-"Öteki"ni
ciddiye alnmak, onları dinlemek ve onlarla birlikte çalışmak hem bireysel
olarak hem de kolektif olarak varoluşun yeni unsurların keşfetmemize, bilgi
alışverişine, ileride daha geniş ruhlu bir toplumda yayılacak yeni fikirler,
değerler ve koşulları ortaya koymamıza imkan sağlar. Bunlar yayıldıkça, yeni
oluşan fikirler bölünmeye başlar ve diğer fikirlerle birleşerek karma kimlik
formları, yeni ahlaki muhakeme pencereleri ve yeni iyileştirme tarzları
oluşturur. Buna örnek olarak, geçmiş yıllarda Budizm'in Batı'ya doğru
yayılımının, acı ve anksiyete kontrolü ile depresyonun önlenmesine yönelik yeni
stratejilerin geliştirilmesini teşvik etmesi gösterilebilir. Diyalektik
davranış terapisi ve farkındalık temelli terapiler Budist değerleri veya keşiş
yaşamını benimsemeksizin Budizm'den ödünç alınmıştır. Bu örneğin gösterdiği
gibi, özgül fikir ve teknikler sayesinde kültürel melezleşme, daha hızlı ve
daha yoğun bir şekilde küreselleşen dünyada birbirlerini etkilerken klinik
uygulamaları da yeniden şekillendirir. (31)
-Geleneksel
toplumlarda yaşam krizi deneyimleri üzerine paylaşılan ahlaki ve dini bakış
açıları, kaygıları hafifletmede sosyal kurumları devreye sokarak tehdidi nihai
anlam ağında hapsediyor, bireylerin hayatını alt üst etmesine izin vermiyordu.
Çoğulcu modern dünyada ise anksiyete daha ziyade yüzer gezer tarzdadır,
kişilerin kendilerinin idiosenkratik, özgün ve nevi şahsına münhasır anlamlar
yaratması gerekir. Eski anlamlar atalarımıza nasıl acı çekecekleri yönünde yol
gösteriyordu, oysa şimdi talihsizliği nasıl yorumlayacağımız konusunda
kendisinden akıl alacağımız bir otorite merciinden mahrumuz. Çağdaş dünya
böylesi durumları medikalize etmekte ve zayıflıklarımıza çare olarak tıp
mesleği ya da bilimin otoritesine satılmaktadır. Oysa tıbbi veya bilimsel bakış
açısı bize ızdırap sorunuyla başa çıkma konusunda yardımcı olamamakta: Çağdaş
biyotıp ve diğer yardım meslekleri, insanlık durumunda mündemiç olan ızdırabın
yol açtığı şaşkınlık veya kargaşa gibi durumlarla ilgilenmez, bunlara karşı
teleolojik bir bakış açısı geliştirmez. Modern medikal bürokrasi ve onun içinde
işleyen yardım meslekleri, ızdırabı mekanik bir yıkım, çözümünü ise teknik bir
tamir meselesi olarak ele alırlar. Hastalık sorunlarına anlamlı manevi/moral
bir tepki sunmak yerine rahatsızlık sorunlarının terapötik manipülasyonuyla
uğraşırlar. Tıbbi antropolojide etkili bir strateji, bir hastanın hastalık
şikayetleri ve inançlarının nasıl bir ahlaki alan ürettiğini göstermektir.
Görünürde sosyal arketiplerle ve görünmez sosyal süreçlerle, ağrı ve bildik
yardım arama davranışlarının aslında bir kültür dünyasını kopyaladığı, onu
yeniden ürettiği gösterilmiştir. (49-50)
-Psikiyatrinin
neredeyse evrensel bir işlerlikkazanan teşhis el kitabı DSM-IV'te bahsedilen
tüm yetişkin ruh sağlığı bozukluklarının yalnızca dörtte biri dünya çapında
yaygınlık göstermektedir. Diğer yetişkin ruhsal bozukluk kategorileri Kuzey
Amerika ve Batı Avrupa'ya özeldir. İlginç bir örnek, bir yeme bozukluğu olan
anoreksia nevrozadır. Bu bozukluk ince kadın bedenini güzel, cinsel açıdan arzu
edilir ve ticari açıdan önemli bulan çağdaş Batı toplumlarında ortaya
çıkmaktadır. Japonya, Tayvan, Hong Kong'un Batılılaşmış üst orta sınıfı dışında
Asya'da anoreksia nervozaya rastlanmamaktadır. (53)
-Global
mutluluk kültürü çağında Batılı kültür eğilimleri acı çekmeyi bitirmeye ve
mutluluğu geliştirmeye çalışırken Doğu filozofları (Tasavvuf ve Budizm gibi)
acı çekmenin kaçınılmaz olduğunu vurgular. (69)
-Batılı
olmayan bağlamlarda iç dünya hakkında açık bir şekilde konuşmak tercih edilmese
de rahatsızlığı metaforlarla anlatmak veya dolaylı bir şekilde kelimelere
dökmek daha yaygındır. Aileyi terapide toplamak her zaman hastanın ailesine
aşırı şekilde bağımlı olduğu veya aile içine gömüldüğü anlamına gelmez, ailenin
çok kıymet verilen bir sosyal destek sistemi olduğunu gösterir. Dahası, Batılı
olmayan kültürlerde kişilerarası çatışmaları ve meydan okumaları açık bir
şekilde ifade etmek hoş karşılanmayabilir; bu nedenle meydan okumacı olmamak ve
sosyal uyumluluk, yücelik olarak değerlendirilebilir. (72-3)
-Psikoterapi
bir bilimden daha fazlasıdır ve terapist ile danışan arasındaki ahlaki alan iyi
bir şekilde ele alınmalıdır. Modern dünyadaki ana terapi soruları iyi bir
yaşamın ne olduğu ve bir bireyin bu dünyada nasıl evde gibi hissedebileceğine
benzer meseleler etrafında dolaşır. Bunlar geniş anlamda ahlaki sorulardır,
çünkü ahlak sadece doğru davranışlarla ilgili sorularla değil, aynı zamanda
"hayatımı nasıl yaşamalıyım?", "yaşamaya değer bir hayat
nasıldır?" gibi sroularla da uğraşır. (C.Guignon, Authenticity, Moral
Values and Psychotherapy. Cambirdge University Press, 1993) (76-77)
-Psikiyatri
modern bir projedir ve normal ile hasta arasında bir sınır vardır. Orta Doğu'da
geleneksel olarak deli insan ve veli insan arasındaki farklılıklar çokça
düşünülmüş bir sorudur. (O.M.Ozturk, "Folk Treatment of Mental Illness in
Turkey" (İçinde) Magic, Faith, and Healing, editör: Ari Kiev, New York:
The Free Press, 1964) Ayrıca toplumcu ve bireyci yaşam tarzları arasında da
farklılık vardır. Bu bölgedeki bireylere, kişilerarası uyum ve birliği sağlamak
adına iç arzularını bastırarak kendilerini ilişkiye uydurmaları öğretilir. Bu
nedenle insanlar suçluluk duygusunun nadir olduğu psikiyatri hastaları
arasında, sosyal olarak dağılmış bir sorumluluk hissederler. Toplum kendini
açmayı iyi görmez. Duygular üzerine sınırlama ve kontrol vardır. Kendi
menfaatine hizmet ve kendine odaklanma değil, alttan alma, feragat, tevazu ve
alçakgönüllülük tercih edilir. Ayrıca manevi inanç deneyimleri de günlük iyi
oluşu sağlayan kültürel idealleri yansıtır ve etkiler. Bununla beraber Batılı
psikiyatrideki anlam odaklılık seküler bir gerçeklik içindedir. Batı'da anlam
odağı bireysel psikolojiye doğru kayar, bunun anlamı insan hayatının
başarısının psikolojik iyi oluşta yatıyor olduğudur. (C.Elliott, Better Than
Well:American Medicine Meets the American Dream, WW Norton Press, 2003) İyi ve
mutlu hissetmek başarılı bir yaşam sürdüğünüzün kanıtıdır. Mutluluk
göstergeleri değişiklik gösterdiği gibi sıkıntı işaretleri de Orta Doğu
toplumlarında farklı olabilir. Rahatsızlık deyişleri kültürler arasında
çeşitlilik gösterir ve Orta Doğu toplumlarının da kendilerine özgü ifade
yolları vardır. Çoğu Orta Doğu toplumunda sıkıntı baş ve zihinde değil, kalpte
konumlandırılır. Duyguları metaforlarla tarif ederler. Ruh sağlığı sorunlarını
tarif eden tasvir ve dil formunda zengin, şiirsel kültür kaynakları vardır.
(92-93)
-Psikiyatrik
bir teşhis yapıldığında semiyotik bir eylem gerçekleştirilmiş olur: Hastanın
yaşadığı bulgular özel rahatsızlık durumlarının işaretleri olarak yeniden
yorumlanır. Ancak bu yeniden yorumlama özgül psikiyatrik kategorilere ce bu
kategorilerin inşa ettiği ölçülere nispetle yapılırsa anlamlıdır. Astım,
diyabet veya depresyon: bütün teşhisler bu özelliği paylaşır. Ancak psikiyatrik
bozuklukların belirtilerini yeniden yorumlamak iki nedenle daha zordur. Onlar
ancak kısmen ve özel bazı durumlarda biyolojik bir anormalliğin sonucudurlar ve
psikiyatrik yakınmalar, sıklıkla insanın içine düştüğü acınası durumların
sıradan yakınmalarıyla örtüşürler. Adaletsizlik, yas, başarısızlık, mutsuzluk
gibi. (107)
-Günümüz
toplumu giderek daha fazla miktarda toplumsal sorunu medikalize ediyor. Bir
zamanlar bir günah ve ahlak zayıflığı olarak algılanan alkolizm şimdi bir
bozukluktur. Aynı şey madde kötüye kullanımı için de geçerlidir. Yakın zamana
kadar çocuğun ve ebeveynnin okul yönetimine karşı sorumlu olduğu yaramazlıklar
artık davranış bozukluğu olarak tesmiye edilir. Günlük hayatta yaşanan sorunlar
uyum bozukluğu adını almış durumda. Şimdi harıl harıl bunların biyolojik
öncülleri, sonuçları ve bağlantıları aranıyor. (109)
-Medikalizasyon
alternatif bir toplumsal kontrol biçimidir. Tıp kurumları yasal ve dini
kurumların yerini doldurur, dolayısıyla normatif davranışı da artık onlar
sınıflandırır. Böylece kıskanç kocaları, şişman kimseleri, alışveriş yapmaktan
kendini alıkoyamayanları, tehlikeli araba kullananları ve giderek, sigara
içenleri, arada bir hüzne gark olup şiir yazanları, kendilerini anlaşılmaz
metinlerle ifade edenleri tedavi edebiliriz. (109)
-Biyolojik
psikiyatri tam da bu noktada bir sosyal ideoloji olarak tezahür eder. Bu
yaklaşım, biyolojiyi kader olarak gören bir dünya görüşünü yansıtır. Biyoloji
insanın kaderi olarak nitelenen şeyin en büyük belirleyenidir. Bilgi
sosyolojisinin dikkatimizi çekmek istediği şey şudur: Biyolojiye aşırı vurgu
bir göz bağcılıktır, iktidarın imtiyazlılar tarafından kötüye kullanımından
dikkatleri uzaklaştırır. Nedir bu kötüye kullanım? Sıkıntı, umutsuzluk ve isyan
içinde olduğu için imtiyazlı azınlığa baş ağrısı veren "tebaa", bütün
bunları toplumsal sorunlardan ötürü değil de kendi bedensel noksanlıklarından
ötürü yapmaktadır. Kötüye kullanım, bu ideolojinin ta kendisidir.
"Biyolojizasyon" daha sonra böylesi toplumsal adaletsizliklerin
kurbanı olanları etiketleme yoluna dönüşür. Psikolopatolojinin
"mekanı"nın bedenin içinde olduğu önermesiyle hem aile hem de toplum,
günahlarından arındırılır. Hastalık belirtilerini taşıyan kişi de pasif bir
kurban oluverir. Artık kimse sorumlu değildir. (110)
-Geleneksel
toplumlarda sıkıntının dini ve ahlaki ifadeleri, neyin yolunda gitmediğini,
ynlışlığın ne olduğunu açıklıyordu. Günümüzde, özellikle Batı toplumlarında,
modernizasyon süreci dertlerle başa çıkmanın bu eski biçimlerini
zayıflatmıştır. Sorunları ifade etmek için hala önemli kanallar varsa da dil
değişmiş ve psikolojik dil, genel stres dilinden daha özgül varoluşsal
ifadelere dek, eski dillerin yerini almıştır. Artık kişinin toplumsal
dünyasındaki duraklayışlar, bir günah, şer güçlerinin bir istilası yahut göğüs
ağrısı şeklinde ifade edilmez. Psikolojinin dilinde onlar; intrapsişik kaygı,
kişisel moral bozukluğu ya da umutsuzluktur. Kişisel sorunların suçluluk ve
depresyon olarak açıkça ifade edilmesinin; duyguları dolaylı yoldan bildiren ya
da sessizlikle anlatan ifade biçimlerine oranla daha ileri bir bilişsel düzeyi
temsil edip etmediğini bilmiyoruz, bu konuda bilimsel kanıt yok. (115-116)
-DSM-IV
ve ICD-10'un uluslararası geçerliğini tehdit eden en önemli etkenn, dünyada
psikopatolojinin birbirinden şaşırtıcı ölçüde farklı yansımalarını,
sınıflandırma sistemlerine dahil edememeleri olduğu öne sürülüştür. Bu
"yerel" durumların pek çoğu DSM ve ICD kategorileriyle örtüşse de bu
durumlar var olan kategorilere uydurulduklarında asıl özellikleri
kaybolmaktadır. (152)
-Postmodern
görüşte hakikat keşfedilen değil, inşa edilen bir şeydir. (166)
-Psikiyatri
içinde bugün hakim paradigma olarak görünen biyolojizm, zihinsel süreçlerin ve
davranışın, normal veya anormal olsun, sinir bilimleri, moleküler biyoloji ve
beynin fizikokimyasal süreçleriyle açıklanabileceğini iddia etmektedir. Bu
görüşe göre bilim, insanın doğayla ilişkisini anlamlandıran hiyerarşide en tepe
noktayı oluşturmaktadır. Nicelik üzerine odaklanan bu yaklaşım; insan tekinin
biricikliğini, şahsi özel niteliklerini gözden kaçırmakta ve farklılıkları es
geçerek, benzerlikleri öne çıkarmaktadır. Oysa klinik pratikte karşılaşılan
fenomenler ölçülebilir/nesnel olanı aşmaktadır. (168-169) Bilinçlilik, sözel
olan ya da olmayan öznel deneyimler, rüyalara bağlı öznel deneyimler, hatta empati
gibi klinik gerçeklikler mevcut ampirik bilimin sınırları dışında kalmaktadır
çünkü ölçülmeleri güçtür. Hastanın yaşantısını öznel olanı feda etmek pahasına
nesnelleştirmek, kişinin yaşadığı sürece verdiği anlamı berhava edecek ve
"zihinsiz" psikiyatri anlayışını besleyecektir. Bir insanın detaylı
bir sinir ağları haritasını vermek ya da o kişinin nörotransmiter profilini
çıkarmak, bize o kişi gibi olmanın ne demek olduğunu anlatmaz, bu bilgiyi bize
sağlamaz. Psikiyatristler tamir edecekleri bir mekanizma ile değil; yaşayan,
hisseden, bakış açıları ve değerleri olan insanlarla ilgilenirler ve işte bu
yüzden, insan yaşantısının fenomenolojik niteliği fiziksel terimlerle
karşılanamaz. (169)
-Ruhsal
hastalığın bir "toplumsal inşa" olduğu düşüncesi Sovyetler Birliği'nde
psikiyatrinin politik amaçlı istismarı ve 1973'te Amerika Psikiyatri
Cemiyeti'nin homoseksüaliteyi bir hastalık olmaktan çıkarmasıyla
belirginleşmiştir. Her iki durumda da politik güçler neyin hastalık olduğunu
belirlemişlerdir. (177)
-Terapiyi
modern hayatın güçlü bir unsuru ya da albenili bir ürünü yapan şey, pek çok
kişi için terapi odasının gerçekten işitildikleri, öykülerini anlatıp kabul
gördükleri yegane yer olmasıdır. Ancak öykünün anlatılmış olması, geçmişin
aksine kişiiyi paylaşılan, bir kültürün üyelerini birleştiren daha büyük
anlatıya eklemlememektedir. Geleneksel toplumlarda bir topluluğun tarihi sözel
anlatılarla ve efsanelerle nesilden nesile aktarılırken, modern zamanlarda
kişilerin tarihi en çok dede ve ninelerine uzanmaktadır. Savaş, göç ve sosyal
değişime bağlı kayıpların sonuçları yeni nesiller üzerinde etkili olmuş olsa
bile, modern terapilerde kişinin geçmişi çocukluğundan başlatılmaktadır.
Modernliğin sınırında artık hikayeler de farklı biçimlerde anlatılmakta, farklı
işletilmektedir. Hikayeci ile dinleyici ayrışmış, efsane hikayeleri artık
dinleyicilerin de katıldığı karşılıklı yaşantılar olmaktan çıkmıştır. Çağdaş
söylenceler CNN tarafından yayılmakta, milyonlar tarafından izlenmekte ve söz
yerine görüntüyle izleyiciye ulaştırılmaktadır. (J. McLeod, Narrative and
Psychotherapy, Sage Publications, Londra, 1-27, 1997) Yakın zamana kadar
Anadolu kasabalarında dinleyicilerin de aktif katılımıyla anlatılagelen Köroğlu
hikayeleri ya da Hz.Ali cenkleri, TV'nin yaygınlaşmasıyla birlikte kaybolmaya
yüz tutmuştur. Terapi globalleştikçe tüm dünyadaki terapistler aynı el
kitaplarından edindikleri standart girişim yöntemlerini benzer biçimlerde
müşterilerine sunmaktadır. (185-186)
-Postmodernizm
gerçekliğin değil, onu yorumlama biçimlerimizin sabit olmadığını söylemektedir.
(186)
-Benlik
kavramı "insan olmanın ne olduğu" sorusuna bir kültürel grubun kendi
psikolojisi içinden verdiği cevaptır. Benlik, o kültürün insanoğlunun evrendeki
yerinin ne olduğuna, sınır, yetenek, ümit ve yasaklamalarının neler olduğuna
dair anlayışıdır. Bu anlamıyla tarihten ve kültürden bağımsız bir benlik
yoktur, evrensel bir benlik kuramı yerine yerel kuramlar vardır. (188)
-Empati,
politik baskı dönemlerinde kaybolmaya yüz tutar ve onun yerine ihanet ve ihbar
özendirilebilir. Zamanımızda da TV haberlerinin eğlenceye dönüştürülmesi
ızdırabı seyirlik bir nesne kılmakta, empatiyi zayıflatmaktadır. (191)
-1960'lı
yıllarda serpilip gelişen antipsikiyatri hareketi psikiyatrinin ana akışına
karşı çıkan ve bu karşı çıkışı psikolojik, toplumsal, felsefi ve siyasi
boyutlarda şekillendiren bir harekettir. En önemli temsilcileri arasında adı
neredeyse hareketle özdeş hale gelen Ronald D.Laing başta olmak üzere,
İngiltere'den David Cooper, Aaron Esterson, Amerika'dan Erving Goffman, Thomas
Szasz, Thomas Scheff'i sayabiliriz. Antipsikiyatri hareketinin merkezinde yer
alan bu isimler dışında hareketle şu ya da bu şekilde bağlantılandırılmayı hak
eden önemli başka isimler de var. Felsefe boyutu daha ağır bassa da Michel
Foucault, Gilles Deleuze ve Felix Guattari Fransız antipsikiyatri hareketinin
kuramcuları olarak anılmalıdır. Yine Birleşik Amerika'dan şizofreninin aile
kuramıyla ilgili çalışmalarıyla antipsikiyatrinin kimi temel tezlerine paralel
düşen Palo Alto grubundan Gregory Bateson, Don Jackson, Virginia Satir; Yale
gurubundan Theodore Lidz, Alice Cornelison gibi isimlerin de bu tabloya
eklenmesi gerekiyor. (203) Antipsikiyatri kendisini uygulamasının tüm
süreçlerine karşı çıkmakla belirler. İlk aşamadan, yani tanımsal/betimsel
yandan başlayarak öte yana, tedaviye dek uzanan bir çizgide psikiyatri adına
yapılan her şeyi eleştirir. Psikiyatrinin hastalık kavramına yataklık eden
normal kavramı, ondan çıkan hastalık kavramı ve bunun doğurduğu sonuçlar kabul
edilemez şeylerdir antipsikiyatri için. (204) Antipsikiyatri hareketinin
önderleri aynı zamanda önemli bir eleştiriyi de doktor-hasta ilişkisine
yöneltirler. Psikiyatristin geleneksel olarak ikili bir rolü vardır onlara
göre, birisi günah çıkartılan rahip, diğeri hapishane müdürü olmak üzere.
Hastayla arasındaki ilişki eşit bir ilişki değildir. (205) Resmi psikiyatriyi
biçimleyen ana mantığı pek değiştirmese de, antipsikiyatri günümüz psikiyatri
uygulamasını bir hayli etkiledi, fakat bu etkisine karşın, günümüzde güncelliği
ve yaygınlığı 65-75 arası döneme göre oldukça azalmış durumda. (207)
-"Yakın
zamanlara kadar" diyor Thomas Szasz tıbbi uygulamanın çoğu bir dizi
büyüsel eylemden ibaretti. Bu psikiyatri için daha bir doğrudur. Yüzyılın
başına kadar psikiyatrik uygulama törensel ve teknik eylemlerin bir
karışımıydı. Tıbbi olan törensel, cezalandırıcı olan teknikti. Freud oranları
değiştirdiyse de karışımın temel özelliğine dokunmadı: Teknik olanı
genişleterek törensel olanı daralttı. Aynı zamanda geleneksel psikiyatri
uygulamasına yeni ritüeller ekledi: sedir, serbest çağrışım,
"bilinçdışı"nın derinlerinde yolculuk gibi. Vurgulamak istediğim şu
ki Kurumsal Psikiyatri büyük oranda tıbbi tören ve büyüden ibarettir. Bu
insanların -akıl sağlığı yerinde ya da bozuk olarak- etiketlenmelerinin, neden
psikiyatri uygulamasının vazgeçilmez bir parçası olduğunu açıklar. Toplumsal
meşruiyyetin veya gayrı meşrulaştırmanın ilk eylemini teşkil eder bu ve modern,
bilimsel dinin yüce rahibi olan psikiyatri tarafından yürütülür. Günah keçisi/
akıl hastası toplumun dışına itilir. (238)
-"Kraepelin,
Bleuler ve Freud'a insan aklını sömürgenleştiren insanlar olarak
bakıyorum" der Szasz ve ekler: "Çünkü toplum onlardan tıbbın
sınırlarını, ahlakın ve hukukun üstüne taşımalarını istedi, yaptılar. Hastalığın
sınırlarını vücuttan davranışa doğru genişletmelerini istedi, bunu da yaptılar.
Ve onlardan toplumsal çelişkiyi psikopatoloji, kapatılmayı da terapi olarak
gizlemelerini istedi, bunu da yaptılar..." (241)
-"Psikoloji
alanındaki çalışmaların pek çoğu, insanlardaki yoğun kaygının ailevi nedenleri
üzerinde durmakla birlikte, kültürel birleşen de aynı oranda baskın bir rol
oynar, çünkü kültür ailenin ailesidir." Clarissa P.Estes
alBaraka Yayınları, 2022
basım, 2.baskı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder