-Babamın anlattığına göre, dayısıyla işte yine böyle bir Yozgat dönüşünde, Yerköy yolunda Çapanoğlu İsyanı’nı bastırmak için Yozgat’a gelmekte olan Çerkez Ethem ve müfrezesine rastlamışlar. Çerkez Ethem ve kardeşi de faytonla, müfrezenin başında Yozgat’a gidiyorlarmış. Sarayköy denilen yerde karşılaşmışlar. Babam, o zaman on dört yaşlarındaymış. Haberi duydukları için faytondakinin Çerkez Ethem olduğunu tahmin etmişler. Çerkez Ethem babamın dayısına, “Kongreci misiniz, şeriatçı mısınız?” diye sormuş. O zaman Milli Mücadele’yi destekleyenlere bildiğiniz gibi “kongreci”, İstanbul hükümetinni destekleyenlere de “şeriatçı” deniyordu. Dayısı birden sorulan bu soruya çok şaşırmış. Bereket bu arada, Çerkez Ethem’in yanında oturan kalpaklı zat (ağabeyi Tevfik Bey), “Şeriatçı mısınız?” dendiğinde, “Hayır deyin” anlamında kaş atmış. Onun üzerine, dayı durumu anlamış ve “Kongreciyiz” demiş. Babam dayısının çok korktuğunu ama böylece paçayı kurtardıklarını söylerdi. (40-41)
-Şeyhzade Ahmet Efendi, bu üç sufi geleneği şahsında toplayan birisiydi gerçekten. Aile tasavvufi hayata ilk olarak büyük dedesinin mensup bulunduğu Halveti tarikatı içerisinde başlamış. Adını aldığı büyük dedesi Ahmet Şevki Efendi, yanılmıyorsam Sultan V.Murad’ın annesi Şevkefza Hanım Sultan’ın şeyhlerinden. Kastamonu’daki Şeyh Şaban-ı Veli geleneğine mensup bir Halveti şeyhi. Daha sonra, Yozgat’a yerleşiyorlar. Bu aile haddi zatında Kafkas göçmeni. 93 Harbi’nde Türkiye’ye gelip İstanbul’a yerleşiyorlar. Oradan Şevkefza Hanım Sultan, büyük Şeyh Ahmet Şevki Efendi’ye bir vakıf tesis etmek üzere yüklüce miktarda para veriyor. O da Yozgat’a geldiğinde, şu anda bitişikte kendi türbesinin de bulunduğu camiyi ve çeşmeyi inşa ettiriyor. Her ikisinin de kitabesi vardır. Orada anlatılır bu hadise. Torun Ahmet Şevki Efendi, Gedikhasanlı köyünde ikamet eden Şakir Efendi isimli büyük bir Nakşi şeyhine intisap ediyor. Nakşi geleneği aileye bu şekilde bağlanıyor. Bilahare Şeyhzade Ahmet Şevki Efendi’nin İstanbul’da büyük bir Nakşi-Kadiri şeyhi olan Mustafa Hulusi Efendi’yle de bağlantısı olmu. O vesileyle de Kadiri geleneği aile içerisine dahil oluyor. (48-49)
-Yozgat’ta okuma-yazma nispeti de oldukça yüksekti benim çocukluğumda. Yozgat Lisesi, CHP’li meşhur siyasetçi Avni Doğan, meşhur hukukçu Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, ünrlü romancı Abbas Sayar gibi çok önemli şahsiyetleri mezun etmiştir. (50)
-Benim bu okuldaki yedi yıllık tahsilim süresince bizzat Yozgat’ın ileri gelenlerinden yalnızca İmam-Hatip Okulu Yaptırma ve Yaşatma Derneği Başkanı, zengin bir manifaturacı ve babamın çok yakın dostu olan Hacı Rifat Bacanlı, Şeyhzade Ahmet Şevki Ergin ve bir de babam çocuklarını buraya göndermişlerdir. Topu topu şehrin varlıklı ailelerinden işte sadece üç öğrenci idik. İki din görevlisinin çocukları vardı ki, bunlardan biri daha önce adını zikrettiğim, Marmara İlahiyat’tan emekli hadis profesörü Mehmet Yaşar Kandemir, diğeri Kayseri İlahiyat’tan emekli Prof.Muhittin Bahçeci idi. 1960’da yedi sınıfta toplam 107 öğrenci olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Bu saydıklarımdan beşini çıkarırsanız, geri kalanların tamamı civar köylerden gelen fakir veya az çok varlıklı aile çocukları idi. (74-75)
-Taha Akyol’u ve beni babalarımız her yaz tatilinde Kur’an kursuna gönderiyordu. Babası Taha’nın Kur’an ve dini bilgiler öğrenmesini çok istiyordu. Ben de İmam-Hatip okulunda aldığım dersleri takviye etmek için gidiyordum. Kur’an kursundaki öğretmenlerimizden birisi, aynı zamanda İmam-Hatip okulunda da hem Kur’an-ı Kerim hem din dersleri öğretmenimiz olan, Yozgat Cami-i Kebir-i (Çapanoğlu Camii) baş imam ve hatibi Hafız Fazlı Lekesiz’di. Kendisi sonradan kayınpederim oldu. Çok muhterem bir zattır. Kurradır, fevkalade güzel bir sesi ve tavrı vardır, musikiden anlar. Klasik Osmanlı Kur’an tilavet geleneğini yıllarca sürdürmüştür ve ne yazık ki Türkiye’de, hacca gidip gelen imamlarımızın bilinçsiz bir şekilde taklit ettikleri Arap okuyuşuna alanı terk eden Osmanlı kıraat geleneğinin son temsilcilerindedir. Kendisi zaten tahsiline 1946’dan itibaren İstanbul’da Nuruosmaniye Camii’nde başlamış ve orada tamamlamış. İstanbul’un ünlü kurrasından Hafız Fahri Kiğılı ve Hafız Hasan Akkuş Bey’in talebesidir ve onlardan icazet almıştır. (87)
-Hadis dersine ise bu bilimle tek alakası, İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde “İslami Türk Edebiyatında Kırk Hadis” isimli doçentlik tezinden ibaret bulunan, Prof.Dr.Abdulkadir Karahan girmekteydi. İlginçtir ki doğru dürüst Arapçası bile yoktu, ibare okuyamazdı. Biz onun bu durumunu bildiğimiz için bazen dersinden önce tahtaya biraz çetrefil bir hadis yazar, o içeri girince: “Hocam şu hadisi okuyamadık, lütfen okur musunuz?” derdik. Karahan bakar bakar, çıkaramaz, ya yalan yanlış okur, ya da bize kızar, bağırıp çağırırdı. O dah asonra 4.sınıfta İslami Türk Edebiyatı dersine geldi. (112)
-Zekai Konrapa ismindeki hocamız ise İslam Tarihi dersimize gelirdi. Vaktiyle Şam İdadisi’nde hocalık yapmış, büyük tecrübeleri olan çok hoş, sempatik bir insandı. Zaten derste İslam tarihinden ziyade idadideki hatıralarını anlatırdı. Zevkle dinlerdik. Keşke onları zapt etseydik! (113)
-Ahmet Muhtar Büyükçınar Hoca ile tanışıklığım, hanımının Yozgatlı oluşundan ileri geliyordu. Kayınpederi babamın müşterisi ve ahbabıydı. Kayınbiraderi Yozgatlı Ömer Biçer de el-Ezher mezunudur. Demek ki orada tanışıp yakınlaşmışlar. O da o dönemde İstanbul müftü yardımcısıydı. Hoca fisebilillah ders veriyordu. Bir ara Turan sevgili ve İsmail Erünsal da benimle birlikte geldiler. Sonra onlar bıraktılar, ben devam ettim. Bzı geceler akşam yemeğinden sonra tek başıma Fındıklı’daki Yüksek İslam Enstitüsü’nden iki otobüs değiştirerek ta Fatih Çarşamba’da Ahmet Büyükçınar Hoca’nın evine derse giderdim. Bazı kış günlerinde yağmur ve kar altında gece saat 01.30, 02.00’de Enstitü’ye yürüyerek döndüğüm olurdu. Çünkü o saatlerde otobüs bulunmazdı. Böylece Yüksek İslam’da okuduğum dört yıl boyunca ondan zaman zaman Arapça, Fıkıh, Tefsir dersleri aldım. Bir de hadis dersleri aldığımız bir Emin Hoca vardı. Şimdi Marmara İlahiyat’tan emekli Prof.Mustafa Bilge’nin evinde akşamları ondan Hadis okurduk. (117-118)
-Fakültede Fuad köprülü’yü okuyunca yeni bir dünya keşfetmiş gibi oldum. Kendi kendime “Aradığım bu” dedim. Çok beğendim onun tarzını. Bana göre haklı veya haksız, bugün ona tevcih edşken bütün eleştirilere, kendisinin etrafındaki, yakınlarındaki insanlarla ilişkilerindeki bütün bencilliğine ve tutarsızlıklara, pek de dürüst olmayan davranışlarına rağmen, Türk tarihçiliğinde Fuad Köprülü’nün yeri, doldurulabilecek bir yer değildir. Ama temennim doldurulması, hatta ileri geçilmesidir. Bilim şüphesiz ki böyle ilerliyor. (148-149)
-Şimdilerde Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Bölümü’nde profesör olan Özcan Mert o dönemde Hacettepe Tarih Bölümü’nde göreve başlayan ilk asistandı. Daha sonra Fransa’da Aix-en Provence Üniversitesi’nde meşhur tairhçi Robert Mantran’ın yanında doktorasını yapan, kısa süre önce Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden emekli olan Bayram Kodaman ilk “öğretim görevlisi” olarak bölüme intisap etmiş. Ondan bir yıl sonra ben girdim. Benden sonra 1973’te de rahmetli Prof.Zeki Velidi Togan’ın eski damadı, Harvard Üniversitesi’nde doktorasını bitirmiş olan Özkan İzgi (merhum) arkasından o sıralar Erzurum Atatürk Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Doç.Dr.Abdurrahman Çayı bölümümüze katıldı. Onun gelişinden kısa bir süre sonra ise değerli arkadaşım, doktorasını Almanya’da yapmış olan Rifat Önsoy (merhum) geldi. (174)
-Bilimsel yönünü söylemeye gerek yok, çünkü dünyaca ünlü bir bilim insanıydı. Bu onu tanıyan herkesin çok iyi bildiği bir şeydir zaten. Sarbonne Üniversitesi’nde öğrenciyken Adnan Adıvar’ın Türkçe kurslarında matematikçi Salih Zeki’nin oğlu Faruk Sayar’la tanışıp evlenmiş, bu vasıtayla Halide edib Hanım’ın da üvey gelini olmuş. Evlendikten sonra bir süre Türkiye’de kalmış olduğu için de bilinen biriydi. 1969’da Türkoloji alanının Batı’daki ilk ve müstakil dergisi olan meşhur Turcica dergisini yayın hayatına soktuğu gibi, CIEPO (Osmanlı Öncesi ve Osmanlı Araştırmaları Milletlerarası Merkezi)’nun da kurucu üyesiydi ve yıllarca da başkanlığını yaptı. (198)
-Claude Cahen’e bir gün Osman Turan’ı sordum. Bana aynen şunları söyledi, “Ben Marksistim, Osman Turan milliyetçidir. Ben onun ideolojisini hiçbir zaman tasvip etmiyorum, fakat bilim adamlığı konusunda Osman Turan’ın önünde saygıyla eğilirim.” Böyle demişti, Osman Turan’ın büyük bir bilim adamı olduğunu söylemişti. (201)
-Ben Hacı Bektaş kültünün bugün çok iyi bilmediğimiz ve tam olarak tanımlayamadığımız bir süreç sonucunda Kalenderiliğin içinde hakim konuma gelmesi ile Bektaşiliğin oluştuğunu, bu sürece paralel olarak Kalenderi tekkelerinin muhtemelen 16. ve 17.yüzyılda Bektaşi tekkelerine inkılap ettiğini düşünüyorum. Bu yüzyılda Balkanlar’ı dolaşan Evliya Çelebi’nin o kadar medh ü sena ettiği, dervişlerinin salavat-ı hamseye (beş vakit namaz) müdavim, ehl-i salat dervişler olduğunu(!) özellikle vurguladığı tekkeler, dikkat ederseniz çoğunlukla eski Kalenderi tekkeleridir. (211)
-Prof.Melikoff’un araştırmaları, Alevilik ve Bektaşilik meselesinin giderek katılaşan ideolojik bir çizgide gelişip çığrından çıkmasına engel olmuştur. Onun aleyhinde bulunanların gözden kaçırdıkları mühim nokta budur. Eğer o olmasaydı, Elevilik ve Bektaşilik konusu bugün çok farklı bir güzergahta, tamamen bilim dışı yayınlarla çok farklı bir istikamette ilerliyor olabilirdi. (212)
-Daha önce Fransa’ya giderken Nejat Göyünç Hoca’nın teşvikiyle Türk Petrol Vakfı’ndan yol masrafımı karşılamak için belli bir miktar para almıştım. O zamanlar vakfın başında –Allah rahmet eylesin- muhafazakar camianın çok iyi tanıdığı Fethi Gemuhluoğlu vardı. Döndüğüm zaman kendisine teşekkür etmek amacıyla vakfın o zamanlar merkezinin bulunduğu İstiklal Caddesi’ndeki ofisine gittim. Duymuşsunuzdur merhum Gemuhluoğlu’nun tuhaf tavırları vardı, konuşurken birdenbire garip sorular sorar, cevabını beklerdi. Cevabınızı beğenmezse, kızar bağırır çağırırdı. Bu tavrı mazur ve meşru göstermek isteyenlerin kullandığı kelime ise “celalli” idi. Bana tezimin konusunu, Fransa’da kiminle çalıştığımı sordu. Ben de Prof. Melikoff ile çalıştığımı, tez konumun Babailer İsyanı olduğunu söyleyince, rahmetli son derece bozuldu ve birden köpürdü, “Ne çalışıyorsun, ne?” deyip bağırarak yerinden kalktı, küfürler savurarak üzerime hücum etti. Beni döveceğini anladım. Korktum, odasından dışarı fırladım. “Papazın çocuğu! Biz bu ülkeyi birleştirmek istiyoruz, sen parçalamaya mı çalışıyorsun?” diye bağırıyordu. Salondaki hanım sekereterler şaşkınlıkla “Neler oluyor?” diye bakıyorlardı. Bu son sözlerine çok içerledim, tepem attı birden. “Bakın, bana istediğinizi söyleyebilirsiniz ama babama papaz diyemezsiniz, benim babam belki sizden çok daha fazla Müslüman” diye bağırdım ve merdivenlerden apar topar inerek kaçtım. Bunları arkadaşlarıma anlattığım zaman kimse bana inanmadı. Belki de yalan söylediğimi zannettiler, bilmiyorum. İşte benim tarihçilik anlayışım bir bakıma sözünü ettiğim bu zihniyete bir tepkinin sonucu olarak değerlendirilebilir. (243-244)
-Gerçekten Bektaşilik Türk tarihinde diğer bütün tarikatlardan çok daha mı önemlidir? Şahsen ben bu kanaatte değilim. Bektaşiliğe bu kadar önem verilmesinin asıl sebebi fikrimce Sünni bir tarikat olmayışıdır. Yoksa Osmanlı tarihindeki önemi itibarıyla aynı derecede öneme sahip Halvetilik, Melamilik, Nakşibendilik, Rıfailik tarikatları vardır. (267)
-Evet, Köprülü’nün de bazı görüşlerine katılmadım. Zira çalışmalarımın sonucunda vardığım neticeler beni buna sevk etti. Anadolu halk tasavvufunu sadece Yesevilik merkezinden ele almasını, Yunus Emre’yi Ahmed-i Yesevi’nin takipçisi olarak değerlendirmesini doğru bulmuyorum. Anadolu’nun din vetasavvuf tarihi profilini tam olarak çıkardığını düşünmüyorum. Anadolu’nun İslamlaşması çok daha farklı unsurları da içerisinde barındırıyor. (291)
-Mesela Asr-ı Saadet’i ideal bir dönem olarak görmüşüzdür. Yani özelde Asr-ı Saadet, genelde İslam tarihi bizim ön kabullerimiz gereği, her şeyin en mükemmel olduğu, İslam’ın en ideal seviyede yaşandığı, Müslüman alim ve mutasavvıflarının, siyasi liderlerinin ideal insanlar olduğu bir dönem olarak algılanır. Ne var ki kimse kalkıp da,”Madem öyle, niçin günümüzde Müslümanlar yerlerde sürünüyor? Çoğu diktatör rejimler altında neden sefalet ve yoksullukla bağuşuyor? Bunun sorumlusu yalnızca Batı sömürgeciliği mi? Müslümanların kendilerinin hiç suçu yok mu?” gibi sorular sormuyor? Sadece toplum açısından değil, akademik çevrelerce de çoğunluk itibariyla bu böyledir. (298)
-Bir başka ünlü Selçuklu tarihçimiz merhum Prof.Mehmet Altay Köymen, yıllar önce benim de bulunduğum bir toplantıda Türklerin tarihteki en büyük hatasının İslam’ı kabul etmek olduğunu söylemiş, orada bulunanları şoke etmişti. Tabii Hoca’ya bu düşüncesinin nedenini sormaya da pek kimse teşebbüs etmedi nedense. (301)
-Merhum Fazlur Rahman’ı biliyorsunuz. 1980’de Fazlur Rahman’ın İslam adlı kitabının bir çevirisi yayınlanmıştı Türkiye’de. Ben okuduğumda İslami bilimlere tam düşündüğüm şekilde bir bakışla karşılaştım. Çok beğenmiştim. Bu kitap ufuk açısı fevkalade bir kitap olmasına rağmen Türkiye’de adeta hiçbir yankı uyandırmadı. (323)
-Ben İlahiyat Fakültelerimizde hiçbir şey yapılmıyor demiyorum. İstisna kabilinden de olsa güzel çalışmalar var. Mesela Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin “Ankara Okulu” adında bir serisi var. Buradan gayet güzel bazı kitaplar yayınlandı. Bunları beğenerek takip ediyordum, lakin arkası pek gelmedi, pek de yankı uyandırmadı. (323)
-Her şeyden önce şunu söylemek lazım bence: Köprülü’nün İlk Mutasavvıflar kitabı olmasa, Türkiye Yunus Emre’yi muhtemelen bu kadar tanımayacak ve bu kadar önemsemeyecekti. Dolayısıyla kanaatime göre Yunus Emre ortaçağ Anadolu’sunda önemli bir sufidir, ama kanaatimce biraz abartılmıştır. Cumhuriyet döneminde Mevlana, Hacı Bektaş ve Yunus Emre’ye yapılan vurguyu Cumhuriyet’in yeni ideolojisinde İslam’a biçilen rol ile iligli görmek lazım. Yeni Türkiye’nin kültürel temellerinin hümanist bir yapıya dayandığını ispat etmek suretiyle Batı’ya bir mesaj verilmek istenmiştir. Bu maksatla Yunus Emre’yi, Mevlana’yı ve Hacı Bektaş’ı devlet ön plana çıkarmıştır. Tasavvufun ve tasavvuf çevrelerinin devreden çıkarıldığı bir dönemde başka sufilerin değil de sadece bu üçünün öne çıkarılmasının ve devletçe sahiplenilmesinin bence başka türlü izahı olmamalıdır. Yunus Emre’nin kim olduğuna dair döneminden kalma elimizde hiçbir müspet tarihsel kayıt yoktur. Çok sonraki devirlerde bazı tasavvuf kaynaklarında ona dair kısa pasajlar vardır, o kadar. Zaten bu pasajlar onun yaşadığı dönem Anadolu’sunda belli bir yeri olduğu için bu kaynaklarda yer almıştır. (363)
-Kalenderilik İran’dan Orta Asya’ya, oradan Hindistan’a kadar yayılan işaret ettiğim dini mistik akımların üzerine gelen İslam kültürü ortamında, tasavvufun maddi hayatın aldatıcı cazibesine bir tepki olarak doğmasına benzer bir şekilde, kentli tasavvufa bir tepki olarak doğmuştur diyebiliriz. (383)
-İsmaililik’te, Ahilik’te, Melamilik’te yönetici kesim sosyal taban itibarıyla esnaf kesimine dayanıyor. Esnaf zümresinin ortaçağ İslam dünyasında bilim ve düşünce tarihi itibarıyla önemli bir yeri vardır. (405)
-Şeyh Bedreddin’i, Kalenderiliği, Bektaşiliği, Aleviliği ve Melamiliği Hurufiliği iyi bilmeden anlamak neredeyse imkansızdır dersem, mübalağa etmiş olmam. (417)
-Bazı Sünni araştırmacıları kavrayamadıkları husus, tarihsel Hz.Ali’nin aslında Aleviliğin inanç dünyasındaki mitolojik “sanal” Hz.Ali ile hiç ilgisi olmadığıdır. Sünni kamuoyu bu gerçeği uzun zaman anlayamadı ve kabul etmek istemedi. Siyasal iktidar da kabullenemedi. Siyasal iktidarın en yetkili ağzı uzun süre “Alevilik Hz.Ali’yi sermek, onun gibi yaşamaksa biz daha çok Aleviyiz” gibi naif bir söylemi dillendirmiştir. (455)
Timaş Yayınları,
Temmuz 2014 basım, 1.baskı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder