-Köylünün fikri ve ruhi terbiyesinde başlıca dikkat edilecek esas, ümmiliğin tasfiyesi değil cehlin tasfiyesidir. (35)
-Altıyüz senelik Türk tarihinde, Yavuz Sultan Selim’in Safevi hanedanı politikasına karşı büyük cihadı dahi, mezhep mücadelesi gayreti ile yapılmış değildir. Bu, Şah İsmail’in edebi ve dini cezbe ile silahladığı kütlelerden beklediği siyasi neticeye silahla verilen cevaptı. Onun için padişahın öldürttüğü Babalar, şii oldukları için değil, birer Safevi politikasının öncüleri oldukları için bu akıbete uğramışlardır. (45)
-Th.Thornten’nın dediği gibi: ”Türk’ün ahlaki seviyesi çocukluğunda aldığı iyilik telkinleriyle değil muhitlerinde fenalık görmemek suretiyle teşekkül eder” (*Etat Actuel De La Turquie, Paris, 1812, sf:228) İşte mühim olan budur. Cemiyeti, bütün sınıflarıyle, kendinden sonraki nesillere örnek ve mürebbi kılacak seviyeye çıkarmak, az evvel de söylediğimiz gibi, onun için eski Türk cemiyetinde bir saka, bir mahalle bekçisi, sütçü sırasında ahlakın, faziletin, doğruluğun yaşıyan çizgileri olarak etraflarını mayalamak, düzenlemek ve şekillemekti. Şimdi ise vaziyet tamamiyle tersinedir. (73)
-Ne yazık ki bugün dahi gerek maarif vekaleti bünyesi içinde, gerek mekteplerde bir Hasan Ali ihanetinin kurduğu tezgâh işlemekte ve gençliği oluk oluk sol ideolojilerin emrine göre hazırlamaktadır. (78)
-Yekunu gün günden kabaran cinayetler, hırsızlıklar, soygunculuklar, vurgunculuklar nasıl bir içtimai tereddinin muhtelif yönden alarm işaretleri ise irtica diye adlandırılan vakalar da, bozuk işleyen bir iman çarkının verdiği sesten başka bir şey değildir. Şu halde mühim ve müstacel bir içtimai dava karşısında bulunuyoruz demektir. O da: Dindar cahil kadar, dinsiz münevveri de uyarmanın ve kütleyi birbirinden ayıran boşlukları, ilim ve imanla doldurmanın lüzumudur. Münevveri cahil olan bir topluluk kadar bedbaht bir cemiyet olmaz. Zira bu sahte bilgiçler ile halk asla müşterek değerler üstünde birleşemez ve birbirlerine dudak büker, yaklaşamaz, anlaşamaz hatta diş bilerler. (99-100)
-Bağdat Müftüsü Zehavi’nin hudutsuz ilmi karşısında: “Böyle geniş bilginiz varken, neden kitap yazmıyorsunuz?” diye soranlara, “Tedrisim beni teliften alıkoydu. Ama Rabbimin fazlıyle, pişman değilim. Zira talebelerimin mecmuundan bin eser meydana getirdim ki her satırı ilim adına bir müellifdir” diye verdiği meşhur cevaba, bir medeniyetin sarih felsefesi denebilir. (115)
-Zira Türkiye bir Yakın Şark memleketidir. Yani kalkınmasiyle, gerek İslam alemi içinde gerek komşu ülkeler arasında tarihi şahsiyetini bulmaya namzet bir memlekettir. Onun için de, bu komşu devletler tarafından, ileri attığı ve atacağı her adım, tehlikeli kabul edilen ve tarihi otoritesine yeniden sahib olması asla arzu edilmeyen bir devlettir. Hakikat böyle olduğuna göre çok kurnaz çok usta hesaplarla içimize oluk oluk fesad salan, bizi bize düşüren, yıkıcı propagandaları ile gene bizi memleket gerçeklerine karşı adeta kör ve sağır etmeye uğraşan düşman oyunlarına gelmemeye mecburuz. (140-141)
-Beşer için, son ve kati sözü söyleyip hüküm vermek, ilim dışı bir ihtiyatsızlık olmakla beraber şu kadarını belirtelim ki, maddeci ve akılcı Garbın, Şarkın cevherine karşı alaycı bir kayıtsızlık göstermekte devam etmesi, kendi hayat ve bekasını tehdid eden bir tehlike sayılabilir. (224)
-Yarım asır evvel Yahudi hokkabazlığına kanıp milli menfaati Siyonistler lehine hovardaca harcayan İttihat ve Terakki iktidarı gibi, bu gün de bir gafil münevverler azınlığı, işledikleri tarihi hatanın farkında olmadan, Anadolu topraklarına bir Greko-Romen maskesi takmaya uğraşmaktadırlar. Her sene yapılan Efes festivalleriyle Amazonlar savaşı, güzel kızların esir pazarlarında yok pahasına satılışı, harabelerde içki ve safahat alemleri kuruluşu gibi yüz kızartıcı programlarla hem tarihe, hem ahlaka, hem an’aneye hakaret edilmekte ve rezaletler, havai fişengi gibi kandil kandil tepemizden dökülmektedir. Hele Roma Konsülü kıyafetine girerek merasime iştirak eden mahalli idareciler, bu haysiyetsiz kılıklardan hicaba düşmeden, bütün o maskaralıkları iftiharla ilan etmekte, nutuklar söyleyip, gazetelere beyanlarda bulunmaktadırlar. (255)
-Dünkü insanın saadet ve zaferi, bugünkü adam gibi, kendini kendinden uzaklaştıracak içtimai taaffün merkezlerinin anaforuna tutulmamış olmasında idi. Eskiden eve dönmek bir saadetti. Esasen ev, başlıbaşına bir saadetti. Genişti, ferahtı, cazipti. Bahçesi, sofası, adam başına bir veya birkaç odası vardı. Bu sayısız odalardan bir tanesinde iş tezgahlamanın ailevi olsun, iktisadi olsun, nasıl bir mahzuru olabilirdi? Şimdi ise, dar ve kasvetli evlerine sığamayan, sığamadığı için de, yuvasına ısınamayan insan, gönlü dışarıda gözü dışarıda, kendinden de evinden de uzak, kumarhanelerin, batakhanelerin, barların, pavyonların zehirli havası içinde hayatına bir tad arar olmuştur. (268-69)
-“Senin dinin sana benimki bana” diyecek kadar demokrasinin meşaleciliğini yapan İslamiyet, gerek kitabı gerek hadiseleri ve gerek içtimai nizamlarıyla hep adaletin, medeniyetin, ilim ve sanatın öncülüğünü etmiş, yolunu açmıştır.(318)
-Bugünkü cemiyet, dünkü dini terbiye bakiyesinin bereketini taşıyor. Fakat yarınki toplulukta kıymetlerinden tamamiyle tecrid edilmiş ve istinad noktasından mahrum bırakılmış bir nesil bulacağız ki yetişmekte olan çocuklarımız Türk Milleti’nin görüp tanımadığı derecede bozuk bir nesil olarak karşımıza çıkacaktır. (321)
-Bugün İslam’da en mühim mesele giyim-kuşam işi değildir. Allah’ın emirleri ve nehiyleri, libasa taalluk eden kıyafetlerle hudutlandırılamaz. Kavuk, sarık, şapka, şalvar, hırka ve her çeşit libas bu dünyada kalacak nesnelerdir. Ama bizimle beraber gidecek olan öyle kıymetler var ki onun için de kalbimizin giyimli olması lazım. O soygun, o çıplak olursa, işte bu müşkül. Mamafih ruhun giyimli olması, yalnız şekilde kalmış bir ibadet ile de temin edilemez. Kin, kibir, yalan, riya, hile, kalb kırmak, ara bozmak gibi nefsin yedi başlı ejderi içimizde yaşar ve ruhumuzu çırılçıplak bırakırsa, istediğimiz kadar carlara, feracelere, çarşaflara sarılalım ne faide? (372)
-Elbette Kur’an-ı Kerim’de tesettür ayetleri vardır. Fakat hiçbir din uleması bunun hududunu ve şeklini tarif edemez. Nitekim, çeşitli Müslüman memleketlerinde tesettür anlayışı başka başkadır. Tesettür, kadının iffetli, hayalı ve edepli olan kıyafeti ihtiyar etmesidir. (377-378)
-Şu bir gerçek ki eski devrin kadını, intikal zamanlarının hastalığı gereğince, klişeleştirilmiş bir bedbahtlık isnadına rağmen, bugünkü kadından çok daha mesuttu. Onun inkar kabul etmez saadetinin canlı şahitleri, ana otoritesi altında yetişen çocuklar ve bir nizamın mümessili olan bu çocuklara sahip olan cemiyetti. (395)
Kültür Bakanlığı Yayınları, 1976 basım, 1.baskı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder