittikçe artan İngiliz nüfuzunu kırmak amacıyla kurulmuştu. Proje daha sonra Kürt şeyhlerinin ve bazı Arnavutların çocuklarını da dahil edecek şekilde genişletildi.
-Carter Findley, okur yazarlığın "tüm imparatorlukta 1800'de belki %1'den, 1900'de %5-10'a yükseldiğini" tahmin etmektedir. Eğitim reformları çok düşük bir temelden yola çıkmakla birlikte Jön Türk dönemine gelindiğinde imparatorluğun her yerinde rüşdiye mektepleri kurulmuş durumdaydı. İmparatorluğun sonuna gelindiğinde, bugün Suriye ve Irak'ta yer alan bölgelerde ilköğretim düzeyinde 28.400, ortaöğretim düzeyinde de 2.100 kişinin öğrenim gördüğü 570 Osmanlı devlet okulu bulunuyor ve bu öğrencilerin birçoğu daha üst düzey öğrenim için İstanbul'a gidiyorlardı.
-Osmanlı Devleti'nin meşruiyetine yönelik tehditlerden hiçbiri, uzun vadede misyoner etkinlikten daha tehlikeli olmadı. Asker, diplomat, tüccarın yarattığı tehdit, yaşanan zamanla ve yerle ilgisi vardı; misyonerler ise okulları aracılığıyla gelecek için tehdit yarattılar. Merjinal unsurların Ortodoksluğunu pekiştirmeye veya bunları ortodoksluğa döndürmeye yönelik çabalar, misyonerlerin varlığına bir tepki olarak tasarlanmıştı. Tüm dünyada misyonerlik bir üst kültürün temsilciliği "beyaz adamın yükü" olarak ortaya çıkmıştı. Osmanlı-misyonerler mücadelesi, bu bakımdan Osmanlı İmparatorluğundaki olayları dünya perspektifine yerleştirir.
-Fransız misyonerleri, Osmanlı topraklarında en uzun zamandan beri etkinlik gösteren gruptu. 1622'de Papa XV.Gregorius, hedefi günahkarları tanassur ettirmek ve Şark'ın kadim Hristiyan cemaatlerini Katolik mezhebine geri kazanmak olan propaganda Fide teşkilatını kurmuştu. Yakındoğu'daki Katolik misyoner çalışmaları, propaganda Fide kurumu tarafından Fransız Fransisken, KArmelit ve Cizvit tarikatlarına verilmişti. 1890'ların başında, Fransız diplomatik -misyonerlik etkinlikleri, imparatorluğun Doğu vilayetlerinde toplamaya başladı. Fransız misyonları, Musul'un Nesturi halkı arasında özellikle etkindi.
-Bazı Müslümanların, çocuklarını misyoner okullarına büyük bir hecesle gönderdiği ve birkaçının bunların kuruluşuna bile yardım ettiği bir gerçektir. Antep'teki Amerikan Koleji Kampüsünün arazisi, bir Türk ve bir hacı olan Antepli Kethüdazade Hacı Göğüş Efendi tarafından bağışlanmıştı.
-20.yy'ın dönümünde, Türkiye'de çalışmış olan bir misyoner, şu gerçeğe esef ediyordu: "Tüm çalışmalarımız fiilen mahvoldu; yabancı misyonların yüzyıllık çabalarından sonra tanassur etmiş (Hristiyan olmuş) Müslümanlardan tek bir kilise bile yok." Sonuna dek Müslümanları tanassur ettirme ümitleriyle oyalamaya devam eden Suriye'deki Henry Jessup gibi en köktenci fanatik bile, tanassur edenlerin sayısını gizli tutmak ve onları ülke dışına kaçınmak zorunda kalmıştı. En büyük ironinin somutlaşması için, bir yüzyıl geçmesi gerekecekti. Çoğu Rum Ortodoksluktan dönmüş olan Arap Protestanlarına, Amerkian ve Avrupalı kilise mecelisleri tarafından 1980'lerin ortasında, bu yapıların büyük bir hata olduğu ve şimdi Rus Ortodoksluğa "geri dönmeleri gerektiği" söylerdi. Hiç kuşku yok ki, Halife-i Ruy-ı Zemin bunu duymuş olsaydı, gülümsemekten kendini alamazdı.
-Bir gün Dahiliye Nezareti, Osmanlı Tütün Rejisi müdürü Louis Rombert'e, Reji'nin sigara satışını artırmak için yaptırdığı afişler nedeniyle başvurdu: "Afiş, canlı renklerde uzun boylu bir İngiliz erkek ve kadını, eşeklere binmiş, piramitlerin önünde sigara içerken gösterir: yanlarındaki sarıklı Müslümanda nargilesini tüttürmektedir. Fonda camiler ve Kahire'bib silüeti yer alır." Bir İsviçreli olan Rombart, Osmanlı hükümetinin bu afişe itirazını komik bulmuştu.
-Osmanlıların imajlarıyla ilgili saplantıları en çok, bugün Oryantalizm olarak adlandırılabilecek şeye karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştı. Edward Said'in "Oryantalizm, temel olarak, Doğu'nun, Batı'dan daha zayıf olması nedeniyle, Doğu'ya kabul ettirilen siyasal bir öğretidir." şeklindeki düşüncesi, 19.yy sonunda birçok Osmanlı'nın en hassas noktasına dokunurdu herhalde.
-"Egzotik" görünmekten kaçmaya çalışan Osmanlı devlet adamları, toplum ve uygarlıklarının dünya trendlerinin genel akışıyla uyumlu olan yönlerinden yararlanmaya çalıştılar. Modernliğe işaret etmeye başlamış simgeleri vurgulamak yoluyla, Osmanlı Devleti, meşruiyetini vurguluyordu. Bu çabanın çok etkili bir kanıtı, 1894'de, padişahın ABD Kongre Kütüphanesi ile British Museum'a armağan olarak sunulmak üzere hazırlattığı fotoğraf albümleridir.
Doğan Kitap Yayınevi, 2002 basım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder