06 Ağustos 2025

BEN BİR TÜRK ZABİTİYİM BATIKTAN ÇIKAN KAHRAMAN TOPÇU YÜZBAŞI MUSTAFA ERTUĞRUL - MUSTAFA AYDEMİR

Ben My Chree'nin Batırılışı

-Binaenaleyh şimale giden ve daha uygun bir hedef teşkil eden İngiliz torpitolarından birinin olsun canını yakmak istedim. Ateşimi topliyarak birini yakalıyabildim. Onsekiz atımdan iki isabet alan bu torpidot adanın şimal burnunu güçlükle geçti. (Bilahare bu torpido sakatlanmış olacak ki ötekisi tarafından çekilerek Rodos istikametine götürüldüğü görüldü.) (Harp bittikten sonra yaralanan bu torpidonun süvarisi olan bahriye yüzbaşısı Mondros mütareke ahkamını tatbik için bir topçu mülazımile beraber Aydına gelmişti. Toplarımızın kamalarını tüfeklerimizin mekanizmasını alıp cephaneliklerimizi mühürliyen bu yüzbaşı ile (O zaman fırka kumandanım bulunan Miralay Şefik Bey'in delaletile) tanıştım. Kadirşinas bahriyeli muvaffakiyetimizi taktir ve tebrik ederek Meyiste gerek kruvazörün ve tayyarelerin yanmasından torpidonun sakatlanmasından ve gerek limanda tahrip edilen iki yüze yakın yelkenli gemi ve sandalın, şehirde tahrib edilen evlerden mütevelli maddi zararın yekünü bir buçuk veya iki milypn İngiliz lirasını bulduğunu söylemişti. Bu muvaffakiyetimize hürmeten bataryamın kamalarını almağı şerefe aykırı bularak el uzatmadı. Bu centilmen zabitin gösterdiği bu yüksek kadirşinaslıktan dolayı çok müteşekkirim. İşte bu asil hareketin bir eseri lütfüdür ki milli savaş başlangıcında Aydın cephelerinde top namına kamalı olarak ilk defa bataryam kullanılmıştır.) (65)

-27 Kanunuevvel 1916 Pazar günü bilançosunu şöylece bağlayabiliriz: Düşman dört tayyareli büyük bir kruvazörü batıyor. Bir İngiliz muhribi saf harici olacak derecede sakatlanıyor. İki yüze yakın yelkenli gemi ve sandal yakılıyor. Telsiz binası, gazhane, birçok şüpheli bina tahrib ediliyor. Düşman bataryası susturuluyor. Biz, bir neferimiz ağırca yaralanıyor (sonra hastanede ölüyor) 600 küsür atım harcanıyor. Beşyüz küsür obüs hartucu yanıyor. İşte hepsi bu kadar. (67)

-Ben My Chree, Ocak 1916'da Gelibolu'dan son tahliyeyi gerçekleştiren gemi oldu ve Çanakkale'den sonra uçakları ile Mısır ve Filistin kıyılarında Türk kuvvetlerine karşı hava saldırıları düzenledi, demiryolları ve istasyonları havadan bombaladı. Bu dönemde iki Türk gemisini batırması ile kayıtlara geçti. 1916 yılının sonlarına doğru, Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz yolu ile Aden'e kadar giden Ben My Chree, Türk kuvvetlerine saldırılarına devam etti, Cidde'nin ele geçirilmesinde etkin oldu ve özellikle demiryollarını sürekli bombaladı. Daha sonra Süveyş Kanalı yolu ile Akdeniz'e geri dödnü ve Batı Anadolu kıyılarından Alman denizaltı gemilerini avlamak üzere görevlendirildi. 7 Ocak 1917 gübü ayrıldığı Meis Adası Limanına hava şartları nedeniyle 11 Ocak 1917 günü geri döndü. Fransız Amirali de Spitz komutasındaki bir filo ile seyir yapmaktaydı. Amiral de Spitz'in flamasını taşıyan bir yat, bir Fransız destiyori ve bir torpidobot eşliğinde limana gelen Ben My Chree birkaç gün burada kalacak şekilde demirledi. Ben My Chree yeni bir gemi olmasından dolayı savaş süresince görev yapmış, kazanlarının temizlenmesi dışında hiçbir arıza ve onarım görmemiş, pek çok uçağın hasar görmesine rağmen hiçbir personelini ve pilotunu da kaybetmemişti. Ta ki, Meis Limanına girdikten sonra 11 Ocak 1917'de Türk sahil topçusu tarafından vurularak, batışına kadar. (69-70)

Meis İşgal Girişimi

-Birinci Dünya Savaşı sırasında Antalya'da yaşamış ve sonra da burada Belediye Başkanlığı yapmış olan Dr. Burhanettin Onat, kitabında savaş döneminin zorlukları içindeki Antalya'yı ve yaşam koşullarını anlatırken, Mustafa Ertuğrul'un batırdığı gemilerden de bahsediyor: "İzmir'den İskenderun'a kadar gittikçe büyüyen ve gelişen limanlar, Antalya'yı Orta Anadolu'nun en önemli limanlarından biri olmaktan uzaklaştırmıştı. Antalya artık ücra bir köşe, hatta bir zaman bir sürgün yeri haline gelmişti. Hatta çok fakirleşen halk öyle duruma gelmiştir ki, Başkonak Nahiyesi'ndeki Zeren Köyü'nde tıpkı ilk çağlardaki gibi bazı insanların mağaralarda yaşadıkları, başlarının altına oyulmuş bir odun parçası, yatak diye altlarına kuru ot, yorgan diye de üstlerine dökülmüş gazeller yine ekmek diye ahlat veya palamut kozaları yedikleri bir gerçektir. En önemli ve en korkuncu sıtma idi. Burada sahil halkından sıtmaya tutulmamış insan yok gibiydi. Sıtma yalnız sahil halkını değil, yayla halkını da kıvrandırmaktaydı. Bu adalarda İskender bile sıtmaya tutulmuştu. Nüfuz azlığı Antalya'nın en büyük derdi idi. Sıtmanın erittikleri yetişmiyormuş gibi sağlam kalanları da Yemen Çölleri ile Balkan Dağları yiyordu. Orduya katılıp da dönebilenler çok değildir. Eli silah tutan erkekler askere gitmiş, cephelerde telef olmuş, köyde kalan ihtiyarlar da ya hastalıktan ya açlıktan kırılmış bir vaziyetteydi. Halk, otları kaynatıp yemekten ve açlıktan gözleri şişmiş bir halde açlık ödemi geçirmekteydi. Ne sütünü sağacak bir davarı ne de yüzünü yıkayacak bir sabunu vardı. Vücutları bitten görünmez hallere girmiş bitkin halk, ağaların gizli ambarlarından bir miktar zahire çekebilirlerse mutlu oluyorlardı. Ve Antalya'nın nüfusu her gün biraz daha eksiliyordu. O menhus I.Dünya Savaşı da en azı darbeyi ona vurmuştu. Şehir ve kasabalarda kahve, çay bir tarafa şeker, gazyağı, sabun bulmak imkânsız hale geldi. Yağların her türlüsüne hükümet el koyuyordu. Bulabilenler şeker yerine bal yiyor, sabun yerine vücudunu ve çamaşırlarını kil ile yıkıyordu. Evlerde yine bulabildikleri zeytinyağı ile iç yağı kandilleri yakılıyordu. Ama köylüler? Onların askerlik çağına gelmiş ne kadar erkeği varsa askere yollandı. Kendisine bile yetişmeyen buğdayını, arpasını, darısını devlete verdi. Sina Çölü'nde topları çeken öküzler, develer, katırlar, merkepler artık zor yürüyordu. Davarlar cılızlaşmıştı. Kadınlar sandığın köşesinde saklayabildiği birkaç kuruşu varsa onu da askerdeki kocasına, oğluna yollardı. Kadın kendisi çam kabuğu ya da palamut kozası öğütüp yabani ahlatla onu yerdi. Doydu mu? Tokluk nedir zaten bilmiyordu ki...Bunlar yetişmiyormuş gibi düşman donanması da Fethiye'den Kaladran'a bütün Antalya sahillerini abluka altına almıştı. İki kruvazör durmadan sahilleri tarıyor ve rastladığı en ufak tekneyi bile zaptedip, içinde bulunduğu yiyecekleri aldıktan sonra kayığı batırıyordu. Türklerin ne Fransızların ne de İngilizlerin donanmasına karşı çıkacak donanması vardı. Körfezde saklanıp ansızın saldıracak hücumbotlardan bile mahrumduk. Bundan hiç kuşkusu olmayan düşman o kadar küstahça, o kadar salına salına cesaretle yaklaşabiliyordu ki, bazen gemidekilerin sesleri bile duyuluyordu. Bununla da kalmadılar, Antalya'nın Fener Mevkii'nde su ile işleyen un fabrikası vardı. Şehir ve orduyu unsuz bırakmak için un fabrikasını bombardıman ederek yıktılar. Şehirde birkaç merminin de patladığı görüldü. (Dr. Burhanettin Onat'ın "Bir Zamanlar Antalya" kitabından) (85-86)

Paris II'nin Batırılışı

-Bataryam Antalya'ya gelmeden evvel Fransızların beş altı parçadan mürekkep filosu körfeze girerek sahildeki dört büyük un fabrikamızı tahrip ettiklerini, sahile yerleştirilmiş olan üç Mantelli obüs ve sahra bataryalarının bu gemilere karşı bir iş yapamadıklarını öğrendim. İzmir'den Mersin'e kadar olan bu uzun sahil mıntıkasının ablukası Fransızlar tarafından deruhte edildiğinden bu işe (Paris II) ve (Aleksandra) krüvazörlerini tahsis etmişlerdi. Bu gemiler sıra ile her hafta sahillerimize pek yakın seyredeler ve bazan da ıssız yerlere casus çıkarıyorlardı. Gizlice sefer eden yelkenlilerimizi buldukları yerde tevkif ve tahrip ediyorlardı. (Meyis önlerinden Alanya'ya kadar olan bu uzun fırka mıntıkasında sahil karakollarımızın erzaklarını karadan göndermek pek güçtü. Bu itibarla Fırka kumandanlığı 10-15 yelkenliyi teşkilatlandırarak iaşe filosu olarak kullanıyordu. Bu gemiler geceleyin aldıkları erzakı karakollarımıza dağıtıyor ve yine geceleyin Antalya'ya dönüyorlardı.) hatta bazan limana girerek şehre top atarak halkın dağlara veya köylere hicretine sebebiyet verirlerdi. (88)

-Aleksandraya gelince; biz Paris II ile uğraşırken zikzakvari bir yolla enginlere kaçıyor ve kıç topu ile mutassıl bize ateş ediyordu. Her ihtimale karşı bütün ateşimi Paris II'ye toplıyarak hiç olmazsa birisini tamamen batırmak endişesi beni Aleksandra ile meşgul edemedi. Mahaza, ilk grup ateşinde bir atımımızın makine dairesine değdiğine inanmış olsaydım. Şüphesiz iki topu Paris II'ye diğer iki topu da Aleksandra'ya ayırırdım. Fakat bu kanaatı elde etmek o dakika için müşküldü. Bu suretle yakasını kurtaran Aleksandraya artık kolumuz yetişemiyordu. İş bitmişti. Batan kruvazörden denize dökülen düşman efradını kurtarmak lazımdı. Saat 16'ya kadar deniz üzerinde kalanlar, Aleksandranın gelip kendilerini kurtaracağını ümit ederek teslim olmak istemiyorlardı. Bataryanın efradı arasında yüzücü bulunmaması ve batanların sahile biraz uzakça bulunması kurtarma işini imkânsız bırakıyordu. Yalnız Ava köyünde halen bekçilik eden siyah derili Veysel Ağa isminde sakat bir adamcağız çok fedakârlık göstererek bir iki Fransız bahriyelisini kurtarmağa muvaffak oldu. (Kurtaranın siyah derili olmasından korkarak uzaklaşanlar ve boğulanlar çok idi) Sahile çıkan yaralı ve çıplak Fransız neferlerinin işaretlerine bağırmalarına emniyet gösteren yirmi kişi daha sahile gelerek teslim olmuşlardı ki bunların içinde gemi süvarisi bahriye erkanı harp yüzbaşısı ve Fransa'nın tanınmış muharrirlerinden Rolen ve çok sevdiği köpeği mistik de vardı. Sahile çıkan esirler bitkin bir halde olup on üçü yaralı idi. Yaralıların ihtimamla yaraları sarılarak köye nakledildi. Azami şefkat ve merhamet karşısında şaşıran bu zavallılar yüzlerimize tuhaf tuhaf bakıyorlar ve içinde bulundukları sıcak muhite inanamıyorlardı. (Yaralarını sarmak için malzememiz ve bilhassa sargı paketlerimiz yok gibi idi. Çeneleri kasılan bu bedbahtların yarasını sarmak için bataryam kahrimanlarından bazılarının -Sanki kendilerine öğredilmiş gibi- üst gömleklerini çıkarıp parçaladılar. Onların yaralarını sardılar. Bazıları kaputlarını bazıları ceketlerini çıkarıp çıplak olan Fransız neferlerine giydirdiler. Onlara masaj yaptılar. Kucaklarına ve sırtlarına alarak köye taşıdılar. Büyük Türk neferinin gösterdiği bu uluvvü cenap karşısında mütehassıs olan esirler ağlıyarak neferlerimizin boynuna sarılıyor, yüzlerini gözlerini öpüyorlardı. Ava Köyü sakinlerinin bu bapta gösterdikleri heyecan ve alakayı hürmetle anmak isterim.) (93-94)

Alexandra'nın Batırılışı

-Fakat bir oltanın ucuna takılan küçük bir yemle koskoca bir balığın avlanması gibi portakal yüklü bir kayıkla koca bir kruvazörün avlanmasını bilmem harp tarihi kaydetmiş midir? İşte biz bunu yaptık. (133) Toplarımızın menzilini artık iyice öğrenmiş bulunan kruvazör yedi kilometre kadar uzağa açıldıktan sonra durdu. Öyle ya bu seferki baskından ucuzca kurtulduktan sonra ganimetini bizimle eğlene eğlene almak ve bizim yüreklerimizi sızlatarak kayığı havaya uçurmak hakkı idi. Beş on dakika sonra başına gelecek beladan bihaber, kayığı kruvazörün bordasına rampa ettiler. Hemen geminin bütün efradı güvereteye dökülmüştü. Beş on bahriyeli kayığın üstüne atladı. Vinç harekete geldi. İlk sandık kruvazöre alındı. Bunu tehalükle açtılar. Bir müddet bekledirler. Sonradan öğrendiğimize göre geminin doktoru portakalların zehirli olup olmadığını muayene etmiş, denizin ortasında terkedilen bir kayıktaki portakala zehir konacağını düşünen düşmanın, o kayığın omurgasına dinamit yerleştirileceğini akıl edemiyecek kadar gaflet göstermesi şayanı hayretti. Belki Türklerin bu kadarını akıl edemiyeceklerine kani idiler. Muayene işi bittikten sonra geride kalan sandıkları birer birer ve süratle güverteye alınmağa başlandı. Nihayet sıra son ve funyalı sandığa gelmiş ve bizim heyecanımızda son haddini bulmuştu. Vinç direğinin boynu son defa kayığın üzerine uzandı. Tel halat aşağıya doğru uzandı, bahriyeliler çevik hareketlerle onu da bağladılar. Bir saniye sonra siyah bir sütun bu tabloyu kapladı. Kayık enkazile küpeşteye yığılan insan kümesinin parçaları havada birbirine karışıyordu. Bu enkaz denize döküldü. Esen rüzgar 75 kilo dinamitin çıkardığı kesif dumanı sildi. Kruvazörün su kesiminde koca bir rahne açılmış, aylardan beri sahillerimizi haraca kesen rasgeldiği kayığı insafsızca kanlı dişlerine çarpıp parçalayan bu canavarın böğrü Türkün yumruğu ile delinmiş Akdenizin mavi suları üstünde yan üstü devrilmişti. (138)

-Babam çok tutumlu biriydi. Bir kuruşunu dahi yazardı. Öyle dengelerdi bütçesini. Yüzbaşı emeklisi ne maaş alacak ki? Bahçeden aldığımızla geçinirdi çoğu kez. Eski Türkçeyle günlük hesap defterleri tutardı. Askerlikte alışmış. Anneme seslenirdi: "Hu Mediha. Yahu beş kuruş eksik var nereye verdin?" (172) Kurtuluş Savaşı öncesi babam, dedem Miralay Şefik Aker ile beraber yine Ege'de, Aydın cephesindeydi. I.Dünya Savaşı sonrası düşmanın bile taktir ettiği başarılarından dolayı İngiliz Heyeti babamın toplarını almamıştı. Düşman zabitler imha için topların kamalarını sökmeyi askeri şerefe aykırı saymıştı. O yüzden bu dört top Kurtuluş Savaşımız için çok önemlidir. Ayrıca babamın komutasında yıllardır hem savaşta hem de her gün yapılan sıkı talimlerde bu batarya sineği gözünden vurur hale gelmiş. (174) / Mustafa Ertuğrul'un kızı İlhan Günaltay ile yapılan söyleşi

-Hayatta içki içmeyen dedem kalpten ve sirozdan öldü. Antalya'da çok güzel bir cenaze töreni düzenlendi. Katafalkı top arabasına kondu. Ben de nöbet tuttum. (181) / Torunu Rıza Aker ile yapılan söyleşi.

Denizler Kitabevi, 3.baskı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...