-Kendisi zaten hamaset ve destan ruhunun -feodal zihniyetin- mahsülü olan halk edebiyatını bir kenara bırakalım; ondan büsbütün başka şartlar altında türemiş ve gelişmiş olan Divan Edebiyatı dahi başından sonuna kadar Orta Çağ dünyasının kalıplaşmış izleri üstündedir. Divanlara rastgele göz gezdirilsin; Orta Çağ'ın halk tabakalarını (esnaf ve ecras-ı nas'ı) birinden öbürüne aşılmaz setlerle ayıran kaskatı sınıf ve mertebeler taksimatı kaside ve medhiyelerin aynı derecede katı, hiyerarşiye riayetkar tertibinde kristalleşmiş olarak görülebilir. Münacaat ve naatlardan başlayıp devrin hükümdar ve vezirine, oradan da daha aşağı rütbe ve mansup sahiplerine kadar hiç şaşmadan uzanıp giden bir mertebeler silsilesi.
-Günümüz tarihçileri; orta çağ içinde en azından üç aşamayı ayırt etmek noktasında gereğinde birleşmiş görünüyorlar; önce antik çağların mirası sayılabilecek fertçi bir dünya görüşünün izlerini ve "site" medeniyetinin nisbeten serbest (daha doğrusu toleranslı) hayat şartlarını kısmen devam ettiren Ortaçağ'n ilk yüzyılları 12. ve bilhassa 13.yy'a kadar geçen zaman. İkinci aşama; yer yer katılaşmaya yüz tutan ahlak ve teoloji normlarının ve onlarla beraber bir kısım katı toplum kadrolarının (en başta toprak mülkiyeti ile ayarlı sınıf ve tabaka tertibinin) ferdi hayat üzerine olanca ağırlığı ile yüklendiği koyu Orta çağ ve nihayet aynı çağın Yeni Zamanlara ve özellikle kapitalizme kavuşmak üzere olduğu son safha. (Batıda 13.-15. yy'lar; bizde henüz filizlenme halinde iken bastırılmış ve tekrar aslına çevrilmiştir.) Aynı farklılığı çevre açısından da görmek mümkündür: Kervansaraylara, işlek transit yollarına yakın ticaret merkezleri ile içerlek, ücra şehirlerin ve onların çevrelerini oluşturan geniş tarım alanlarının eskiden beri farklı bir zihniyet gelişimine sahne oldukları bilinmektedir. Bütün bu farklar ortada dururken bir çağı başından sonuna ve yayıldığı alanların bir ucundan öbürüne kadar tek bir zihniyetle vasıflandırmanın imkansızlığı meydandadır.
-Orta çağın yukarıda işaret edilen üç aşaması şüphe yok ki, Türk-İslam medeniyeti çevresine de yabancı kalmamıştır. En başta, liberal-fertçi temayüller taşıyan ilk safha İslamlığın yayılma asırlarına ve özellikle Şark ticaretinin bütün ihtişamı ile geliştiği yüzyıllara kuvvetle dmagasını vurmuştur. Fakat bu safhanın orada çok uzun sürmediğini ve türlü sebeplerle yerini ikincisine -koyu orta çağa- bıraktığını biliyoruz. Daha önemlisi: İkinci safha, skolastik düşünce tarzı ve katılaşmış sosyal formlarıyla yoluna devam ederken, onu Batı'da olduğu gibi dar ve sert kalıplardan çıkararak tekrar fertçi-liberal bir görüşe ve o sayede ticaret kapitalizmine götürüp bağlayacak olan ileri adımlar yine birçok sebeplerle daha başlangıçta duraklayıp kalmışlardır. Sonuç; Tekrar toprağa, esnaflığa, esnafça görüş ve düşünüşe, bir kelime ile orta çağa dönüş. Gerçekten ilk ve son safhalar kısa zamanda, hele sonuncusu ölümsüz denecek bir süratle silinip kaybolduklarına göre, meydan ortadakine ve onun şimdi işaret ettiğimiz vasıflarına kalmış oluyordu. Bizim için asıl ehemmiyetli olan noktada buradadır; Geriye ve ileriye olan farklar şu veya bu suretle törpülendikten sonra oldukça uzun bir zaman süresinin başında ve süresinde az çok ortak bir zihniyetten bahsetmek yanlış olmasa gerekir.
-Fütüvvet daha ziyade esnaf teşkilatına verilen umumi ad, ahi ise o teşkilat mensuplarının veya onlar tarafından seçilen reisin unvanıdır. Umumiyetle fütüvvet, esnaflık müessesesinin manevi cephesini, lonca ise dış çatısını teşkil etmiştir denebilir. Zaten esnaflığın inkırazı da bu iki koldan yürümüş ve tamamlanmıştır: Esnaf, fütüvvetle beraber manevi, dini kıymetlerini terk ettikçe iç cephesi azar azar zayıf düşmüş, dış çerçevesi ise 19.asrın büyük sanayi ve istihsal seli karşısında dayanamayıp çökmüş ve yıkılmıştır.
-Orta çağın hayat anlayışı "prekapitalist" devirlerde mutad olduğu gibi manasını ve hedefini henüz maddeleşmemiş bir dünya görüşü etrafına sıralanmakta bulur. Maddeleşmemiş demekle şunu anlatmak istiyoruz: Gündelik hayatın ger türlü hareket ve faaliyet şekillerini düşünceden gayrı saiklere göre ayarlanmış görmek isteyen bir cemiyet anlayışı. Bu saikler yerine ve sırasına göre değişir: fakat hepsi de iktisadi düşünceye ve onun icaplarına sırtını çevirmek noktasında birleşir. Sosyal hayatın üst ve alt tabakalarına bakılsın; hepsinin, hayatın renkli (hamasi, dini, bedii vs) tarafını kuru iktisadi mülahazalar üstünde tutan bir görüş ve anlayış etrafına sıralandıkları gözden kaçmaz.
-12.ve 13.asırlar Yakın Şarkta ve hususile Orta Anadolu'da her hadisenin şekilsiz, üstü örtülü tasavvurlar halinden çıkarak bilfiil şekillenmeye doğru yol aldığı bir devre olarak dikkatimizi çekiyor. Muhtelif müessese ve zümreler birbirlerinden ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, hepsine hâkim olan fikir ve ihtiyaç aynıdır: Dağınık, ferdi yaşayış şekilleri yerine talih ve mukadderat ortaklığının doğurduğu toplu hayat şekillerini ikame etmek. Bu bakımdan tarikatlar gibi fütüvvetlerin de aynı kuruluş prensibine tabi oldukları anlaşılmaktadır. Bu şekillenme ve tabir caizse -kristalleşmeye- kısaca "cemaatleşme" adını takmak da mümkündür. Filhakika gerek fütüvvetler ve gerek tarikatlar için tasavvuf edebiyatında daima "cemaat" sözü kullanılmış ve kelime o suretle yerleşmiştir. Sözü geçen asırlar, şayan-ı dikkattir ki Garpta da aynı istikamette değişme ve şekillenmelere sahne olmuşlardır.
-İçtimai münasebet bağları gibi, geleceğin zaman kayıtları da kişinin önünden kolay kolay doldurulamayacak bir boşluk içinde silinip kaybolmaktadır. (İktisadi işlerin hedef ve gaye itibarile "bugün"den öteye aşmaması umumiyetle ortaçağ ve bizde onu takip eden asırlar için dikkate almaya değer hususiyetlerdendir. Zaten rızk'a ekseriyetle "ruzi" denilmesi o uğurda harcanan gayretlerin nasıl bir zaman çerçevesile muhat olduğunu anlatmaya yeter. Varılmak istenen gaye şu suretle bir güne veya günlere sığdırılmakla, zihinlerde uzak istikbal endişesi de bir hayli silinmiş olmaktadır.) Yarınını düşünmemek sadece bu dünya ile ilişiğini kesmek isteyen, kendi içine çevrili bir ahlak sezişinin tezahürü değildir. Hayır: Ortaçağ insanının ruh yapısına, teknik imkanlarına ve hukuk nizamatına tıpatıp uygundur. Şu üç unsurdan her birine ayrı ayrı göz gezdirelim: hepsinin, geelecek kaygısızlığının gerçek-reel saikleri arasında yer aldığını görürüz. Henüz uzak bir istikbale devredilecek kadar çeşitlenmemiş olan ihtiyaçlar; yine uzak bir istikbalin şanslarına adım uyduramayacak kadar basit istihsal tekniği ve nihayet uzun vadeli hesapları daima boşa çıkaran emniyetsizlik faktörü. Bütün bu amillerin daralttıkları zaman çerçevesi içinde yapılacak tek bir şey kalıyordu ki, o da en yakın geleceğin ihtiyaçlarını -hazz-ı acil'i- temine yeter bir zahmete katlanmaktan ibaretti. Daha ilerisini düşünmek lüzumsuz ve hatta zararlı idi.
-Ahlakçının zararlı gördüğü büyüme ve normla ölçüleri aşmaya zenaat ve ziraatten ziyade ticaret elverişli olduğu için, şüphe ce tereddüdün en fazla bu sonuncusuna teveccüh etmesinden daha tabii bir şey olamazdı. Kendini ve yakınlarını geçindirmeğe yetecek "insaflı" ticaret değilde, mal biriktirme ve yığma peşinde koşan haris ve istismarcı ticaret eskiden beri en ağır tenkidlere hedef tutulmuştur. Gazali, saadetin sebeplerini mal çokluğunda görüp kazanma ve biriktirme uğruna ömürlerini tüketen ticaret erbabından acınarak bahsediyordu. Ona göre insanı ancak ulvi gaye ve maksat uğruna (bilhassa ahiret hizmetlerine) hazırlıklı tutmaya yetecek kadar ticaret meşru görülebilirdi; binaenaleyh, çarşı esnaflığının ölçülerini aşmayacak yerleşik bir ticarete taraftardı. Kınalızade dahi, aynı suretle, tüccarın kar peşinde uzun, meşakkatli seferlere katlanmasını ruhi bir sapıtma -tevsilat-ı nefs-i emmare- diye damgalamaktan kendini alamamıştı.
-Fert ve sanat arasında bir istihsal şubesinden diğerine, kolaylıkla ve seyyal surette yer değiştirmeyi imkansız kılan organik bağlılık tam manasile bir ortaçağ hususiyetidir. Siyasi ve içtimai hayatta muhtelif zümreler nasıl ayrı ayrı sınıf ve tabakalar halinde bölünmüşlerse, iktisat hayatında da yine sınıf adı ile anılan meslek ve sanatlar (esnaf tabiri zaten oradan gelmektedir) aşılmaz setlerle birbirinden ayrılmışlardır. (Semt semt ayrılışlar ve her semtin muayyen esnafa göre adlandırılışı, bunun en açık delillerindendir. Bir nevi topluluk ve beraberlik ruhunu bir kaç kat daha perçinlediği ayrılma ve yabancı meslekten olana kapanma hissi, türlü folklor araştırmaları ile de isbat edilebileceği gübü esnaf psikolojisine bugün de yabancı sayılamaz. Mesela, Balıkesirde : "Pabuççu çarşısı içinde yalnız bir kahveci dükkanı vardır ki bu da çarşının kahve ihtiyacını temin eder. Buna rağmen esnaf bu kahvecinin çarşı dahilinde bulunmasından memnun değildir. Esnaf ister ki o kahveci dükkanı da pabuççu dükkanı olsun." (Halk adetleri ve inanmaları, Mehmet Halit Bayrı; İstanbul-Eminönü Halkevi Dil, Tarih ve Edebiyat Şubesi Neşriyatı, XI, sah:20, 1939) Bu ayrılma, başka hiçbir fayda sağlamasa, sadece muhtelif sanat kolları arasında içtimai dirliği ve denkliği korumak noktasından ehemmiyetli bir istikrar unsuru olarak dikkate alınmaya değer.
-Ortaçağ ahlakçısı da sırası geldikçe, maddi eşyaya kıymet biçmeyi elden bırakmıyor. Hakim bu, alalade miktar ve sayı bolluğundan değil, herşeyden evvel evsaf mükemmelliğinde kalite üstünlüğünde ifadesini bulan bir kıymet anlayışıdır. İktisat ilminin bugünkü terminolojisiyle; mübadele kıymeti yerine istimal kıymetini ölçü edinenbir görüş ve anlayış tarzı. Şu halde asıl mesele; bu kalite mükemmelliği nasıl ve hangi şartlar altında elde edilebilir? Klasik ahlak sistemi gibilerce mevzuatını da uzun uzadıya düşündüren bu sualin, şimdiye kadar ki izahlara göre, kısa ve kestirme cevabı şu olacaktır; işi aceleye getirmeden uzun, sabırlı bir çalışma ile aynı zamanda nesiller boyunca uzanıp gelen kaide ve usullerden sağa sola sapmayarak.
-Araya vasıta (şeyh,mürşid) koymadan hakka ve hakikate varmak tarikat ahlakınca ne kadar imkansızsa, pir ve ustaya bağlanmadan sanatta olgunluğa ermek de o kadar imkansızdır. Bunun içindir ki, sanat ve meslekler de tıpkı tarikatlar gibi alttan üste muntazam bir mertebeler silsilesi halinde kurulmuş ve tertiplenmiştir: çırak, kalfa, usta. (Yahut fütüvvetnamelerde denildiği gibi; yiğit, ahi ve şeyh) Yalnız şunu unutmayalım ki, bu kademeler arasındaki fark yeni zamanların iş hayatında olduğu gibi bir sınıf ayrılığı değil, bilakis aynı yol üstünde taşa ve tecrübeye göre tertiplenmiş birer merhale farkından ibarettir: "Ey talib-i fütüvvet, yiğit ve ahi ve şeyh yolu birdir. Yiğitlik heves eylemektir. Ahilik başlamaktır ve dahi şeyhlik tam kılmaktır ve bir dahi yiğitlik sakalı gelmektir ve ahilik sakala ak düşmektir ve şeyhlik tamam pir olmaktır" / Fütüvvetname: Fatih Millet Kütüphanesinde Yazma no:900) Böylece yaşa ve tecrübeye göre ayırt edilen alt ve üst kademelerin birbiri ile münasebetleri, patriarkal bir ailenin fertleri arasında olduğu gibi sıkı bir hürmet ve tesanüt disiplini üzerine kurulmuştur: gözetilen cihet burada da -yine fütüvvetname dili ile- "cami-i mhluka mertebelerine göre riayet" kaidesidir. Her kademe, doğruluk ve eğrilik hakkındaki kıymet ölçüleri ile üst kademeye bağlanmış, her birinin vazife ve külfetleri inceden inceye tayin edilmiştir.
-Üst ve alt tabakalar arasında zihniyete derin farkların, hatta tezatların mevcudiyeti şüphe götürmez bir hakikattir. Bununla beraber, muayyen bir zihniyetin (mesela asıl ve neseb iddiasının, mal ve mülk hevesinin) sadece üst tabakalara inhisar ettiğini zannetmekte büyük bir hata olur. Kaide olarak denebilir ki; üst tabakada beliren zihniyet yalnız o tabakanın sınırları içinde kalmaz; önüne dikilen sedleri birer ikişer devirerek daha aşağı sınıflara süzülür ve umumileşir. (Şark tefekkürü ve hususi ile İslam tarihçiliği bu hali çoktan sezmiş olmalı ki, büyüklerin dini ne yolda ise nas da onların izindedir, hükmüne varmış ve bu sözü her fırsatta ve her vesile ile tekrarlamıştır.) Alttan üste doğru bir nevi taklid kanunun yarı haslet, yarı hayranlık hisleriyle birleşerek hızını artırdığı bu sirayet, ilk defa aristokrat tabakalar için düşünürler ve onlarca meşru sayılan zihniyet unsurlarının çoğunda görülebilir: Asıl ve neseb iddiası ona pek yakından bağlı olan dünya talebi (kazanma ve zenginleşme hevesi) ve nihayet hepsinin müşterek ifadesi demek olan altın ve gümüş iptilası.
-Şeceresi geçmiş asırların pir ve azizlerine kadar indirilen, hakları ve imtiyazları asırlık geleneklerle tayin edilmiş bir meslek veya sanata mensup olmanın tattırdığı gurur, denebilir ki, asıl ve neseb iddiasının sanatkâr şuurundaki akislerinden başka birşey değildir.
-Mevki ve zeamet hevesinden en fazla uzak kalmaları beklenen sınıflardaki arazını gördükten sonra, asıl ve neseb iddiasının vüsatini takdir etmek kolaylaşıyor. Yüksek ve orta tabakadan başlayarak, "pirsiz" gözükmemek için şecerelerini daima bir azize ulaştırmaya çalışan esnafa ve nihayet tekke ve tarikat ehline kadar sâri ve umumi bir hal. Misallerin manasını bu ölçü içinde daha iyi anlayabiliriz. Devrinin ve muhitinin dertlerinden şikâyet ederken: "Ebna-ı zamanın hevesi nam u nişandır / Her biri tasavvurunda filan ibn ü filandır" (Bağdatlı Ruhi, Divan) diyen Ruhi ve ondan bir asra yakın zaman sonra: "Kande bir akıl ki var nam ünişandan bir asib?" diye etrafına bakıp asıl ve neseb kaydından azade bir insan bulamayan Yahya Efendi imaparatorğlun, hem de ayrı ayrı köşelerindei içtimai kıymet tablosunu hakikate yakın çizgilerle gözlerimiz önünde canlandırmış oluyorlard.ı.
-Yakın zamanlara kadar tarihçilerin çoğu altın veya daha umumi olarak para hırsı ile nerede karşılaşırlarsa, oraya kapitalist zihniyetin damgasını vurmakta tereddüd etmemişler yahut para hırsını hiç olmazsa o zihniyetin belirmekte olduğuna delil saymak istemişlerdir. Hakikatte kapitalizm öncesi ile sonrası arasında bu bakımdan esaslı bir fark mevcut değildir: hatta mevcut osla bile, zannedildiğinin tamamı ile tersinedir. Kapitalizmin gerisinde altın hırsı sonrasından çok daha taşkındır; bahusus paralı müdabelerin ilk defa kurulmaya başladığı sıralarda, herşeye kolaylıkla ve süratle çare bulan bu sihirli, cazibeli alet pek tabii olarak şimdidkinden fazla dikkati çekecekti. Garpta 17, 18'nci asır merkantil politikasının bile bu aşırı ve safça hayranlığın izlerini taşıdığı inkar edilemez. 19.asır kapitalizmi bu naif hayranlığı biraz daha tadil etmiş, hiç olmazsa mezbut bir çerçeve içine almıştır. Hatta, bu müşahadelerden cesaret alarak, iktisadi tekâmül ile altın hırsı arasında da tersine bir tenasüp kurmak bile hatrına gelir. Nitekim, Şark ticaretinin gerilediği asırlarda tedavül hacmi daralırken, aştın iptilasının da hafiflediğine dair en küçük bir işaret bulamıyoruz; bilakis, bildiğimiz ve öğrendiğimiz o iptilanın gittikçe şiddetlendiğidir. Kıymetli maden gözden silindikçe, gönüllerde tutuşturduğu hırs fazlalaşmaktadır. Fakat bu, yalnız elde edilemeyene karşı insan yaradılışındaki zaafın neticesi sayılmamalıdır. Bunun yanında ayrıca, imparatorluğun geçkin çağlarında alabildiğine artan saray ve konak ihtişamı ile ordu ve sefer gailelerinin yüklediği masrafları da hesaba katmalıyız. Tüm bu sebepler bir araya gelince, altının siyasi ve iktisadi çözülme çağlarında nasıl bir tahassürle arandığı kendiliğinden ortaya çıkar.
-Bizce, ticaret ve finans kapitalizminin belirtileri olan büyük transit merkezleri bir kenara bırakılırsa, geri kalanları, bilhassa zengin istihlak merkezleri hakkında şöyle bir tahmni yürütmek mümkündür: Para da, mal gibi, henüz iktisadi-rasyonel zihniyetin değil, içtimai politik kıymetlerin, bilhassa gösteriş ve ihtişam hevesinin emrindedir. Başka bir tabirle; mutad manada emtia ve hizmet alışverişine vasıta olmaktan ziyade, paye ve itibarın (sosyal prestijin) tedavülünü kolaylaştıran bir aletten ibarettir. O sebeple, ihtişam ve debdebenin geniş varidat kaynaklarına ihtiyaç hissettirdiği siyasi gelişme ve yayılma devirlerinde altın ve gümüş politik hayatın vazgeçilmez bir unsuru haline gelmiştir. (Bu hal, büyük medeniyetlerin şevket ve azamet devirlerinde hemen daima müşahede edilmiştir. A.Dopseh, Bizansta Paranın 10'uncu asır sularında siyasi bir iktidar ve tahakküm vasıtası olarak rol oynadığı belirtmektedir. Max Weber'de ilk ve ortaçağ'da paranın alelade bir mübadele vasıtası olmaktan ziyade içtimai hayatta paye ve itibar sembolü gibi kıymet kazandığını söylemişti. Parayı arzulayan Weber'e göre herşeyden evvel mevki ve azamet hevesini doyurmaya çalışmaktadır. Şarklı bu noktayı da herkesten evvel sezmiş ve hepsinden güzel anlatmıştı: "Akçedir kişiyi ulu eyleyen, akçesiz yekdir makalat söyleyen" (Yani parasız kişi boş lakırdı eden kimseye benzer) Gülşehri'nin Ahi Evran'a dair manzumesinden.)
-Şark ticaretinin inhilali aynı zamanda, fikir ve zihniyet tarihimizde de derin bir kıymet istihalesi ile beraber yürümüştür. Şöyle ki; ticari kazançlar, şimdi anlattığımız sebeplerle, ahlaki kıymetini ve meşruluk imkânlarını kaybettikçe, normal ve güvenilir bir irad kaynağı olarak elde ziraat ve küçük sanayiden (o da yer yer esnaflaşmış şekliyle) başka bir şey kalmıyordu. Bir vakitler peygamber sanatı diye övülen ve el üstünde tutulan ticaret bu üstünlüğü şimdi diğerlerine ve hele ziraate terk edecekti: "Bazı müteahhirinin dediler ki, bu zamanda ukud-i faside çok olmakla emvale -ticaretin getirdiği kâr ve temettüe şüphe gelmiştir. Pes, şimdi ziraat efdaldir"/ Kınalızade, Ahlak-ı Alai, cilt:2. Bu sözler istihsal şekillerinde geriye dönüşün, hareketli kıymetlerden tekrar toprağa çevrilişin, kısacası yeniden orta çağı aşmanın apaçık ikrarından başka bir şey değildir. Avrupalı bir şarkiyat aliminin şu sözleri de dikkate layıktır: "İslam iktisat dünyasında tarla ve atölyeden ilki ikincisine galabe çalmıştır."
-Sırası gelmişken söyleyelim ki, kelimelerdeki değişiklik delalet ettikleri müesseselerin zamanla değişikliğe uğramalarından başka bir manaya yorulamaz. Bunun içindir ki "bezirgân" dış ve uzak ticarette serpilme imkanlarından mahrum kalarak rızkını iç ticarette aramaya koyulurken, kelimede aynı suretle iç pazarlara çevrilmiş tam ve hakiki manası ile esnaflaşmıştır. Netekim, halk dilinde el'an rastlanan şekli ile "bezirgân" basir çarşı esnafı, seyyar satıcı veya eskici manalarına gelmektedir. Kelime anlaşılıyor ki, dış ve uzak ticaretle ilişiğini kesip dar ve basık çarşı ölçülerine çevrildikçe kıymetini azar azar kaybetmiş ve sonunda hoşa gitmeyen bir ekalliyet sıfatı olarak halk diline yerleşip kalmıştır. Kelime ve tabirlerin iktisadi hayatla beraber, çarşı hayatına dönüş ve kapanışı (esnaflaşması) daha birçok misaller üzerinden tetkik edilebilir. Kasib de onlardan biridir. Kelima ilk işlem kaynaklarında sanat ve hurfet erbabı ile beraber tücccarı da kuşatıp içine alan bir genişlikte kullanıldığı halde, sonraları el işçiliğine ve basit çarşı esnaflığına alem olup kalmıştır. Sonunda kitabe olarak Kapalıçarşı'nın Eskiciler Kapısı üzerine düşmesi manidar değil mi?
-Sermayeciliğin bizdeki belirtileri de Batı Avrupa memleketlerindekilerle hemen aynı asırlara rastlar. Fakat netice çok farklı olmuştur. Şöyle ki; kapitalist inkişafın gerek teknik, gerek hukuki, gerek manevi unsurlarından hiçbiri meydanda olmadığı için, sermayeci sınıf bizdeki şekli ile : 1.İş ve istihsal sahasında herhangi bir değişme ve yenilenmeue yol açamadan daha fazla istismarcı ve inkarcı bir zümre halinde kalmış ve kısmen bunun neticesi olarak: 2.Gittikçe sertleşen lonca kayıtlarının ve hiçbir suretle merkantil politikaya meyillenmeyen dar çerçeveli bir iktisat politikasının baskısı altında eritip ufalmıştır. Mevcut şartlara göre neticenin buraya varacağı belli idi. Filhakika, Garp kapitalizminde ilk defa istismar yolu ile de olsa emek sahiplerini hiç olmazsa verimli ve toplu bir çalışma tarzına götürmek noktasındaki müsbet rolü asla inkar edilemeyecek olan "sermayeci" bu tarafta, daha ilk adımlarını denerken, çeşit çeşit engeller ve imkansızlıklar karşısında ister istemez menfi, zararlı yollarla sapmaktan kendini alamayacaktı. Daha kısası: İstihale ve iş hayatına ferahlık verecek yerde, darlık ve kıtlık getirmekle kalacaktı. Bunun içindir k, iktisat politikası zaten ticarete kem gözle bakmaya alışık olduktan maada, emek ve ham madde sahipleri ile şehirli müstehliki korumak üzere sermayecinin bir kat daha düşmanı kesilmiş, bulduğu yerde "hakkında gelmek" için var kuvvetini harcamıştır.
-Netice, gelir ve geçim kaynaklarının asırdan asıra daralma ve ufalmasında açıkça gözlerimize çarpmaktadır. Filhakika, ham madde kaynaklarının aynı kaldığı, hatta gittikçe gerilediği sırada, sanat kadrolarının türlü unsurlarla tıkabasa doluşu geçim kaynaklarının hepsinde birden daralmasına mucib olmul ve bu da tabiatı ile eşraf arasında rıza ve ihtilafları içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Müşteriyi, ham maddeyi, tevzi ve satış yerlerini paylaşamamaktan doğan esnaf kavgaları çözülme tarihinin her günkü dertleri arasındadır. Orta çağ ahlakçısının ve fütüvvetname muharrirlerinin sık sık bahsettikleri dirlik ve düzen anlaşılıyor ki kağıt üstünde boş bir avunmadan ileri gitmemiştir.
-Define arayıcılarını karakterlendiren zihniyet her yerde ve her asırda aşağı yukarı aynıdır: Normal geçim yollrında kullanamadığı zekâ ve istidadını, akla hayale sığmayan sergüzeştler peşinde denemek.
-Normal geçim yollarında 16. ve 17.asırdan beri daralma ve ufalmanın kazanç insiyakını tabii mecrasından biraz daha uzaklara taşındığı yahut zaten mevcut olan"irrayonel" kazançları, çok kere ölçü ve şiddetini artırarak yakın devirlere kadar taşıyıp getirdiği inkâr edilemez. Öyle olsa, Batı Avrupa dünyasında ticaret ve endüstri kapitalizmi geliştikçe sihirden yahut gönüllü hazinelerden bir lahzada zenginleşivereceklerini uma safdiller birer ikişer tarihe kavuşurlarken benzeri siplere bizde 19.asırda bile küme küme rastlanması hangi sebeplerle izah edilebilir?
-İnkar edilemez ki konak ve malikane hayatında, yahut yüksek payeli devlet memurlarının elinde biriken servet sabırlı ve devamlı bir tasarruf sonunda üreniş, yoktan var edilmiş değil, bilakis mevcut bir servet yığınının başkası sırtından alınması, yani sadece el değiştirmesi sureti ile meydana çıkmıştır. Mal ve servet ile içtimai gaye ve mevki, öyle görünüyor ki, yanyana yürüyen, biri diğerini tamamlayan iki faktör vaziyetindedir. Refah seviyesi emek ve istihsal ölçüsü ile değil, belki muhtelif sınıf ve zümrelerin üstüste tabakalandırkları içtimai ehramın kaide veya zirvesine yakın bir noktada yer almak sureti ile tayin edilir. Muazzam servet yığınlarının uzun zaman tüccar ve müteşebbisten ziyade, siyasi nüfuz ve iktidar sahiplerinin elinde toplanmış olması bunun en açık delilidir.
*Kitabın ilk adı "İktisadi İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri"dir ve 1951'de yayınlanmıştır.
Der Yayınları, 1981 basım, Gözden Geçirilmiş İkinci Baskı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder