17 Ağustos 2025

TÜRKİYE İSLAM VE SEKÜLARİZM – ŞERİF MARDİN

-Gerek III.Selim, gerekse II.Mahmud, sarih bir devlet kuramı bulunmamasından mütevellit kavramsal boşluk ile devlet görevlilerinin kullandığı söylemsel kaynaklar arasındaki ilişkinin farkındaydılar. Devlet hizmetindeki kalemiyenin temel başvuru kaynağı olan sözlüklerin yazılmasını desteklemeleri, daha önce tarif ettiğim kültürel tıkanmanın mikro düzeyi olarak nitelendirilebilecek olguyla ilgilendiklerinin göstergesidir. II.Mahmud’un genel okur kitlesi, yani aydınlardan daha geniş bir kesim arasında popüler Türkçe konuşma dilini teşvik etme girişimleri gayet iyi bilinir. Fakat bu yola klasik İslam kültürünü yaygınlaştırmak için başvurması ilginçtir. Bu girişimlerdeki bir hamle, II.Mahmud’un asıl hedefini açık biçimde göstermektedir: Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından birkaç yıl önce, yeniçeri kışlalarında her akşam Hz.Hamza’nın menkıbeleri yerine savaş kurallarını konu alan bir klasik İslam eserinin okunmasını emreder. (Şeybani’nin Siyer-i Kebir’inin Mehmet Münib Ayıntabi’ye ait Türkçe tercümesi) Buradaki örtük iddia Müslüman Osmanlıların, tıpkı Batılılar gibi kendilerine özgü bir savaş ahlakına sahip olduklarıdır.

-II.Mahmud’un girişimlerine bir bütün olarak bakıldığında, İslam-Osmanlı kültürünün söylemini konuşma diliyle uyumlu hale getirmek suretiyle bir kamu oluşturma çabasının sonuçları olarak görmek abartılı olmayacaktır.

-Cevdet Paşa’nın, ortak bir konuşma diliyle sınırlanmış tektip bir İslami yurttaş yaratmaya yönelik çalışmalarını 20.yüzyılda  Kur’an tefsirleri üzerine çalışmasıyla İsmail Hakkı İzmirli (1868-1946) devam etttirir. İzmirli artık yüzyıldan uzun bir geçmişi olan bir tartışmada, Kur’an’ın Allah’ın kelamı değil, kelam’ın anlamı olduğunu, dolayısıyla Kur’an’ın anlamını herhangi bir dilde ifade edilebileceğini iddia eder. Bu yorumun, Kemalist Cumhuriyet rejiminin seküler girişimlerine çok benzer biçimde bir Türk-İslam yurttaşlığı oluşturma amacı taşıdığı açıktır. İmapartorluğun son şeyhülislamı Mustafa Sabri, Mehmed Akif’in birleştirici bir İslamı kolektif estetik tezine yakın bir temaya başvurur, ama bunu Kur’an’ın ifadelerindeki icazın toplumu kaynaştırma gücünü öne çıkarmak için kullanır. Her iki durumda da, modern temellere dayanmakla birlikte İslami olan bir kolektivitenin teşvik edilmeye çalışıldığı açıktır. Bu anlamda, söz konusu öneriler, modern Türk entelektüellerini –ister seküler, ister İslami olsunlar- meşgul eden kilit meselelerin, yani modern bir kollektivitenin temaları meselesinin altını çizmektedir.

-Mustafa Kemal’in, İslam’ı, bir katılımcı yurttaşlık tasarısının dayanak noktası olarak kullanmak istediğine kuşku yoktur. Bu tasarının bileşenlerinden biri de, öncelikle elitlerin dini ile sıradan halkın  dini arasında köprü kurulmasıydı. Bu strateji, Jön Türklerin, dini hareketlerin (hakayık-ı diniyye) ve İslam’ın yüce ilkelerinin (me’ali-yi İslamiye) tüm nüfusa yayılması konusundaki vurgularının bir uzantısıydı. Jön Türkler 1918’de bu amaçla Dar’ül-Hikmeti İslamiyyeyi kurmuşlardı. Mustafa Kemal’in 1924-1938 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığına atadığı isimlere baktığımızda yine yurttaşlık bilincinin geliştirileceği bir kanal olarak İslam fikriyle karşılaşırız.

-Cemil Meriç eserlerinin çoğunda, Türkiye’de İslam konusunda dönen tartışmalarda net bir taraf olmadan, Cumhuriyet döneminde İslamın kültürel çerçevesinin terk edilmesi sonucu doğan hayal gücü, kavrayış ve duyarlılık kaybına yoğunlaşmıştı. Kısmen İslami ögeler içeren muhafazakar kolektivist temalar ile Türkçülüğüm unsurlarının iç içe geçtiği İslami bir kültürel sürekliliğin teşvikinde, Dergah Dergisi’nde (1921-1933, 1990’da yeniden çıkarılmaya başlandı) payı olmuştur.

-Bediüzzaman’ın Türkiye’deki başarısı genellikle müreitlerinin örgütsel becerileriyle açıklanır. Bu açıklamna kuşkusuz, arabayı atın önüne koymak anlamına gelir. Nurcuların Türkiye siyasetinde geniş bir nüfuzu olduğu –Said Nursi’nin mesajındaki- İslam toplumunu ihya etme vaadi aracılığıyla bu nüfusu daha da artırdıkları bilinmektedir. Fakat bu çok gneel bir değerlendirmedir ve kilit bir soruyu –yani bu mesajın ne olduğu sorusunu- cevapsız bırakır. Burada değinebileceğimiz birkaç önemli tema var. İlki, Said Nursi’nin bildilk bir İslami söylem tarzını yineleyen, göndermelerle ve simgelerle yüklü, çözülmesi güç batıni üslubudur. Bu üslup özelliği önceliklidir, ama mesajın içeriği de önemlidir. Bu, bir umut mesajıdır. İslam’da reformun adını anmaksızın, Osmanlı Müslümanlarının hayat tarzındaki İslami canlandırmayı vaaz eder. Böylece, İslam’ın hakiki unsurlarını, bunları tartışmalı hale getirmeden ele alır. Ayrıca, İslamda merkezi yer teşkile den, hevesat-ı nefsaniyye’nin terbiyesi sorunundan başlayarak toplumsal huzurun ve aile uyumunun tesis edilmesi düşüncesinin çok bildik bir İslami manası vardır. Said Nursi, bu düşünceden hareketle, aileyi ve cemaati toplumun temeli olarak görür; bu görüş Tanzimat ve “devletçi” politikalarıyla sarsılmıştır. Said Nursi aynı sorunu başka bir düzeyde daha ele alır; burada sosyal bağları tarif etmek için kullandığı hayat-ı içtimaiyye-i beşeriye (modernistlerin sık kullandıkları “medeniyet” kavramının İslami tezatı) gibi kavramlarla ancak “sosyolojik” diye nitelendirilebilecek bir yaklaşım söz konusudur. Son olarak Nursi’nin mesajı daha derinlemesine okunduğunda, müritlerine modern dünya içerisinde İslami bir benliği inşa etmenin araçlarını sunduğu görülmektedir.

-Gülen’in görüşlerinde, devleti savunmasıyla bağdaşan bir diğer unsur da, Arap İslamı’nın Osmanlı İslamıyla karşılaştırıldığında “ilkel” olduğunu savunan Osmanlı-Türk milliyetçiliğidir. Bu açıksözlülük Türkiyeli bir İslamcı açısından kuşkusuz büyük bir adımdır. Hanefiler ile Hanbeliler arasındaki çekişmeler, Arap alimlerini Osmanlı İslamını “gevşek” olarak nitelendirip küçümsemeye sevk etmiştir; dolayısıyla Gülen’in ilkel nitelemesinin meşru bir mukabele olduğu söylenebilir.

-Modern Türkiye İslam’ının ana kesişme noktasını tek bir kelimeyle tarif edebiliriz: milliyetçilik. Fakat olumsuz çağrışımlar içeren bu kavram, Türkiye’de modernleşmeye eşlik eden gerçek kültürel kaybın karmaşıklığını ve bu kaybı telafi etme çabalarını kapsamaktan çok uzaktır. Türkiye’de döneminin Osmanlı-İslam toplumu üzerine sosyal değerlendirmeler yapan M.Akif’ten bugün hala yazmaya devam eden İsmet Özel’e kadar bazı İslamcı düşünürler, bu kaybı, İslam kültürünün kolektif hafızada taşınma yollarına odaklanarak ifade etmeye çalışmışlardır. Özel son dönemde, İslami ideolojinin savunucusu olarak aldığı tavır hakkında kuşkularını dile getirmiş olsa da bu başlangıçtaki duruşunun önemini azaltmaz.

-Özel, İslam’a dair entelektüalist analizlerini, kendisini “popülizm” olarak tarif ettiği seçenekten uzaklaştırdığının farkındadır. Fakat fikirlerini işleyiş biçimindeki derinlik ve karmaşıklık, “normal” bir Müslümanın, “gündelik” Müslümanların dertlerinden zorunlu olarak uzaklaşmayı gerektiren yeni entelektüalist yaklaşımlar hakkında bilgi sahibi olması gerektiğini öne sürerek bu paradoksu aşmasından ileri gelmektedir. İsmet Özel, entelektüel ile halk arasındaki bu mesafenin, Müslümanlara İslam’ın Türkiye’deki mevcut haliyle baş edecek bir yol sunduğuna inanmaktadır. Şiir dili bu aşkınlığı temin etmenin araçlarını sağlar. Bu bakış açısında, İslam’ın  nevrotik bir savunma mekanizması olması şart değildir; insanın kendi içine dönük arayışları sonucunda İslami kimliğini yeniden keşfederek ulaşacağı, “şerle” karşılaşma sonucunda yenilenmiş bir inançtır ve bu süreç İslam’ın “ekseri” haline getirilmelidir.

-Bazı filologların, kadınların Kur’an’da yeni anlamlar keşfetmelerine yardımcı olduğunu biliyoruz.Bu faaliyetini 1990’lardan beri çok sayıda klasik İslam eserlerinin Türkçeye tercüme edilmesine kıyasla çok daha derin bir etkisi olmuştur. Bulaç ve Özel gibi, bir bakıma Batı beşeri bilimlerindeki temalar vakıf olduklarını göstermeye çalışan kişilerin entelektüalist söylemine karşılık, kadınlar daha dolaysız, cinsiyet yönelimli ve varoluşsal koşullarıyla bağı olan bir söylem kullanmışlar; bu söylemin somutluğu, Türkiye İslam’ında erkeklerin yarattığından daha köklü bir değişime sebep olmuştur. Türkiye’de, ahlak konusunda kendine bağımsız bir yol çizmesi gereken bir benlik görüşünden hareketle  kolektif bir bağ oluşturmayı hedefleyen bir projeye girişenlerin sayısı çok azdır. İslamcı kadınların söyleminde böyle bir unsurun izlerine rastlanmaktadır.

İletişim Yayınları, 5.baskı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...