-Modern
sanayi toplumu, yetkinin, ihtisasa ve başarıya verildiği kan, hısım ve klan
bağlılığı düzeninin atomize olmuş aile ve ulusal bağlılık düzeyine çıktığı,
ihtisasın yoğunlaştığı, iş bölümünün arttığı, sanayileşmenin doğurduğu sınıf
çatışmalı toplumun ürettiği, paylaşılan, pluralist bir iktidar yapısına sahip
bir toplumdur. (20)
-Sosyo-ekonomik
gelişme ile değişen çevre, toplumda bir kültür değişimi de sağlayacak ve yeni
kültürlerle birlikte gelişen yeni değerler toplumu o değerlerin zorunlu kıldığı
düzeye itecektir. Toplumla kültür arasındaki bu karşılıklı etkileşme, toplum
gelişim nedeni ile farklılaşıp atomize oldukça dinsel dozunu kaybedecek; din,
yerini, giderek modern teknolojinin getirdiği çağdaş değerlere terk edecektir.
(23)
-Sosyo
ekonomik düzenin bütün safhalarını da sıkı denetimi altında bulunduran Osmanlı
devleti, bu tutumuyla, tarihi gelişim doğrultusunu izlemeyecek şekilde
sınırlamıştır. Üretim araçlarının ve bütün üretim ilişkilerinin devletin
sınırlandırıcı denetimi altında olması, bütün ekonomik alanlarda kapital
birikimini engellemiş ve bunun sonucu olarak da sanayi devrimi
gerçekleştirilememiş ve bir burjuva sınıfı doğamamıştır. Tersine, toplum sert
ve otoriter bir dinin çevresini meydana getirdiği statik bir statü toplumu
olarak kalmıştır. İşte bu farklılaşmamış toplum yapısı Osmanlı toplumunda
İslamiyeti ideoloji haline getiren başlıca unsurdur. (36)
-Bu
anlamda Osmanlı toplumu hem ucuz ham madde sağlanabilecekti hem de Batının
sanayi ürünlerinin kolayca satılabileceği bir toplum durumundadır; çünkü ne
kendi yeraltı zenginliklerini kullanacak kadar sanayileşmiş ve teknolojide
ilerlemiştir, ne de silahlı Emperyalizme karşı koyacak kadar mali ve siyasi bir
güce sahiptir. Bu nedenle Laissez Fairci akıma gümrük duvarları ile karşı
koyamamış, aksine onun etki sahasına kolayca girmiştir. (49)
-İngiliz
Başbakanı Palmerston'un, sözleşmeyi imza eden İngiliz heyetini kutlamak için
Winsdor Castle'dan yolladığı 15 Eylül 1838 tarihli mektubunda "Tahminlerin
fevkinde bir başarı, şaheser" diye tanımladığı 1838 Ticaret Sözleşmesi
sonucu beliren durumu şöyle açıklayabiliriz: İngilizlerin bu sözleşme sonucu
elde ettikleri yeni ayrıcalıklar önceden verilmiş olan kapitülasyonlarla
beraber yürürlüğe girecek ve İngilizler "en ziyade müsaadeye mazhar millet"
muamelesi göreceklerdi. Sözleşme aynı zamanda yabancı tüccarın üzerinde büyük
bir titizlikle durduğu çok önemli bir sorunu da Batı sanayii lehine
çözümlemekteydi. Bütün Osmanlı ülkelerinde yürürlükte olan her türlü tekeller
kaldırılacak, yalnız yabancılar değil yerliler de her malı serbestçe almak ve
satmak hakkına sahip olacaklardı. Yed-i vahitlerin kaldırılması "serbest
ticaret" akımının Osmanlı İmparatorluğunda hâkim kılan en büyük unsur
olmuştur. Bu önemli değişim sonucu, Osmanlı idaresi çok önemli bir gelir kaynağından
mahrum bırakılmış ve tekellerin kaldırılması daha sonraları dış borçlanmalara
yol açan bir mali buhranın temelinde yatan en büyük neden olmuştur. (53)
-Özellikle
20.yüzyılın başlarında Alman Emperyalizminin etki alanına daha fazla kayan
Osmanlı Devleti için, Almanya saflarında harbe girmek kaçınılmaz olmuştur. Bu
anlamda, Bağdat demiryolu, yalnızca Anadolu'nun servetlerini Berlin'e taşıyan
bir araç değil fakat "Hasta Adam" Osmanlı Devleti'nin ölümüne yol
açan son savaş girişiminin başlıca tahrikçisi olmuştur. (58)
-Z.F.Fındıkoğlu
Tanzimat için "Osmanlı sosyal hayatının bütün sınıf ve tabaka tezatlarını
meydana çıkaran bir hadisenin isminden başka bir şey değildir" diyor.
Gerçekten de Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Arazi Kanunu hep emperyalist
devletler tarafından ileri sürülen "İdari reform" baskılarına verilen
cevaplar olarak nitelenebilir. Devletin ödeme sisteminde "aynilik"ten
"nakdilik"e geçiş gerçekleştikçe bunun Avrupavari bir memur tabakası
gerektirdiği görülüyordu. Paşalıklar, Arpalıklar, Dirlikler kaldırıldı. Arazi
mülkiyeti kişileştirilme yoluna götürüldü. Fakat ekonomik gelişme olmadığı için
nakdi hizmet ödeme sistemi Osmanlı Maliyesinin başına büyük sıkıntılar açtı.
Avrupa devletlerinin de ağırlıklarını koyarak talep ettikleri idari reformların,
serbest ticaretin yasalarla korunmasını sağlamak için olduğunu söyleyebiliriz.
(61)
-Osmanlı
İmparatorluğunun yalnızca bir tarım ülkesi olarak kalması bu ülke içindeki
egemen sınıfların da işine geliyordu. Toprak ürünlerini ellerinde tutan sınıf dış
ticaretten daha fazla kar elde ediyor, Osmanlı ticaretini de kontrol ettikleri
için çıkarları iki yönlü oluyordu. Osmanlı ham maddelerine daha fazla fiyat
verebilen batı kapitalizmi karşısında Osmanlı sanayii daha fazla zorlanıp
sönmeye başlayınca Osmanlı İmparatorluğu yalnızca ham madde üreten bir ülke
haline dönmüştü. 1845 yılına kadar Osmanlıların İngiltere'ye olan
ihracatlarında önem bakımından tahıl 18.sırayı kapsıyor ve 1846'da tahıl
kanunlarının kaldırılmasından sonra 1850'de 4.önemde ihraç maddesi haline
geliyordu. 1855 yılında ise Osmanlı İmparatorluğunun İngiltere'ye ihracatında
tahıl baştan 2.sırayı tutmaktadır. (63)
-Batıya
açılma ve batı emperyalizminin yörüngesine girme, Osmanlı toplumsal yaşantısı
üzerinde o denli etkili olmuştu ki 19.yüzyılın ikinci yarısındaki İstanbul'un
şehir olarak görünümü şöyle tanımlanıyordu: "...Paltosuyla İngiliz,
şapkası ile Fransız, birahaneleri ile Alman, müziğiyle İtalyan, meyhaneleriyle
Rum, bekçi ve hamallarıyla Türk bir İstanbul doğdu." (65)
-Geniş
Osmanlı kitlelerinin yabancılık çekmeden katılacakları bir sistemi yaratmak
için baş vurulacak tek çare siyasal sistemi toplum içerisinde en yakın kültür
ve değer sistemine dayandırmak olacaktır. Ama batıdaki temsil ve denetim
kurumları ne İslam dininde ne de sanayileşmemiş, farklılaşmamış bir alt yapının
kaderci ve otoriter yansıması olan Osmanlı siyasal kültüründe bulunmaktadır.
Statü kaydından dolayı batılılaşmaya karşı çıkan Yeni Osmanlılar, sosyo-ekonomik
yeteneksizliklerden dolayı yabancı ve olumsuz karşılanan batı kurumlarını
şeriata dayandırarak sürdürmek istemişlerdi. Batıda çok başka gayelerle ve
sosyal güçlere dayanılarak kurulan bu kurumların şeriata dayanarak
yaşayamıyacağı ise farkedilememişti. Ama özellikle Namık Kemal bunu belki de
aşırı iyimserliğinden dolayı görmemişti. Tıpkı romanlarında, özlemini çektiği
açıkça belli olan ve ancak batı kültürlerinde bulabileceğimiz kahramanlarının
da sanayileşmiş, burjuva toplumlarında bulunabileceğini görmemiş olması gibi.
(72)
-Kemalist
devrim, ancak bir burjuva düzeninin üst yapısını meydana getiren parlamenter
rejimi gerçekleştirdiği ve devrimden sonra burjuvazinin gelişme ortamını
sağladığı anlamlarda bir burjuva devrimidir. Bu anlamda bir burjuva devrimi
olarak nitelenen Kemalist devrim, aynı zamanda büyük ölçüde bürokratik ve
askeri bir ağırlığa sahipti. Bu bürokrat ve askerlerin Anadolu'da devlet kurma
çabaları biraz da "kul olabilecekleri bir kapıyı" yaratmak
çabalarıdır. Bu anlamda ilk Osmanlı bürokratlarının siyasal ve ekonomik
davranışlarının uzantısını Cumhuriyet asker bürokratlarında da görmek
mümkündür. Haklı sayılabilecek bir "Cılız Cumhuriyeti korumak"
kaygısı ile devletin dışında her türlü gelişme ve birikim kuşku ile
karşılanmış, devlet sadece belirli kişileri kendi eliyle kalkındırma dışında
kendine rakip olması muhtemel her oluşumu önlemiştir. (79)
-1950'lerden
başlayarak, 1960'lardan sonra daha da hızlanan bir gelişme sürecinin, egemen
sınıfların yanısıra, halkın büyük bir kesitine de gelişmeden eskiye oranla
oldukça büyük pay verdiği açıktır. İnsanlar toplumumuzda gene sömürülmektedir
ama bu tarih boyunca en az sömürüldükleri zamandır. Örneğin kapitalist gelişim
sonucu büyüyen bir işçi sınıfı Türk halkının gelişmeden, geçmişe oranla, daha
yüksek pay aldığı bir kesitini meydana getirmektedir. Düzeni dinsel değerlere
bağlayarak ve şeriatçı bir siyasal yapıya oturtarak geri götürmek isteyenler
halkın değişimden mutlak zarar gören bir kesitidir ki kendilerini bütün Türk
halkıyla özdeşleştirmek olanaksızdır. Bu nedenle onlara "İslamcılar"
demekle yetinmeli ve demokratik hayatı giderek vazgeçilmez bir unsur olarak
benimseyen halkımızdan ayırmalıyız. (86)
-Tek
partili dönemde kuşkusuz düzenin tek hakimi ve tek sömürücü sınıfı bürokratlar
değildir. Önceden de belirtildiği gibi tek parti çatısı altında bürokratların
yanı sıra egemen sınıfları meydana getiren ticaret burjuvazisi, eşraf ve
kapitalist tarım yapan toprak ağaları da vardır. Bozuk düzenin gerçek
temsilcisi olan bu gelişen burjuvazi, kendisini ve marifetlerini, halkın
gözünden saklamasını bilmiş ve sanki düzenin baş sorumlusuymuş gibi bürokrasiyi
öne sürmüş ve onu suçlamıştır. Batılılaşmanın görünüşüne karşı olan halk ise
gerçekten de karşısında hep bürokrasiyi görmüş, dinsizliği icat ederek ekonomik
sömürüyü onların savunduğuna inanmıştır. Böylece asıl sömürü düzenini yaratan
güçler halkla iğreti bir ittifak kurmuş ve halkın kafasında sömürüyü ve
yabancılaşmayı temsil eden batılılaşmaya sözde karşı çıkarak kendilerine
iktidar yollarını açmışlardır. Halk ise batılılaşmadan en fazla bu burjuva
sınıfının çıkar sağladığını ve bu yeni sınıfın batılaşmaya karşı hiçbir ciddi
harekette bulunamayacağını görmemiş, aksine "onların iktidarında çirkin
karılarının bile güzelleşeceğine inanmışlardır." (86-87)
-27
Mayıs 1960'ta DP dönemini sona erdiren hareket, aslında sadece özgürlüklerin
korunması ve rejimi muhafaza amacıyla yapılmamıştır; 27 Mayıs, aynı zamanda,
burjuvazi karşısında siyasal bakımdan olduğu kadar enflasyonist bir kalkınma
modeli içinde sabit gelirli olarak ekonomik bakımdan ikinci sınıf vatandaş muamelesi
gören asker bürokratların düzene tepkisidir. (95)
-Bugünkü
bozuk düzene ve kendilerini ezen kapitalizm ve emperyalizme karşı çıkan
Cumhuriyetin radikal sağcıları ile batılaşmanın getirdiği bozuk düzene ve
sorumsuz büyük bürokrat hegemonyasına karşı çıkan Yeni Osmanlı hareketi
arasında temelde hiçbir fark yoktur. (107)
-Türkiye'deki
İslamcıların, statülerini ve gelirlerini giderek kaybeden gelişen topluma
giderek yabancılaşan, eğitim düzeyleri düşük kişiler oldukları göz önünde
bulundurulursa, otoriter kişiliklerinin hangi koşullardan oluştuğu
anlaşılabilir. (109)
-Modern
toplumun oluşturduğu kaçınılmaz bir sonuç o toplumdaki kişilerin, kendilerini
yurttaşları ve ulusları ile özdeşleştirebilme yeteneklerine kavuşmalarıdır. Bu
yeteneğin "İslamcılar" arasında bulunmayacağı kesindir. Statü kaybı
ve ekonomik gerileme sonucu toplumun gelişen kısmıyla araları giderek açılan
Türk İslamcılarının kendilerine karşı işleyen bir düzene tümüyle karşı
koyarlarken ve onu yeniden İslam milliyetçiliği ile yoğurarak şekillendirmeye
çalışırlarken "Türkçülük" gibi "Kavmiyet davaları" ile
uğraşmayacakları açıktır. Kurtuluş yolunda esas olan İslamiyettir. Türklük ise
İslamiyetin içinde erimeye mahkûm bir azınlıktır. Türkiye'deki İslamcıların
şovenist milliyetçi Alpaslan Türkeş taraftarlarını "Kuru" ve
"Ruhsuz" milliyetçiler olarak isimlendirmeleri de bu görüşe
dayanmaktadır. (111)
-Radikal
sağı, muhafazakâr sağdan ayıran diğer belli başlı hususlar şunlardır:
Muhafazakâr sağ, genellikle, tahsilli, ekonomik alanda başarılı teknolojiye
açık bir orta sınıf ideolojisi ise, radikal sağ da dünya görüşü sosyo-ekonomik
yeteneksizliklerden ötürü sınırlı olan, ekonomik ve teknolojik alanlarda
başarılı ve etkili olamamış, bu nedenlerle ezilmiş ve statü kaybına uğramış bir
sınıfın ideolojisidir. Muhafazakâr sağ, çevresine adapte olmasını bilmiş ve
onun tarafından ezilmemiş radikal sağ ise zamanın bütün sosyal güçlerine
düşmanlık duymuş çevresine adapte olamamanın psikolojik sarsıntılarını
geçirmiştir. (125-126)
-Burjuvazinin
halktan tamamen kopuk çıkarları nedeniyle körüklediği ve gelişmeden yarar
görmeyen sınıflar tarafından benimsenen dinsel irtica, DP iktidarının son
yıllarında, burjuvazinin baş destekleyicisi olmuştur. Said-i Nursi bir mektupta
talebelerini şöyle uyarmaktadır: "Biz Demokratları iktidar yerinde
muhafaza etmeğe Kur'an menfaatı için kendimizi mecbur biliyoruz." Said-i
Nursi ezilen ve sömürülen kitlelere kadercilik, kanaat ve sabır telkin etmiş ve
bu anlamda egemen sınıfların çıkarlarına hizmet etmiştir. (134)
-Türk
dincileri kapitalizmi solcu bir düzene ya da aydın-bürokrat egemenliğine tercih
ettikleri için onu ehven-i şer olarak kabul etmekte, kapitalistler ise dinin
zorunlu olarak kabul ettiği bu ittifakı sol aleyhine istismar etmektedirler.
(135)
-Yaşantılarını
sarsan ve kendilerini ekonomik bakımdan sömüren kapitalist gelişimi, tamamen
bir soysuzlaşma, normsuzlaşma ve gavurlaşma olarak gören Türk İslamcıları ancak
Tanrının adaletini topluma indirdikleri gün toplumu kurtarabileceklerine
inanmaktadırlar. Bu inançlarında da yanılmamaktadırlar. Çünkü İslami ilkelerle
yönetilecek bir toplum kendi ekonomik çıkarlarını koruyacak, durgun, yatay ve
dikey sosyal hareketliliğin olmadığı bir toplum olacaktır. Bu anlamda Türk
İslamcıları Türkiye'de ekonomik bilinçlerine en fazla sahip gruplardan biridir.
(147)
Gerçek Yayınevi, 1971 basım,
1.baskı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder