13 Ağustos 2025

DİN VE İDEOLOJİ – ŞERİF MARDİN

-Vaziyet alış bir insanın –dünyanın diğer görüşlerinden ayırt ettiği bir dünya görüşü karşısında- davranışlarından çıkarılmış psikolojik süreç örgütlemesidir.

-Aydınlar katında meydana getirilen ideolojilerin “yönetilenler” katındaki ideolojilerle kesiştiği bir alan vardır: O da, ikisinin de esas itibariyle bir “anlama” fonksiyonu ifa etmesidir. Her ikisi de, çapraşık, anlaşılması zor bir dünyayı düzenleyen entelektüel kalıplardır.

-Marx’ın din için “halkın afyonu” tabirini ilk defa kullandığı “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Kritiği” adındaki makalesi Feuerbach’ın fikirlerinin tesiri altında yazılmıştır.

-Kültür, toplum yapısı şekillerinin kaybolmamasını sağlayan araçların anlamlılık ve aynı zamanda iç anlamlılık ve tutarlılığının incelenmesidir.

-İslamiyet esas itibariyle mevcut olan bir şehirsel yapının üzerine kurulmuş bir yapıdır, fakat bu şehirsel yapı gelişmemiş olduğundan dinin birleştirici rolü burada her zamankinden kuvvetli olmuştur.

-İslam inancının bu yapısal-pekiştirici rolü dolayısıyladır ki İslam dininden –az da olsa- ayrılanlar İslam devletinin dışında kalırlar. Bunlar böylece bir anda hem zındık, hem toplumdışı ve hem de devlet dışı kişiler olurlar. İslam’ın kendinden ayrılma eğilimi gösteren küçük dinsel grupların ihaneti üzerinde bu kadar sert bir şekilde durmuş olması, her dinsel grubun potansiyel olarak yeni bir devlet kurma tehlikesini getirmesindendir.

-İslami toplumlarda, Batı toplumlarında çok daha önemli bir fonksiyon olan “değer”lerin yerine “normlar” geçmektedir. Kişisel planda tercihler daha azdır. İnsanlar, Riessman’ın ifadesiyle “dışa dönüş”tür. Ne yapmaları gerektiğini, kendi vicdanlarıyla yaptıkları bir muhasebeden çok toplum normlarında ararlar.

-“İslam’ın bir toplum yapısı olarak özelliklerini beğenmeyenlerin bir alternatif olarak sufiliği kullanmaları ilk defa bir milli duygu meselesi dolayısıyla ortaya çıkmıştır. İslam’ı Arapçılığın üstünlüğü kabul eden sonradan İslam’a geçme milletler, İslamiyet'in bu gediğini bir protesto olarak kullanmışlardır.” Gibb

-Orta Asya Türkleri İslamiyet'e geçtikleri sıralarda İslamiyet'in kendi göçebe yapılarına uymayan özelliklerini kolayca kabul etmediler. Bilhassa kadın-erkek ayrılığı, şarap yasağı gibi normlar kendilerince kolay benimsenmedi. Orta Asya’dan Şamanlıkla karışık gelen inançlara en yakını “sufilik”ti. İslamiyet'le geleneksel Türk yapısı arasındaki bu uyumsuzluk, Türkler şehirlere yerleştikten sonra kurumlaşmış bir şekil aldı. Bir taraftan şehirdeki seçkinler İslam’ı olduğu gibi kabul ederken, şehir medeniyetinin dışında kalan Türkmen aşiretleri ve bir dereceye kadar seçkinlerden olmayanlar, İslam’ın heterodoks sufi şeklini tercih ettiler.

-Celali isyanları adını verdiğimiz ve Osmanlı imparatorluğunun 17.yüzyılda altını üstüne getirmiş olan hareketler, Anadolu’da resmi ulemanın dışındaki bir zümrenin halk arasında prestij sağlamasının ikinci bir halkasını teşkil ediyor.

-Genel olarak Celali isyanlarının sonucu, halkı soyma faaliyetlerine katılan ümera ve kapıkullarından halkın nefret etmesi, diğer taraftan halkın kendi katında olan ulemaya karşı her zamankinden büyük bir yakınlık duymaya başlaması olmuştur.

-Fakat tarikatların uzun vadedeki tesirlerinin en önemlisinin Osmanlı imparatorluğunun batışıyla ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu tesir Gibb’in işaret ettiği gibi, tevekküldür. Gizemciliğin insanları bu dünyanın ötesinde işaretler aramaya sevk eden eğilimi, Osmanlı imparatorluğunun gerilemesini ”ilahların gazabı”na bağlamayı mümkün kılmıştır.

-Tek parti devrinde, partinin eylemini açık olarak tartışmak isteyen kimselere “karıştırıcı” dendiği zaman, bunun çok samimi, toplumun bir bütün olduğu fikrine ve bölünmesinin “haram” olduğu düşüncesine giden bir yönü vardı.

-Türk ticaret siyaseti, ithalata %3 vergi koyarken, ihracata %12 vergi koyduğu için eleştirilmiştir. Gümrük vergileri, gelir kaynağı olarak kullanılmıyordu. Daha çok gelir ihtiyaç duyunca, hükümet borçlanmaya değil, vergi zammı ya da para değerini düşürme yoluna gidiyordu. Bu siyaset geleneği, patrimonyal bürokratların tüketim düzenlerinin güçlerinin sürüp gitmesi için şart olduğu inancına bağlılıklarının bir sonucu olarak yorumlanabilir. Osmanlı hükümdarlarının ithalata karşı hayati bir ilgileri olduğu halde, ihracata karşı böyle bir ilgileri yoktu.

-Bürokrasiyi dengeleyecek  iktidarın yokluğu, Osmanlı Devleti’ndeki etnik azınlıkların, koruma için Batı devletlerine başvurmaları sürecini açıklamaya yardımcı olmaktadır.

-1870’lerde “çalışan fakirler” kavramını meşrulaştırma işinin, zanaatların Avrupa’nın iktisadi yayılması yüzünden çok zor duruma düştüğü bir sırada; fakir bir zanaatkar ailesinden gelen bir gazeteci tarafından yapılmış olması tamamen bir rastlantı olamaz. Ahmet Mithat Efendi adını taşıyan bu adam, Türkiye’de Samuel Smiles’in düşüncelerinin yayıcısı olmuştur. Böylece geleneksel fakat bastırılmış hisbe düşüncesi yeni bir biçimde ortaya çıktı. Sonraki Türk radikalliğinin çok defa eski eşitlik kavramından geldiği görülebilir.

-Zaman zaman Türkiye’de bir kapital birikmesinin devlet çıkarlarını engelleyeceği düşünüldüğü zaman –Varlık Vergisi konusunda olduğu gibi- devlet pazar mekanizması yoluyla kendisine karşı çıkanları yok etmeye tereddüt etmemiştir.

-Halk kültürü ile seçkinler kültürü arasında bir uçurum olması, seçkinlerin dine önem veren kimseler olsalar bile, “Halk İslamı”nı kuraldışı saymalarıyla sonuçlanmıştır.

-Ziya Gökalp, Mehmed Akif ve Şemsettin Günaltay aynı temellerden hareket etmişlerdir. Reformları  Sünni İslam’ın ortodoks şekline yeni ve “medeni” bir şekil vermek üzerinde durmuştur. Bu tutumlar uzun vadede, bir halk dini olduğunu bilen ve onu ciddiye alan şıhlara, hocalara ve batıl itikat ticareti yapanlara yaramamıştır. Onlar “hurafe”yi ciddiye aldıkları için köylü ile alt tabakadan gelen adamla aynı dili konuşabiliyorlardı. Buna karşılık köyde 1950 yılına kadar Ziya Gökalp’in Türkçe ezan hakkındaki fikirlerinin paylaşılmadığını biliyoruz.

-Türkiye Cumhuriyetinde tüzel kişiliğin hukuk teorisine girmesi ve Batılı hukuk normlarının tatbiki, ilk defa olarak dine, devletten ayrı olarak teşkilatlanma şansı tanımıştır.

İletişim Yayınları, 2010 basım.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...