-Binaenaleyh
şimale giden ve daha uygun bir hedef teşkil eden İngiliz torpitolarından
birinin olsun canını yakmak istedim. Ateşimi topliyarak birini yakalıyabildim.
Onsekiz atımdan iki isabet alan bu torpidot adanın şimal burnunu güçlükle
geçti. (Bilahare bu torpido sakatlanmış olacak ki ötekisi tarafından çekilerek
Rodos istikametine götürüldüğü görüldü.) (Harp bittikten sonra yaralanan bu
torpidonun süvarisi olan bahriye yüzbaşısı Mondros mütareke ahkamını tatbik
için bir topçu mülazımile beraber Aydına gelmişti. Toplarımızın kamalarını
tüfeklerimizin mekanizmasını alıp cephaneliklerimizi mühürliyen bu yüzbaşı ile
(O zaman fırka kumandanım bulunan Miralay Şefik Bey'in delaletile) tanıştım.
Kadirşinas bahriyeli muvaffakiyetimizi taktir ve tebrik ederek Meyiste gerek
kruvazörün ve tayyarelerin yanmasından torpidonun sakatlanmasından ve gerek
limanda tahrip edilen iki yüze yakın yelkenli gemi ve sandalın, şehirde tahrib
edilen evlerden mütevelli maddi zararın yekünü bir buçuk veya iki milypn
İngiliz lirasını bulduğunu söylemişti. Bu muvaffakiyetimize hürmeten bataryamın
kamalarını almağı şerefe aykırı bularak el uzatmadı. Bu centilmen zabitin
gösterdiği bu yüksek kadirşinaslıktan dolayı çok müteşekkirim. İşte bu asil
hareketin bir eseri lütfüdür ki milli savaş başlangıcında Aydın cephelerinde
top namına kamalı olarak ilk defa bataryam kullanılmıştır.) (65)
-27
Kanunuevvel 1916 Pazar günü bilançosunu şöylece bağlayabiliriz: Düşman dört
tayyareli büyük bir kruvazörü batıyor. Bir İngiliz muhribi saf harici olacak
derecede sakatlanıyor. İki yüze yakın yelkenli gemi ve sandal yakılıyor. Telsiz
binası, gazhane, birçok şüpheli bina tahrib ediliyor. Düşman bataryası
susturuluyor. Biz, bir neferimiz ağırca yaralanıyor (sonra hastanede ölüyor)
600 küsür atım harcanıyor. Beşyüz küsür obüs hartucu yanıyor. İşte hepsi bu
kadar. (67)
-Ben
My Chree, Ocak 1916'da Gelibolu'dan son tahliyeyi gerçekleştiren gemi oldu ve
Çanakkale'den sonra uçakları ile Mısır ve Filistin kıyılarında Türk
kuvvetlerine karşı hava saldırıları düzenledi, demiryolları ve istasyonları
havadan bombaladı. Bu dönemde iki Türk gemisini batırması ile kayıtlara geçti.
1916 yılının sonlarına doğru, Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz yolu ile Aden'e kadar
giden Ben My Chree, Türk kuvvetlerine saldırılarına devam etti, Cidde'nin ele
geçirilmesinde etkin oldu ve özellikle demiryollarını sürekli bombaladı. Daha
sonra Süveyş Kanalı yolu ile Akdeniz'e geri dödnü ve Batı Anadolu kıyılarından
Alman denizaltı gemilerini avlamak üzere görevlendirildi. 7 Ocak 1917 gübü
ayrıldığı Meis Adası Limanına hava şartları nedeniyle 11 Ocak 1917 günü geri
döndü. Fransız Amirali de Spitz komutasındaki bir filo ile seyir yapmaktaydı.
Amiral de Spitz'in flamasını taşıyan bir yat, bir Fransız destiyori ve bir
torpidobot eşliğinde limana gelen Ben My Chree birkaç gün burada kalacak
şekilde demirledi. Ben My Chree yeni bir gemi olmasından dolayı savaş süresince
görev yapmış, kazanlarının temizlenmesi dışında hiçbir arıza ve onarım
görmemiş, pek çok uçağın hasar görmesine rağmen hiçbir personelini ve pilotunu
da kaybetmemişti. Ta ki, Meis Limanına girdikten sonra 11 Ocak 1917'de Türk
sahil topçusu tarafından vurularak, batışına kadar. (69-70)
Meis İşgal Girişimi
-Birinci
Dünya Savaşı sırasında Antalya'da yaşamış ve sonra da burada Belediye
Başkanlığı yapmış olan Dr. Burhanettin Onat, kitabında savaş döneminin
zorlukları içindeki Antalya'yı ve yaşam koşullarını anlatırken, Mustafa
Ertuğrul'un batırdığı gemilerden de bahsediyor: "İzmir'den İskenderun'a
kadar gittikçe büyüyen ve gelişen limanlar, Antalya'yı Orta Anadolu'nun en
önemli limanlarından biri olmaktan uzaklaştırmıştı. Antalya artık ücra bir
köşe, hatta bir zaman bir sürgün yeri haline gelmişti. Hatta çok fakirleşen
halk öyle duruma gelmiştir ki, Başkonak Nahiyesi'ndeki Zeren Köyü'nde tıpkı ilk
çağlardaki gibi bazı insanların mağaralarda yaşadıkları, başlarının altına
oyulmuş bir odun parçası, yatak diye altlarına kuru ot, yorgan diye de
üstlerine dökülmüş gazeller yine ekmek diye ahlat veya palamut kozaları
yedikleri bir gerçektir. En önemli ve en korkuncu sıtma idi. Burada sahil
halkından sıtmaya tutulmamış insan yok gibiydi. Sıtma yalnız sahil halkını
değil, yayla halkını da kıvrandırmaktaydı. Bu adalarda İskender bile sıtmaya
tutulmuştu. Nüfuz azlığı Antalya'nın en büyük derdi idi. Sıtmanın erittikleri
yetişmiyormuş gibi sağlam kalanları da Yemen Çölleri ile Balkan Dağları
yiyordu. Orduya katılıp da dönebilenler çok değildir. Eli silah tutan erkekler
askere gitmiş, cephelerde telef olmuş, köyde kalan ihtiyarlar da ya hastalıktan
ya açlıktan kırılmış bir vaziyetteydi. Halk, otları kaynatıp yemekten ve
açlıktan gözleri şişmiş bir halde açlık ödemi geçirmekteydi. Ne sütünü sağacak
bir davarı ne de yüzünü yıkayacak bir sabunu vardı. Vücutları bitten görünmez
hallere girmiş bitkin halk, ağaların gizli ambarlarından bir miktar zahire
çekebilirlerse mutlu oluyorlardı. Ve Antalya'nın nüfusu her gün biraz daha
eksiliyordu. O menhus I.Dünya Savaşı da en azı darbeyi ona vurmuştu. Şehir ve
kasabalarda kahve, çay bir tarafa şeker, gazyağı, sabun bulmak imkânsız hale
geldi. Yağların her türlüsüne hükümet el koyuyordu. Bulabilenler şeker yerine
bal yiyor, sabun yerine vücudunu ve çamaşırlarını kil ile yıkıyordu. Evlerde
yine bulabildikleri zeytinyağı ile iç yağı kandilleri yakılıyordu. Ama
köylüler? Onların askerlik çağına gelmiş ne kadar erkeği varsa askere yollandı.
Kendisine bile yetişmeyen buğdayını, arpasını, darısını devlete verdi. Sina
Çölü'nde topları çeken öküzler, develer, katırlar, merkepler artık zor
yürüyordu. Davarlar cılızlaşmıştı. Kadınlar sandığın köşesinde saklayabildiği
birkaç kuruşu varsa onu da askerdeki kocasına, oğluna yollardı. Kadın kendisi
çam kabuğu ya da palamut kozası öğütüp yabani ahlatla onu yerdi. Doydu mu?
Tokluk nedir zaten bilmiyordu ki...Bunlar yetişmiyormuş gibi düşman donanması
da Fethiye'den Kaladran'a bütün Antalya sahillerini abluka altına almıştı. İki
kruvazör durmadan sahilleri tarıyor ve rastladığı en ufak tekneyi bile
zaptedip, içinde bulunduğu yiyecekleri aldıktan sonra kayığı batırıyordu.
Türklerin ne Fransızların ne de İngilizlerin donanmasına karşı çıkacak
donanması vardı. Körfezde saklanıp ansızın saldıracak hücumbotlardan bile
mahrumduk. Bundan hiç kuşkusu olmayan düşman o kadar küstahça, o kadar salına
salına cesaretle yaklaşabiliyordu ki, bazen gemidekilerin sesleri bile
duyuluyordu. Bununla da kalmadılar, Antalya'nın Fener Mevkii'nde su ile işleyen
un fabrikası vardı. Şehir ve orduyu unsuz bırakmak için un fabrikasını
bombardıman ederek yıktılar. Şehirde birkaç merminin de patladığı görüldü.
(Dr. Burhanettin Onat'ın "Bir Zamanlar Antalya" kitabından) (85-86)
Paris II'nin Batırılışı
-Bataryam
Antalya'ya gelmeden evvel Fransızların beş altı parçadan mürekkep filosu
körfeze girerek sahildeki dört büyük un fabrikamızı tahrip ettiklerini, sahile
yerleştirilmiş olan üç Mantelli obüs ve sahra bataryalarının bu gemilere karşı
bir iş yapamadıklarını öğrendim. İzmir'den Mersin'e kadar olan bu uzun sahil
mıntıkasının ablukası Fransızlar tarafından deruhte edildiğinden bu işe (Paris
II) ve (Aleksandra) krüvazörlerini tahsis etmişlerdi. Bu gemiler sıra ile her
hafta sahillerimize pek yakın seyredeler ve bazan da ıssız yerlere casus
çıkarıyorlardı. Gizlice sefer eden yelkenlilerimizi buldukları yerde tevkif ve
tahrip ediyorlardı. (Meyis önlerinden Alanya'ya kadar olan bu uzun fırka
mıntıkasında sahil karakollarımızın erzaklarını karadan göndermek pek güçtü. Bu
itibarla Fırka kumandanlığı 10-15 yelkenliyi teşkilatlandırarak iaşe filosu
olarak kullanıyordu. Bu gemiler geceleyin aldıkları erzakı karakollarımıza
dağıtıyor ve yine geceleyin Antalya'ya dönüyorlardı.) hatta bazan limana girerek
şehre top atarak halkın dağlara veya köylere hicretine sebebiyet verirlerdi.
(88)
-Aleksandraya
gelince; biz Paris II ile uğraşırken zikzakvari bir yolla enginlere kaçıyor ve
kıç topu ile mutassıl bize ateş ediyordu. Her ihtimale karşı bütün ateşimi
Paris II'ye toplıyarak hiç olmazsa birisini tamamen batırmak endişesi beni
Aleksandra ile meşgul edemedi. Mahaza, ilk grup ateşinde bir atımımızın makine
dairesine değdiğine inanmış olsaydım. Şüphesiz iki topu Paris II'ye diğer iki
topu da Aleksandra'ya ayırırdım. Fakat bu kanaatı elde etmek o dakika için
müşküldü. Bu suretle yakasını kurtaran Aleksandraya artık kolumuz
yetişemiyordu. İş bitmişti. Batan kruvazörden denize dökülen düşman efradını
kurtarmak lazımdı. Saat 16'ya kadar deniz üzerinde kalanlar, Aleksandranın
gelip kendilerini kurtaracağını ümit ederek teslim olmak istemiyorlardı.
Bataryanın efradı arasında yüzücü bulunmaması ve batanların sahile biraz uzakça
bulunması kurtarma işini imkânsız bırakıyordu. Yalnız Ava köyünde halen
bekçilik eden siyah derili Veysel Ağa isminde sakat bir adamcağız çok
fedakârlık göstererek bir iki Fransız bahriyelisini kurtarmağa muvaffak oldu.
(Kurtaranın siyah derili olmasından korkarak uzaklaşanlar ve boğulanlar çok
idi) Sahile çıkan yaralı ve çıplak Fransız neferlerinin işaretlerine bağırmalarına
emniyet gösteren yirmi kişi daha sahile gelerek teslim olmuşlardı ki bunların
içinde gemi süvarisi bahriye erkanı harp yüzbaşısı ve Fransa'nın tanınmış
muharrirlerinden Rolen ve çok sevdiği köpeği mistik de vardı. Sahile çıkan
esirler bitkin bir halde olup on üçü yaralı idi. Yaralıların ihtimamla yaraları
sarılarak köye nakledildi. Azami şefkat ve merhamet karşısında şaşıran bu
zavallılar yüzlerimize tuhaf tuhaf bakıyorlar ve içinde bulundukları sıcak
muhite inanamıyorlardı. (Yaralarını sarmak için malzememiz ve bilhassa sargı
paketlerimiz yok gibi idi. Çeneleri kasılan bu bedbahtların yarasını sarmak
için bataryam kahrimanlarından bazılarının -Sanki kendilerine öğredilmiş gibi-
üst gömleklerini çıkarıp parçaladılar. Onların yaralarını sardılar. Bazıları
kaputlarını bazıları ceketlerini çıkarıp çıplak olan Fransız neferlerine
giydirdiler. Onlara masaj yaptılar. Kucaklarına ve sırtlarına alarak köye
taşıdılar. Büyük Türk neferinin gösterdiği bu uluvvü cenap karşısında
mütehassıs olan esirler ağlıyarak neferlerimizin boynuna sarılıyor, yüzlerini
gözlerini öpüyorlardı. Ava Köyü sakinlerinin bu bapta gösterdikleri heyecan ve
alakayı hürmetle anmak isterim.) (93-94)
Alexandra'nın Batırılışı
-Fakat
bir oltanın ucuna takılan küçük bir yemle koskoca bir balığın avlanması gibi
portakal yüklü bir kayıkla koca bir kruvazörün avlanmasını bilmem harp tarihi
kaydetmiş midir? İşte biz bunu yaptık. (133) Toplarımızın menzilini artık iyice
öğrenmiş bulunan kruvazör yedi kilometre kadar uzağa açıldıktan sonra durdu. Öyle
ya bu seferki baskından ucuzca kurtulduktan sonra ganimetini bizimle eğlene
eğlene almak ve bizim yüreklerimizi sızlatarak kayığı havaya uçurmak hakkı idi.
Beş on dakika sonra başına gelecek beladan bihaber, kayığı kruvazörün bordasına
rampa ettiler. Hemen geminin bütün efradı güvereteye dökülmüştü. Beş on
bahriyeli kayığın üstüne atladı. Vinç harekete geldi. İlk sandık kruvazöre
alındı. Bunu tehalükle açtılar. Bir müddet bekledirler. Sonradan öğrendiğimize
göre geminin doktoru portakalların zehirli olup olmadığını muayene etmiş,
denizin ortasında terkedilen bir kayıktaki portakala zehir konacağını düşünen
düşmanın, o kayığın omurgasına dinamit yerleştirileceğini akıl edemiyecek kadar
gaflet göstermesi şayanı hayretti. Belki Türklerin bu kadarını akıl edemiyeceklerine
kani idiler. Muayene işi bittikten sonra geride kalan sandıkları birer birer ve
süratle güverteye alınmağa başlandı. Nihayet sıra son ve funyalı sandığa gelmiş
ve bizim heyecanımızda son haddini bulmuştu. Vinç direğinin boynu son defa kayığın
üzerine uzandı. Tel halat aşağıya doğru uzandı, bahriyeliler çevik hareketlerle
onu da bağladılar. Bir saniye sonra siyah bir sütun bu tabloyu kapladı. Kayık
enkazile küpeşteye yığılan insan kümesinin parçaları havada birbirine
karışıyordu. Bu enkaz denize döküldü. Esen rüzgar 75 kilo dinamitin çıkardığı
kesif dumanı sildi. Kruvazörün su kesiminde koca bir rahne açılmış, aylardan
beri sahillerimizi haraca kesen rasgeldiği kayığı insafsızca kanlı dişlerine
çarpıp parçalayan bu canavarın böğrü Türkün yumruğu ile delinmiş Akdenizin mavi
suları üstünde yan üstü devrilmişti. (138)
-Babam
çok tutumlu biriydi. Bir kuruşunu dahi yazardı. Öyle dengelerdi bütçesini.
Yüzbaşı emeklisi ne maaş alacak ki? Bahçeden aldığımızla geçinirdi çoğu kez.
Eski Türkçeyle günlük hesap defterleri tutardı. Askerlikte alışmış. Anneme
seslenirdi: "Hu Mediha. Yahu beş kuruş eksik var nereye verdin?"
(172) Kurtuluş Savaşı öncesi babam, dedem Miralay Şefik Aker ile beraber yine
Ege'de, Aydın cephesindeydi. I.Dünya Savaşı sonrası düşmanın bile taktir ettiği
başarılarından dolayı İngiliz Heyeti babamın toplarını almamıştı. Düşman
zabitler imha için topların kamalarını sökmeyi askeri şerefe aykırı saymıştı. O
yüzden bu dört top Kurtuluş Savaşımız için çok önemlidir. Ayrıca babamın
komutasında yıllardır hem savaşta hem de her gün yapılan sıkı talimlerde bu
batarya sineği gözünden vurur hale gelmiş. (174) / Mustafa Ertuğrul'un kızı İlhan Günaltay ile yapılan söyleşi
-Hayatta
içki içmeyen dedem kalpten ve sirozdan öldü. Antalya'da çok güzel bir cenaze
töreni düzenlendi. Katafalkı top arabasına kondu. Ben de nöbet tuttum. (181) / Torunu Rıza Aker ile yapılan söyleşi.
Denizler Kitabevi, 3.baskı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder