-İslamcılık cereyanını Türkiye’deki rolünü ilk defa etraflı olarak inceleyen Tarık Zafer Tunaya’dır. İslamcılık Cereyanı (1962) adındaki eserinde, Tunaya konuyu daha çok Türkiye’nin sınırlarına inhisar ettirmektedir.
-Tanzimat ve II.Meşrutiyet, din işlerini daha kesif bir şekilde din adamlarının omuzlarına yüklemek, onları siyasi işlerden ayırmakla devletin din işlerinde görünen ağırlığını kaybetti. Dini kuruluşlarda dinin taşralı, dar anlayışı egemen olmaya başladı.
-Tanzimatçılar tarafından başarılan kamusal laikleştirme, onların modern ilmin pratik uygulamaları lehindeki tavırlarıyla paralellik göstermekteydi. İmparatorlukta askeri tıbbın niçin bu kadar erken başlamış olduğunun sebeplerinden birisi bu idi.
-1871 yılına, Sadrazam Ali Paşa’nın ölümüne kadar, devlet adamları arasında, bütün Osmanlıların sadakatini Osmanlı devleti lehine kazanmanın yolu olarak, biri Osmanlı imparatorluğunun kurumsal modernleşmesinin devam etmesini destekleyen, ikincisi yeni bir siyasi formül olarak İslam’ı kullanmaya meyilli iki hizip çoktan oluşmuş bulunuyordu.
-Bir sosyal gerçeklik modelinin, gerçekliğin kendisinden daha hızlı “işleme”si için, kişi kendisini farazi bir geleceğin içinde tasarlamak zorundaydı.
-Ziya Gökalp’in gelecek tasarımı, Türk milletinin gizli, fakat yaşayan kültürünü ortaya çıkarmak, o temel üzerine bir Türk devleti kurmak ve İslam’ı vicdani bir mesele, şahsi bir inanca dönüştürmekti.
-Kendi geniş görüşlülükleriyle Orta Asya Türklerinin İslamiyeti benimsemesini kolaylaştırmış olan tasavvufi tarikatlar, eski ile yeni arasında bir teğet noktası oluşturdular ve böylece daha evvelki “putperest” alışkanlıklar, bu yeni patrimonyal İslami düzen içinde varlığını sürdürmeyi başardılar.
-Said Nursi’nin mesajı, esas itibariyle Atatürk reformlarının lanetlenmesiyle ilgiliydi. Taraftarlarını, özellikle kadınlar konusunda aile içi otorite ilişkileri içinde bulunan, geçiş dönemi insanlarının oluşturduğu görülür. Gerek Ticani Hareketi, gerekse Nurculuk, İslamiyet’i, Türkiye’nin yeni sosyal yapısıyla bütünleşen bir diriliş mihrakı, yepyeni bir yol gösterici olarak gösterememişlerdir.
-MSP’nin resmi doktrini şu üç başlık altında özetlenebilir: Dini bir dünya görüşü, Türkiye’nin daha hızlı sanayileşmesi yolunda hamle ve halkçı bir ekonomik bölüşüm ve sosyal ahlak.
-19.yüzyıl ortalarındaki Tanzimat reformlarına karşı ilk tepkiyi, bunların nevzuhur ve bize yabancı oldukları gerekçesiyle gösteren kişi, bir Nakşibendi önderi olan Şeyh Ahmed olmuştur.
-Medrese veya dini okullarda değil de “saray” sisteminde yetişmiş olan Osmanlı bürokratlarının siyaset ve dinin karşılıklı ilişkisiyle ilgili olarak az rastlanır bir görüşü vardı. Bu görüş, hikmet-i hükümet’in önceliği şeklinde tanımlanabilir. Osmanlı bürokratı kendi görevi olarak, devlet bütünlüğünün korunmasını ve İslam’ın yüceltilmesini görüyordu. Bu görüş “din-ü devlet” formülünde ifadesini bulmuştu. Bu, dini muhafazası için devletin yaşamasının elzem olduğu anlamına da geliyordu.
-Kemalizmin yarattığı ve tam bir başarıya ulaşmış olan tek ideoloji Türk Milliyetçiliği olmuştur.
-Bediüzzaman, özellikle bilimsel bilginin Tanrı’nın insanoğluna armağanı olduğunu ve bundan dolayı modern teknolojinin esiri olmak değil, onu kullanmak gerektiğini vurgulamıştır. Onun düşüncesinin, bir yandan İslam teolojisini mistik özelliklerinden arındırmaksızın kitlelerce benimsenebilir hale getirmiş olması, bir yandan da teknoloji ile bilimi “bilinmesi gereken küheylanlar” ve ilerlemeyi izlenmesi gereken “bir tren katarı” olarak onaylamış olması, Bediüzzaman’ın öğretilerini pek çok Türk için çekici yapmıştır.
-Sultan II.Abdülhamid’in saltanatının son yıllarındaki gizli toplumsal akım, Tanzimat grubundan oldukları için bulundukları konuma gelmiş memurlarla, ilerlemeleri –yada ilerleyememeleri- kendi yeteneklerine bağlı olanlar arasındaki mücadele biçiminde belirdi. Bir anlamda bu, Osmanlı imparatorluğu tarihinde başarılı konumlarda yer alanlarla, onları suçlayanlar arasında her zaman görülen ihtilafın son aşamasıydı.
-Seçkin kökenden gelmeleri Jön Türkleri, zaten dine karşı, manipülatif enstrümantal vaziyet alışa hazırladığı için, modern okullarda eğitilmeleri bu eğilimi artırdı. Onların zamanında din kurumu, tüm sofistikasyon görünümünü kaybettiği için, tek gördükleri değersiz vaizlerin tutarsız tartışmalarıydı.
-Bilinçli ama sık sık kamufle edilmiş bir ideoloji olarak laiklik, Jön Türklerin zamanında zaten harekete geçmişti, mantıki sonucuna Türkiye Cumhuriyetinin kurucuları tarafından ulaştırıldı.
-Said’in en cüretkar hareketi, Nakşibendi tarikatının rakibi bulunan Kadiri tarikatının kurucusu bir veliyi şeyh olarak seçmesiydi. Nakşibendilerin Kadirileri dışlayarak hakimiyetlerini kurdukları bir bölgede, bu hareketi gerçek bir meydan okumaydı.
-Cumhuriyet felsefesinin özü şuydu: Türkiye enerjisini, “ilerleme”nin kaynağı olan eğitimsel kaynakların yaygınlaştırılması için yoğunlaştırırsa uygar uluslar arasında kendine bir yer edinebilir. Türkiye’nin politikası bu açıdan gerçek bir başarı kazanmış olarak nitelendirilebilir ama bu politika aynı zamanda toplumsal analizi, çok “kuramsal” görünen alanlardan, okul binaları ve üniformalar gibi “maddi” ilerleme unsurlarına yöneltti.
-Bu ülkede İslam’ın “yeniden canlanışı” kısmen laik Türkiye Cumhuriyetinin temel taşı olan eğitimi yaygınlaştırma kampanyasının başarısına, kısmen de 1950-80 arası dönemdeki ekonomik gelişmeye bağlıdır.
-Nurcular, Erbakan’dan neden memnun olmadıklarına ilişkin açıklamalarında onun çok fazla politize olduğunu bu nedenle toplumun denetimine yönelik gerçek İslamcı stratejiyi bıraktığını belirtiyorlar.
-Darwin’in etkisiyle, 19.yüzyılın sonuna doğru Allah’ın canlıları yarattığı savı bile tartışılmaya başlanmıştı. İslami topluluklarda ise bu konu pek hoş karşılanmamıştı. Ahmed Midhad Efendi’nin Dağarcık Dergisi’nde çok dolaylı olarak takdim ettiği benzer bir tema, yüksek dozda hoşnutsuzluk yaratmıştı. Kaldı ki Osmanlı devlet geleneği aynı şekilde her tartışmanın bir “haddi” olduğu fikrini destekliyordu.
-Genel olarak aydınlarımızı iki geniş kümeye ayırmak mümkündür. Bunların birincisi uzun bir fikri gelişme tarihinin bugünkü mirasçılarının meydana getirdikleri topluluktur. Bu gruba girenler seneler sürmüş bir “Batı düşünce anlamına yaklaşma” hasretinin bugünkü temsilcileridir. Bu tip aydınlarımızın bir asırdan beri başlıca gayeleri memleketimize Batı düşünce çerçevesini yerleştirmek olmuştur. “Kafa yapısı” problemi halledildikten sonra cemiyet meselelerimizin az çok kendiliklerinden halledileceklerine inanmışlardır. Cemiyetimizle, batı cemiyetleri arasındaki fikri ve akli uçuruma parmak basmış, onu telafi etmek istemişlerdir. Bu düşünürlerin yazılarında en çok rastlanan kelimeler “mantık, sağduyu, ilim açısı, planlı düzen, hukuk devleti” gibi Batının aydınlık devrinin beraberinde getirdiği mefhumlardır. İkinci grup aydın, 1930’lardan bu yana bakışlarını “küçük adam”a yöneltmiş olan, köyün, kasabanın veya şehirlerdeki küçük memurun meselelerini anlatmaya çalışmış olan fikir adamlarımızdan meydana gelmişti. Bu grup, Batı’yı “Batının yaşayış tarzı”, sosyal tekamül vetiresi şeklinde anlamış ve cemiyetimizle Batı cemiyetlerini ayıran sosyal konular üzerinde eğilmiştir.
İletişim Yayınları, 15.baskı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder