16 Haziran 2025

TARİHSELCİLİK – TAHSİN GÖRGÜN

-Tarihselcilik, insanın zaman ile irtibatında, zamana mahkûm olmasını ve dolayısı ile kendi özgülüğü ve özgürlüğünden vazgeçerek, ne idüğü belirsiz bir “sürece” teslim olmasını makul ve hatta zorunlu bir durum gibi gösteren bir ideolojidir. (13)

-Dolayısı ile insanın zamana ve şartlara karşı direnebilmesinin esasında, tarih boyunca, nebilerin tebliğ ettiği hikmetin bulunduğu ve bu hikmet sayesinde insanlığın, kendi ürettikleri kurumların ve kuralların tecessüm ettiği mekanizmalara karşı kendi özgünlüğünü (yani asli ve hakiki aidiyet çerçevesi ile irtibatlı olmasını) ve özgürlüğünü (özgün bir şekilde varlığını sürdürebilme imkânı) muhafaza edebileceğinin bulunduğunu söyleyebiliriz. (14)

-Dinin özünü sittlichkeit/ahlakilik olarak kabul etmek, Pavlus2un kurduğu Hristiyanlığın tamamen karşısında olan, onu nefyeden bir yaklaşımdır. Zaten Hegel de Katolik Kilisesi’nin(Roma Kilisesi denir yaygın olarak) öğretisini de bu cihetten, pozitif/mevzu/uydurma din olarak nitelemektedir. (20-21)

-Hegel’in yapmaya çalıştığı şey, Tanrı’nın aleme içkin olduğu, kendisini tarihte gerçekleştirdiği, bu gerçekleştirme sürecinde kendisini ve kendi imkanlarını öğrendiği, dolayısı ile bütün bir tarihin Tanrı’nın deneme yanılma yoluyla kendi kendisini tanıma sürecinden ibaret olduğunu iddia etmekten ibarettir.

-Bir insan ya Müslümandır veya tarihselcidir. (28)

-Türkiye’de ben tarihselciyim diyenlerin hakiki anlamda tarihselcilik ile bir alakaları olduğunu söylemek kolay değildir. Ben tarihselciyim diyenler arasında, bildiğim kadarıyla, Tanrı’ı âleme gömerek inkâr eden herhangi bir şahıs mevcut değildir. Yapılmaya çalışılan, Fazlurrahman örneğinde gördüğümüz gibi 19.yüzyılın ortalarından 20.yüzyılın ortalarına kadar dünyayı istila ederek tahakküm düzeni oluşturmuş olan emperyalizmle yüzleşecek konum, donanım ve cesaret olmadığı için, emperyalizmin talepleri/beklentileri doğrultusunda Müslümanların inanç konuları ve esasları ile ilgili makul gözüken şüphelere kendilerini kaptırarak, bu şüphelerde takılıp kalmaktan ibaret olmuştur. Bu tavrın adı tarihselcilik değil, konformizmdir. Konformizm ile tarihselciliği birbirinden tefrik etmek gerekmektedir. (31)

-İnsan için hakikatin Hakk ile son peygamber üzerinden irtibat olduğu dikkate alındığında, hakikate sadakat son peygamberle irtibat üzerinde, bu irtibatın tek tek fertler kadar bütün bir insanlık için taşıdığı ehemmiyetin farkında olan bir hassasiyeti iktiza ettiği ortaya çıkar. Bunu fark etmek bütün bir tarihi, peygamberler tarihi olarak kavrarken, son peygamberden sonraki tarihi de bu peygamberin tebliğinin tesir tarihi olarak kavramayı ve anlamayı işaret etmektedir. Müslümanlar bu perspektifi asırlar boyu muhafaza etmekle birlikte, bu cihet son asırda epeyce ihmal edilmişe benzemektedir. Bu perspektifin en önemli hususiyeti, Hz. Peygamber’i tarihi akışın hem parçası hem de o akışa aşkın bir konumda görebilmesiydi. Bu perspektifin ihmal edilmesi, Müslümanların Hz. Peygamber ile olan irtibatını da epeyce zedelemişe benzemektedir. (41)

-Aynı şekilde Nietzsche’nin, yaygın olarak bilindiğinin aksine nihilist olmayıp, kendisini -Hegel’in zamanını aşan insan tasavvurunun tecessüm etmiş hali olarak- insanlığın gelecekte karşılaşacağı nihilizm karşısında uyarıcı olarak takdim etmesi, Almanya’da siyasi bir tavır olarak ortaya çıkan tarihselciliğin, bir yere kadar mevcudu muhafazaya yaramakla birlikte, uzun vadede ya bir ‘iktidar iradesi’ne ve/veya kategorik bir nihilizme dönüşeceğini göstermesi açısından, üzerinde durulmaya değer bir husus gibi gözükmektedir. (57-58)

-Tarihselcilik, insanın tarihselliğini bir ilke haline getirerek Kartezyen tavrın esası olan hümanizmin zorunlu bir neticesi olarak bunu mutlaklaştırmış bunun aşılması yönündeki bütün gayretleri, zorunlu ama insani olmakla birlikte, yine tarihsel gayretler olarak kavramıştır. İslam medeniyetinde insanın tarihselliği, aşılması mümkün ve gerekli bir vakıa olarak kabul edilmiştir. Bunun aşılmasının ancak ilahi bir hidayetle mümkün olduğu, bu hidayetinde vahiyle, yani Hz. Peygamber’e gönderilen son ve sonuncu risaletle gerçekleştiği benimsenmiştir. Buradan hareketle, insani varoluşun mütemmim cüzü olan tarihselliğin, heva ve heves şeklinde, her zaman ve durumda insanın aşması gereken bir durum olarak karşısında bulunduğu; bunun da ancak havf ve reca içerisinde yaşamak anlamında uyanık kalmakla mümkün olduğu vurgulanmıştır. Uyanık kalma gayretinin muhtelif isimleri olsa da bunlar arasında “nefisle cihat”, “tahkik”, “tahkiki iman”, “sünnete ittiba” “bidatlerden uzak durma” gibi birçok terim, İslam kültüründe, insanın kendi tarihselliği ile baş etmesi gayretinin, en esaslı meselelerinden biri olduğunu göstermek için yeterlidir. (85-86)

- “Tarihselcilik”, kendini müstağni görerek tuğyana düşmüş olan bir insan grubunun, bu halini hakikatin kriteri haline getirerek, diğer insanları bunu kabule zorlaması ile yaygınlaşmış “nihilist bir tavır”dır. İnsanlığın zaman zaman başına gelen hallerden bir hal olarak görülmesi ve kavranması, anlaşılması ve üstesinden gelinmesinin de ön şartıdır. (93)

- “Bilmek” ile “var olmanın” İslam toplumu için bir ve aynı şeyin iki farklı ifadesi olduğunu söyleyerek, bilfiil var olmanın Müslümanlık için “ilim ile amel”den başka bir şey olmadığını da dile getirmiş oluyoruz. (99)

-Mütevatir, taayyün edenin, yani aynî varlığın şehadet yoluyla varoluşunu sürdürmesinin adıdır ve bu, bugün bilgi ile varlığın, bilme ile var olmanın özdeş olduğu hâl olarak ifade edilebilir. (102)

- “Dinin yeniden yorumlanması” fikri, sömürge döneminde, İslamiyet’in medeniyete engel olduğu tezi ile bağlantılı olarak, dinin yeniden yorumlanarak medeniyetle herhangi bir çatışmasının olmadığını gösterilmesi amacına matuf olarak ortaya çıkmışa benzemektedir. (126-127)

-Dinin yeniden yorumlanması meselesi, doğruluğundan şüphe edilmeyen dine, hayatın nasıl yaklaştırılacağı meselesi olarak ortaya çıkmış olmayıp, doğruluğundan şüphe edilemeyen “modern başarılara”, daha doğrusu “Batı tahakkümüne” dinin nasıl yaklaştırılacağı ve dinin buna nasıl “daha uygun” hale getirileceği meselesidir. (128)

-İçtihat kapısının kapalı olduğunu savunanların bu gayretleri, siyasi olarak artık etkinliğini epeyce yitirmiş olan ve içtihat adı altında dinin geçersiz kılınmaya çalışıldığının farkında olan bazı alimlerin, hiç değilse mevcudu muhafaza etme gayretinin dolaylı bir ifadesinden başka bir şey değildi. (130)

-(63.dipnot / İlahiyat fakültelerinde ve tarih bölümlerinde tarih derslerinin veriliş şekli söz konusu olduğunda, İslam ve Osmanlı tarihi tamamen birbirinden farklı iki tarih olarak ele alınmakta, İslam tarihi Abbasilerin sona ermesiyle bitirilmektedir. Bu husus üzerinde ne kadar durulsa yeridir, ancak biz burada bu hususa sadece bu kadarlık işaret etmenin yeterli olduğunu düşünüyoruz) (134)

-Bu husus, kapitalizmin gelişmesi ile liberalizmin yaygınlaşması arasında görülen irtibata dayandırılmaktadır. (71.dipnot/ İslam ile kapitalizm arasında esaslı bir uyuşmazlık olmadığı tezi, Maxime Rodinson yanında başka oryantalistler tarafından da muhtemelen kapitalizmin gelişmesine ideolojik destek sağlamak amacıyla savunulmuştur. Mesela bk: Maxime Rodinson, İslam et le Capitalism, Paris 1966; Peter Gran, İslamic Roots of Capitalism: Egypt 1760-1840, Austin 1979) Maxime Rodinson’un İslam ile kapitalizm arasında “doktrinel” bir çatışma olmadığını iddia ettiğini, bu durumu biraz karanlık hale getiren bazı hususlar söz konusu olduğunda, bunun gelenekteki bazı unsurların geçmişte yapıldığı gibi kreatif bir şekilde “yeniden yorumlanarak” aşılabileceğini söylemektedir. (143)

-Tecrübelerin bir kelimeye tekabül ettiği ve o tecrübeler değiştiği sürece kelimenin anlamının da değişmesi gerektiği iddiası, tarihsellik denilen yaklaşıma geçişin başlangıcıdır. (161)

-Batı’da bir bütün olarak düşünceyi varlığın önüne geçirmek gibi bir problem var. Bunun Almanlar tarafından radikalleştirilmiş haline tarihselcilik, Fransızlar tarafından radikalleştirilmiş haline pozitivizm, İngilizler tarafından radikalleştirilmiş haline de empirisizm denir. Bunların hepsi Kartezyen tavır içerisinde yer alır ve ilerleme(progress) fikrine dayanır. Bu, tayin edici esas unsurdur. (163)

-İsmet Özel’in Cuma Mektupları hem tavır hem amaç hem de yaklaşım şekli olarak Fichte’nin Alman milletine yazdığı nutukların benzeridir. Cuma Mektuplarının da amacı, Türkiye’nin iktisadi, kültürel, siyasi her alanda özgürlüğüne kavuşmasına matuftur. (165)

-1830’larda Osmanlı Devleti’nde bazı reformlar yapılması gerektiğinde, çok sayıda Batılı devlet adamı ve düşünürün de fikri alındı ve bunlardan birisi de Avusturya-Macaristan prensi Metternich’tir. Onun kırk sayfalık bir yazısı arşivde yer almaktadır ve orada Osmanlı Devleti’ne tavsiye olarak mealen, “Sakın biz de dahil olmak üzere hiç kimseden kanun ve müessese tercüme edip almayın. Çünkü hiçbir toplumun kanun ve müessesesi diğerine uymaz. Siz kendi değerlerinizi işler hale getirmeye çalışın” der. Çok kültürlü biri olan Metternich’in 1830’lardaki bu tavsiyesi, Almanya-Fransa arasındaki çatışmaya dayalı bir tecrübenin ürünüdür ama bu tavsiye, Osmanlı Devleti’nde gereği gibi anlaşılmamış ve dikkate alınmamıştır. (173)

-Almanlar, tarihselciliği varlıklarını sürdürebilmek için bir ideoloji olarak geliştirdiler. “Yani her şey tarihseldir ve biz farklıyız ve bu farklılığı vurgulayıp geliştirerek varlığımızı devam ettirebiliriz” dediler ve yaptılar. Tarihselciliğin ve Alman istisnacılığının tarihi nedenleri var. Almanlar zorla Hristiyan yapılan toplumlardandır, yani Germenler Roma İmparatorluğu tarafından zorla Hristiyanlaştırılmıştır. Fakat Germenler Romalılar tarafından normal insan olarak kabul edilmemiş, hep yabani veya barbar olarak görülmüş ve hala da öyle görülür. Germenler bir taraftan askeri yönü çok güçlü ama diğer taraftan da merkez denilen Latinler tarafından hiçbir zaman normal insan olarak kabul edilmemiştir. Böyle olunca Germen-Romen çatışması her zaman var olmuştur ve zaman içerisinde bir rekabete dönüşmüştür. Yoksa Germenler, çok özel niteliklere sahip olduklarından gelişmediler. Günümüz Almanya’sı söz konusu olduğunda bu durum, hermenötikte daha açık olarak görülebilir. Gadamer’e gelinceye kadar Almanlar, Birinci Dünya Harbi öncesindeki tavırlarını devam ettirdiler. Mesela herhangi bir Alman filozofun, Descartes dışında, bir İngiliz veya Fransız düşünürüne atıfta bulunduğu görülmez. Hermenötikle ilgili Gadamer’in seçmelerinde ne Emilio Betti’den ne Ricoeur’dan ne Hirsch’ten bahsedilir, sadece Almanlardan iktibas vardır. 1960’lı yıllara gelince işgal şartlarında durum değişir ve bunun değişmesinde Frankfurt Ekolü’nün büyük etkisi vardır. 1960’lı yıllardan sonra iktisadi ve siyasi olarak Almanya’yı entegre etme süreci başlar, ama Almanlar hala direnmektedir. Bu sürecin en bariz düşünürü Habermas’tır ve Almanya’yı dünya sistemine entegre etme sürecinin kilometre taşlarından biridir. (183-184)

-Fazla zikretmemekle beraber Nietzsche, Schopenhauer’in en büyük muhatabı ve münekkididir. Nietzsche’nin en temel kitabı İktidar İradesi’dir. İnsanların en fazla üzerine durduğu konu iktidar, iktidar da esas itibariyle siyasi iktidardır. Onun dışındaki her şey araçtır, yani din, dil, para ne varsa iktidarı elde etmenin bir aracıdır. Hegel ile başlayan süreç içerisinde mutlak olanla irtibatın koparılmasıyla birlikte, modern devlet Tanrı’nın yerini alır ve iradesini gerçekleştirmek için her türlü aracı kullanmayı mübah sayar. Bizde bile “Devlet hata yapmaz” denir ve bu modern devlet düşüncesini ifade eder. Hegel’e göre mutlak ruh, en mükemmel halini devlette tecessüm ettirir. Tanrı hata yapmayacağına göre onun tecessüm ettiği haliyle devlet de hata yapmaz. (190)

-Siyasi koruma olmadan mevkıf-ı medeni korunamaz. İbn Haldun’un iyi bir talebesi olan ve Endülüs’ün son zamanlarında yaşayan İbnu’l-Ezrak, 1481’de Kudüs’te vefat etmiş büyük bir alimdir. Kitabının birinci cildinde Mukaddime’yi özetler, ikinci cildinde kendi tavrını geliştirir ve orada ortaya koyduğu temel tezi şu: Endülüs’teki halifeye itaat, bütün Müslümanlara, en azından Endülüs’te yaşayanlara farzdır. “Bizim Sünni kültür itaat kültürüdür, onlar hayır demeyi bilmezler” gibi yorumlar yapılmaktadır. Fakat bunun böyle olmadığı şuradan fark edilebilir: Onun yaşadığı Endülüs’te merkezde bir halife ve halifenin yanında bir sürü küçük grup var. Bunlar halifeliği ele geçirmeye uğraşırlar ve bu rekabet bayağı bir parçalanmaya yol açar. Bu dönemde İspanyol hakimiyetini temsil eden Ferdinand ve İsabella, halifeye karşı diğerlerini destekler ve isyanı sürekli körükler. Eğer herkes halifenin etrafında toplanırsa ve siyasi birlik sağlanırsa, İspanyolların Endülüs2ü ele geçirme imkanı zayıflayacak. Eğer bölünmüşlük devam ederse, belli bir süre sonra siyasi hakimiyet elden gidecek ve orada Müslümanların varlığını sürdürmesi mümkün olmayacak. O zaman siyasi hakimiyetin Müslümanların elinde kalması, orada varlıklarını sürdürebilmelerinin ön şartıdır. Bu durumda İbnu’l-Ezrak işin farkında ve söylediği şey şu: Biz bu şartlarda dinimizi yaşamak, Müslüman olarak varlığımızı sürdürmek istiyorsak, halifeye onun Allah’a açık bir şekilde isyan etmediği konularda itaat etmeliyiz. Öyleyse mevkıf-ı siyasiyi korumak çok önemli. (208-209)

-İnsan kendi dünyasını değiştirme imkanına sahip değil. Bunun istisnası peygamberlerdir ve bunlar sadece din tebliğ etmezler, aynı zamanda yeni bir dünyanın oluşumunu da sağlarlar. Mesela Cahiliyye devrinden Asr-ı Saadet’e geçişte bir dünya değişikliği yaşanır ve bundan sonra her bir şey yeni olarak algılanır. Kâbe, önce bir şey olarak algılanırdı, İslam’dan sonra başka bir şey. “Cahiliyye döneminde x şeyi şu anlama gelirdi ve İslami dönemde aynı anlamı muhafaza etti” denilebilecek hiçbir şey yok, yani yürümek ve yemek yemek de buna dahil. Tabii bazı şeyler sadece anlamına bakılarak çıkarılamaz, onların bütün içerisinde edindiği yere bakmak lazım. Hz. Peygamber’in tebliğiyle birlikte üçüncü bir tarihselliği aşma imkânı ortaya çıkar; vahiy. (221)

-Türkiye’de tarihselcilik ilk olarak Mehmet Aydın Hoca’dan duyuldu. Önce gelenekte dini olan ile tarihsel olanın ayrılması şeklinde başladı, daha sonra Kur’an’da dini olan ile tarihsel olan şeklinde devam etti. Fakat Aydın Hoca bundan bahsederken, en azından ne talebeler ne de öğretim üyeleri arasında kimse onu referans almadı. Türkiye2de ilahiyatçılar arasında tarihselcilik terimi, esas olarak Fazlurrahman’ın eserlerinin Türkçeye çevrilmesiyle başladı. Fazlurrahman’ın ilk kitabı olan İslam’ı Mehmet Aydın ile Mehmet Dağ çevirmiştir. O zaman tarihsellik dendiği vakit ilk akla gelen Fazlurrahman olmuştur. (221-222)

-Tarihselcilik, hırsızlığın “kötü” olduğunu kabul etmenin, genel geçer olmadığını kabul ettiğinizde başlar. Eğer “evrensel” olarak, hırsızlığın kötü olduğunu ve bunun hiçbir zaman değişmeyeceğini söylerseniz, bu tarihselcilik değildir. Bu, belki eksik bir Müslümanlıktır veya Müslümanlıkta eksik kalmaktır. (227)

-Sabır, esas itibarıyla doğruda ısrardır, yoksa “Bu bizim kaderimizdir” diyerek insanın başına gelen her şeye katlanması değildir. Bu katlanmanın bir anlamı var ve yolda yürürken karşına çıkan her türlü sıkıntıya katlanmak sabır değildir. (232)

-A.Nesefi der ki: “Şeriat, Peygamber Efendimizin sözüdür, tarikat onun işidir, hakikat de onun gördüğüdür” Yani hakikate veya Peygamber Efendimizin gördüğüne talip olmak, onun tecrübesine talip olmaktır. (237)

Tire Kitap, 2023 basım, 2.baskı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...