07 Ağustos 2025

100 SORUDA TÜRKİYE'DE DİN VE SİYASET - AHMET YÜCEKÖK

-Toplumun dini oluşturduğu görüşü kendini en güçlü T.H. Tawney'in, Marx'ın ve Engels'in eserlerinde göstermiştir. Var kabul edilen şeylerin algılanabileceğini ve duyumlanabileceğini ve bu nedenle Tanrının varlığının algılanamadığı sürece ispat edilemeyeceğini söyleyen Feurbach, Marx ve Engels'i bu konuda büyük ölçüde etkilemiştir. Din kurumunu bir üst yapı olarak niteleyen Marx ve Engels, dini sosyo-ekonomik koşulları yansıtan ve onlara dayanarak değişen bir değer sistemi olarak almışlardır. (11-12)

-Modern sanayi toplumu, yetkinin, ihtisasa ve başarıya verildiği kan, hısım ve klan bağlılığı düzeninin atomize olmuş aile ve ulusal bağlılık düzeyine çıktığı, ihtisasın yoğunlaştığı, iş bölümünün arttığı, sanayileşmenin doğurduğu sınıf çatışmalı toplumun ürettiği, paylaşılan, pluralist bir iktidar yapısına sahip bir toplumdur. (20)

-Sosyo-ekonomik gelişme ile değişen çevre, toplumda bir kültür değişimi de sağlayacak ve yeni kültürlerle birlikte gelişen yeni değerler toplumu o değerlerin zorunlu kıldığı düzeye itecektir. Toplumla kültür arasındaki bu karşılıklı etkileşme, toplum gelişim nedeni ile farklılaşıp atomize oldukça dinsel dozunu kaybedecek; din, yerini, giderek modern teknolojinin getirdiği çağdaş değerlere terk edecektir. (23)

-Sosyo ekonomik düzenin bütün safhalarını da sıkı denetimi altında bulunduran Osmanlı devleti, bu tutumuyla, tarihi gelişim doğrultusunu izlemeyecek şekilde sınırlamıştır. Üretim araçlarının ve bütün üretim ilişkilerinin devletin sınırlandırıcı denetimi altında olması, bütün ekonomik alanlarda kapital birikimini engellemiş ve bunun sonucu olarak da sanayi devrimi gerçekleştirilememiş ve bir burjuva sınıfı doğamamıştır. Tersine, toplum sert ve otoriter bir dinin çevresini meydana getirdiği statik bir statü toplumu olarak kalmıştır. İşte bu farklılaşmamış toplum yapısı Osmanlı toplumunda İslamiyeti ideoloji haline getiren başlıca unsurdur. (36)

-Bu anlamda Osmanlı toplumu hem ucuz ham madde sağlanabilecekti hem de Batının sanayi ürünlerinin kolayca satılabileceği bir toplum durumundadır; çünkü ne kendi yeraltı zenginliklerini kullanacak kadar sanayileşmiş ve teknolojide ilerlemiştir, ne de silahlı Emperyalizme karşı koyacak kadar mali ve siyasi bir güce sahiptir. Bu nedenle Laissez Fairci akıma gümrük duvarları ile karşı koyamamış, aksine onun etki sahasına kolayca girmiştir. (49)

-İngiliz Başbakanı Palmerston'un, sözleşmeyi imza eden İngiliz heyetini kutlamak için Winsdor Castle'dan yolladığı 15 Eylül 1838 tarihli mektubunda "Tahminlerin fevkinde bir başarı, şaheser" diye tanımladığı 1838 Ticaret Sözleşmesi sonucu beliren durumu şöyle açıklayabiliriz: İngilizlerin bu sözleşme sonucu elde ettikleri yeni ayrıcalıklar önceden verilmiş olan kapitülasyonlarla beraber yürürlüğe girecek ve İngilizler "en ziyade müsaadeye mazhar millet" muamelesi göreceklerdi. Sözleşme aynı zamanda yabancı tüccarın üzerinde büyük bir titizlikle durduğu çok önemli bir sorunu da Batı sanayii lehine çözümlemekteydi. Bütün Osmanlı ülkelerinde yürürlükte olan her türlü tekeller kaldırılacak, yalnız yabancılar değil yerliler de her malı serbestçe almak ve satmak hakkına sahip olacaklardı. Yed-i vahitlerin kaldırılması "serbest ticaret" akımının Osmanlı İmparatorluğunda hâkim kılan en büyük unsur olmuştur. Bu önemli değişim sonucu, Osmanlı idaresi çok önemli bir gelir kaynağından mahrum bırakılmış ve tekellerin kaldırılması daha sonraları dış borçlanmalara yol açan bir mali buhranın temelinde yatan en büyük neden olmuştur. (53)

-Özellikle 20.yüzyılın başlarında Alman Emperyalizminin etki alanına daha fazla kayan Osmanlı Devleti için, Almanya saflarında harbe girmek kaçınılmaz olmuştur. Bu anlamda, Bağdat demiryolu, yalnızca Anadolu'nun servetlerini Berlin'e taşıyan bir araç değil fakat "Hasta Adam" Osmanlı Devleti'nin ölümüne yol açan son savaş girişiminin başlıca tahrikçisi olmuştur. (58)

-Z.F.Fındıkoğlu Tanzimat için "Osmanlı sosyal hayatının bütün sınıf ve tabaka tezatlarını meydana çıkaran bir hadisenin isminden başka bir şey değildir" diyor. Gerçekten de Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Arazi Kanunu hep emperyalist devletler tarafından ileri sürülen "İdari reform" baskılarına verilen cevaplar olarak nitelenebilir. Devletin ödeme sisteminde "aynilik"ten "nakdilik"e geçiş gerçekleştikçe bunun Avrupavari bir memur tabakası gerektirdiği görülüyordu. Paşalıklar, Arpalıklar, Dirlikler kaldırıldı. Arazi mülkiyeti kişileştirilme yoluna götürüldü. Fakat ekonomik gelişme olmadığı için nakdi hizmet ödeme sistemi Osmanlı Maliyesinin başına büyük sıkıntılar açtı. Avrupa devletlerinin de ağırlıklarını koyarak talep ettikleri idari reformların, serbest ticaretin yasalarla korunmasını sağlamak için olduğunu söyleyebiliriz. (61)

-Osmanlı İmparatorluğunun yalnızca bir tarım ülkesi olarak kalması bu ülke içindeki egemen sınıfların da işine geliyordu. Toprak ürünlerini ellerinde tutan sınıf dış ticaretten daha fazla kar elde ediyor, Osmanlı ticaretini de kontrol ettikleri için çıkarları iki yönlü oluyordu. Osmanlı ham maddelerine daha fazla fiyat verebilen batı kapitalizmi karşısında Osmanlı sanayii daha fazla zorlanıp sönmeye başlayınca Osmanlı İmparatorluğu yalnızca ham madde üreten bir ülke haline dönmüştü. 1845 yılına kadar Osmanlıların İngiltere'ye olan ihracatlarında önem bakımından tahıl 18.sırayı kapsıyor ve 1846'da tahıl kanunlarının kaldırılmasından sonra 1850'de 4.önemde ihraç maddesi haline geliyordu. 1855 yılında ise Osmanlı İmparatorluğunun İngiltere'ye ihracatında tahıl baştan 2.sırayı tutmaktadır. (63)

-Batıya açılma ve batı emperyalizminin yörüngesine girme, Osmanlı toplumsal yaşantısı üzerinde o denli etkili olmuştu ki 19.yüzyılın ikinci yarısındaki İstanbul'un şehir olarak görünümü şöyle tanımlanıyordu: "...Paltosuyla İngiliz, şapkası ile Fransız, birahaneleri ile Alman, müziğiyle İtalyan, meyhaneleriyle Rum, bekçi ve hamallarıyla Türk bir İstanbul doğdu." (65)

-Geniş Osmanlı kitlelerinin yabancılık çekmeden katılacakları bir sistemi yaratmak için baş vurulacak tek çare siyasal sistemi toplum içerisinde en yakın kültür ve değer sistemine dayandırmak olacaktır. Ama batıdaki temsil ve denetim kurumları ne İslam dininde ne de sanayileşmemiş, farklılaşmamış bir alt yapının kaderci ve otoriter yansıması olan Osmanlı siyasal kültüründe bulunmaktadır. Statü kaydından dolayı batılılaşmaya karşı çıkan Yeni Osmanlılar, sosyo-ekonomik yeteneksizliklerden dolayı yabancı ve olumsuz karşılanan batı kurumlarını şeriata dayandırarak sürdürmek istemişlerdi. Batıda çok başka gayelerle ve sosyal güçlere dayanılarak kurulan bu kurumların şeriata dayanarak yaşayamıyacağı ise farkedilememişti. Ama özellikle Namık Kemal bunu belki de aşırı iyimserliğinden dolayı görmemişti. Tıpkı romanlarında, özlemini çektiği açıkça belli olan ve ancak batı kültürlerinde bulabileceğimiz kahramanlarının da sanayileşmiş, burjuva toplumlarında bulunabileceğini görmemiş olması gibi. (72)

-Kemalist devrim, ancak bir burjuva düzeninin üst yapısını meydana getiren parlamenter rejimi gerçekleştirdiği ve devrimden sonra burjuvazinin gelişme ortamını sağladığı anlamlarda bir burjuva devrimidir. Bu anlamda bir burjuva devrimi olarak nitelenen Kemalist devrim, aynı zamanda büyük ölçüde bürokratik ve askeri bir ağırlığa sahipti. Bu bürokrat ve askerlerin Anadolu'da devlet kurma çabaları biraz da "kul olabilecekleri bir kapıyı" yaratmak çabalarıdır. Bu anlamda ilk Osmanlı bürokratlarının siyasal ve ekonomik davranışlarının uzantısını Cumhuriyet asker bürokratlarında da görmek mümkündür. Haklı sayılabilecek bir "Cılız Cumhuriyeti korumak" kaygısı ile devletin dışında her türlü gelişme ve birikim kuşku ile karşılanmış, devlet sadece belirli kişileri kendi eliyle kalkındırma dışında kendine rakip olması muhtemel her oluşumu önlemiştir. (79)

-1950'lerden başlayarak, 1960'lardan sonra daha da hızlanan bir gelişme sürecinin, egemen sınıfların yanısıra, halkın büyük bir kesitine de gelişmeden eskiye oranla oldukça büyük pay verdiği açıktır. İnsanlar toplumumuzda gene sömürülmektedir ama bu tarih boyunca en az sömürüldükleri zamandır. Örneğin kapitalist gelişim sonucu büyüyen bir işçi sınıfı Türk halkının gelişmeden, geçmişe oranla, daha yüksek pay aldığı bir kesitini meydana getirmektedir. Düzeni dinsel değerlere bağlayarak ve şeriatçı bir siyasal yapıya oturtarak geri götürmek isteyenler halkın değişimden mutlak zarar gören bir kesitidir ki kendilerini bütün Türk halkıyla özdeşleştirmek olanaksızdır. Bu nedenle onlara "İslamcılar" demekle yetinmeli ve demokratik hayatı giderek vazgeçilmez bir unsur olarak benimseyen halkımızdan ayırmalıyız. (86)

-Tek partili dönemde kuşkusuz düzenin tek hakimi ve tek sömürücü sınıfı bürokratlar değildir. Önceden de belirtildiği gibi tek parti çatısı altında bürokratların yanı sıra egemen sınıfları meydana getiren ticaret burjuvazisi, eşraf ve kapitalist tarım yapan toprak ağaları da vardır. Bozuk düzenin gerçek temsilcisi olan bu gelişen burjuvazi, kendisini ve marifetlerini, halkın gözünden saklamasını bilmiş ve sanki düzenin baş sorumlusuymuş gibi bürokrasiyi öne sürmüş ve onu suçlamıştır. Batılılaşmanın görünüşüne karşı olan halk ise gerçekten de karşısında hep bürokrasiyi görmüş, dinsizliği icat ederek ekonomik sömürüyü onların savunduğuna inanmıştır. Böylece asıl sömürü düzenini yaratan güçler halkla iğreti bir ittifak kurmuş ve halkın kafasında sömürüyü ve yabancılaşmayı temsil eden batılılaşmaya sözde karşı çıkarak kendilerine iktidar yollarını açmışlardır. Halk ise batılılaşmadan en fazla bu burjuva sınıfının çıkar sağladığını ve bu yeni sınıfın batılaşmaya karşı hiçbir ciddi harekette bulunamayacağını görmemiş, aksine "onların iktidarında çirkin karılarının bile güzelleşeceğine inanmışlardır." (86-87)

-27 Mayıs 1960'ta DP dönemini sona erdiren hareket, aslında sadece özgürlüklerin korunması ve rejimi muhafaza amacıyla yapılmamıştır; 27 Mayıs, aynı zamanda, burjuvazi karşısında siyasal bakımdan olduğu kadar enflasyonist bir kalkınma modeli içinde sabit gelirli olarak ekonomik bakımdan ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören asker bürokratların düzene tepkisidir. (95)

-Bugünkü bozuk düzene ve kendilerini ezen kapitalizm ve emperyalizme karşı çıkan Cumhuriyetin radikal sağcıları ile batılaşmanın getirdiği bozuk düzene ve sorumsuz büyük bürokrat hegemonyasına karşı çıkan Yeni Osmanlı hareketi arasında temelde hiçbir fark yoktur. (107)

-Türkiye'deki İslamcıların, statülerini ve gelirlerini giderek kaybeden gelişen topluma giderek yabancılaşan, eğitim düzeyleri düşük kişiler oldukları göz önünde bulundurulursa, otoriter kişiliklerinin hangi koşullardan oluştuğu anlaşılabilir. (109)

-Modern toplumun oluşturduğu kaçınılmaz bir sonuç o toplumdaki kişilerin, kendilerini yurttaşları ve ulusları ile özdeşleştirebilme yeteneklerine kavuşmalarıdır. Bu yeteneğin "İslamcılar" arasında bulunmayacağı kesindir. Statü kaybı ve ekonomik gerileme sonucu toplumun gelişen kısmıyla araları giderek açılan Türk İslamcılarının kendilerine karşı işleyen bir düzene tümüyle karşı koyarlarken ve onu yeniden İslam milliyetçiliği ile yoğurarak şekillendirmeye çalışırlarken "Türkçülük" gibi "Kavmiyet davaları" ile uğraşmayacakları açıktır. Kurtuluş yolunda esas olan İslamiyettir. Türklük ise İslamiyetin içinde erimeye mahkûm bir azınlıktır. Türkiye'deki İslamcıların şovenist milliyetçi Alpaslan Türkeş taraftarlarını "Kuru" ve "Ruhsuz" milliyetçiler olarak isimlendirmeleri de bu görüşe dayanmaktadır. (111)

-Radikal sağı, muhafazakâr sağdan ayıran diğer belli başlı hususlar şunlardır: Muhafazakâr sağ, genellikle, tahsilli, ekonomik alanda başarılı teknolojiye açık bir orta sınıf ideolojisi ise, radikal sağ da dünya görüşü sosyo-ekonomik yeteneksizliklerden ötürü sınırlı olan, ekonomik ve teknolojik alanlarda başarılı ve etkili olamamış, bu nedenlerle ezilmiş ve statü kaybına uğramış bir sınıfın ideolojisidir. Muhafazakâr sağ, çevresine adapte olmasını bilmiş ve onun tarafından ezilmemiş radikal sağ ise zamanın bütün sosyal güçlerine düşmanlık duymuş çevresine adapte olamamanın psikolojik sarsıntılarını geçirmiştir. (125-126)

-Burjuvazinin halktan tamamen kopuk çıkarları nedeniyle körüklediği ve gelişmeden yarar görmeyen sınıflar tarafından benimsenen dinsel irtica, DP iktidarının son yıllarında, burjuvazinin baş destekleyicisi olmuştur. Said-i Nursi bir mektupta talebelerini şöyle uyarmaktadır: "Biz Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeğe Kur'an menfaatı için kendimizi mecbur biliyoruz." Said-i Nursi ezilen ve sömürülen kitlelere kadercilik, kanaat ve sabır telkin etmiş ve bu anlamda egemen sınıfların çıkarlarına hizmet etmiştir. (134)

-Türk dincileri kapitalizmi solcu bir düzene ya da aydın-bürokrat egemenliğine tercih ettikleri için onu ehven-i şer olarak kabul etmekte, kapitalistler ise dinin zorunlu olarak kabul ettiği bu ittifakı sol aleyhine istismar etmektedirler. (135)

-Yaşantılarını sarsan ve kendilerini ekonomik bakımdan sömüren kapitalist gelişimi, tamamen bir soysuzlaşma, normsuzlaşma ve gavurlaşma olarak gören Türk İslamcıları ancak Tanrının adaletini topluma indirdikleri gün toplumu kurtarabileceklerine inanmaktadırlar. Bu inançlarında da yanılmamaktadırlar. Çünkü İslami ilkelerle yönetilecek bir toplum kendi ekonomik çıkarlarını koruyacak, durgun, yatay ve dikey sosyal hareketliliğin olmadığı bir toplum olacaktır. Bu anlamda Türk İslamcıları Türkiye'de ekonomik bilinçlerine en fazla sahip gruplardan biridir. (147)

Gerçek Yayınevi, 1971 basım, 1.baskı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...